hayal edilemeycek bir sosnuzluk için

entry2 galeri0
    1.
  1. Hayal Edilemeyecek Bir Sonsuzluk için

    Çok uzun süre önceydi. Hatırlamak istemesem de bugün yüzleşmek zorundayım. Kalbimdeki eski bir yarayı kanatmak istiyorum bugün. Sizinle…
    Benim adım tuğberk gökkaya. Size birisini kaybedişimin ve yıllarca onu bekleyişimin hikayesini anlatacağım.

    Her zamanki soğuk hava o gün biraz daha göstermişti kendisini. Anılarımın en unutulmazının yaşanacağı o sabah, salıncaklarının paslı zincirlerle bağlı olduğu bir parktaydık. Çocuklar, keşke hiç büyümeseydim diyecek olan küçücük bedenlerinde tüm mutluluklarıyla oyun oynamaktaydılar. Birkaç güvercin çimlerin üstünde toprağı eşeliyordu. Bulutların gölgeleriyse üzerimizdeydi.
    Neden böyle üzgünsün demiştim artık kendimi tutamadan. Sağ elimi avucuna alarak kalbine koymuştu. Gözlerinden ilk çise düşmüştü. Kısık bir sesle söleyebilmişti o kelimeyi…

    -taşınıyoruz…

    Yağmur yağmadan önce gök gürülder ya. Yer yerinden oynar ve gökyüzü ağlamaya başlar. Kalbimdeki amansız yağmur başlamıştı o an. Sağ elimin altında kalbini hissediyordum. Bir kez daha hissedemeyecekmişim düşünceleri geçiyordu aklımdan. Gözlerine baktım. Bulutsuz bir yağmur gibi ağlıyordu.

    -Ne zaman?

    Diyebildim yutkunarak.
    Gözlerini çevirdi. Aşşağıya bakıyordu. Çenesine hafifçe dokunarak başını kaldırdım. Tekrar sordum.
    -ne zaman taşınıyorsunuz ?
    -bugün. Sana söylemek istemedim. Söyleseydim kötü şeyler olabilirdi. Üzgünüm. Söylemek isterdim ama söyleyemedim. Çok denedim.
    Göz yaşlarını yutarak konuşuyordu. Kalbimdeki en derin yara açılmıştı artık. Kalbimden gelen derin bir arzuyla sarıldım. Kalbini kalbimde hissediyordum. Saçlarındaki kokudan kendimi bir an alıp sorabilmiştim.

    -nereye gideceksiniz?

    Zar zor cevap verebilmişti.
    -babam yurtdışında bir iş buldu. Belçika’ya gideceğiz. Bugün 9’da uçağım var. Artık Brüksel’de yaşayacağız.
    Göz yaşlarım saçlarına dökülürken saatime baktım. Sadece 1 saat vardı. Herşeyi son ana saklamıştı. Ve herşey son anda ortaya çıkmıştı. Dakikalarca sarılı kaldıktan sonra ayrılabilmiştik. Son kez gözlerime bakıp nefret ettiğim o kelimeyi söylemişti.

    -hoşça kal…

    Kalakalmıştım. Gözden kaybolduğundaysa üzerimizde gölgeleri olan bulutlardan ilk çiseler düşüyordu. Partka çocuklarını bekleyen anneler onları çağırmaya başlamıştı. Herkez gidiyordu. Bense ayakta öylece kala kalmıştım. O gün:
    Bana söylediği tek şey her yıl tanıştığımız gün burada beklememdi. Bu paslı çocuk parkında, yılda bir kere de olsa bütün gün oturacaktım. Ve yeniden bulamyı umut ettiğim sevgilimi bekleyecektim. Sizce ne kadar devam edebliirdi bu? Birkaç yıl mı? O an aklımdan geçen tek şey saçlarının ne kadar güzel koktuğuydu. Ama yıllar geçtikçe saçlarının kokusunu unutmuştum. Ama unuttuğum saçlarının kokusundan çok aşkın kokusuydu. ve asıl hikayem “o” gittikten sonra başlamıştı.

    Bir hafta boyunca evden çıkmamıştım. Aklıma bazen resimlerini yakmak geliyordu bazense kendimi. 1 haftanın sonunda günlük tutma kararı almıştım. Ve ilk satırlarımı yazıyordum.
    1 şubat 1985’de yani ayrıldığımız günle başlatmıştım günlüğümü. Onsuz geçen her günün özetini çıkaracaktım ve karşıma geldiğindeyse ona bu günlüğü vercektim. Böylece yalnızlığım biraz da olsa azalıyordu. Her gece yastığa başımı koyduğumda onunla tanıştığım ilk günler geliyordu aklıma. Aşık olduğumda gizlice takip edip evini öğrenmiştim. Ve o evden çıkmadan hemen önce binanın önüne origami ile şekillendirilmiş bazı ifadeler bırakıyordum. Bazen sadakat anlamına gelen bir yusufçuk bazense içi şiirlerle sarılmış bir kalp. ilk birkaç gün anormal karşılamış olsa da artık her sabah uyandığında kapının önüne bakıyor ve içi notla doldurulmuş bir gül arıyordu. Ardındansa yüzü gülüyor ve etrafta birini arıyordu. Ve bir gün kapıda kendim bekledim. Kapının açıldığını duyduğumda heyecanla yere bakıyordu. Yeni doğan güneşin altında gölgemi görünce başını kaldırdı. Elimdeki son gülü ona verdim.
    “hayal edilmeyecek bir sonsuzluk için…” diyerek gözlerime baktı. Okuduğu cümle verdiğim gülün içinde yazıyordu. Bana yaklaştı. Gölgelerimiz artık birleşmişti. Kalbim baharın ilk günü gibi neşeli, hayatın ilk günü gibi heyecanlıydı. Belki de o gün hayatın ilk günüydü. Hayat ne de olsa nefes aldığımız anların toplamı değil nefesimizin kesildiği anların toplamıydı.

    “hayal edilemeyecek bir sonsuzluk için…” her gece uyumadan önce gözlerimi kapatıp onu karşımda hayal ederek söylüyordum bu cümleyi. ilk günler çok zor geçiyordu.Ancak zaman herzaman ki gibi durmuyordu. 5 yıl geçmişti. Her yıl 21 mart’da –tanıştığımız günde- baharın geldiği o günde bekledim onu. Elimde gittiği gün, peçeteden yaptığım bir gülle bekliyordum. Ama gelmemişti. Artık 26 yaşındaydım. Ve bekleyeceğim son yıl gelmişti. O yılın 21 martında da ayrıldığımız çocuk parkında her zamanki bankta oturmuş bekliyordum. Oldukça büyük bir parktı. Ve oldukça da eskiydi. Birkaç anne çocuklarını salıncakta sallarken onların gülümsemesini izlemek umutsuzluğuma iyi geliyordu. Bazen de ayrılmadığımız o günlerdeki hayallerimizi kuruyordum. işte o çorbacıyı gördüğümde de o parktaydım. Bir banka oturmuş etrafı izliyorken bir ses duydum.

    -hey genç!
    Arkamı döndüm, “ne var?” anlamında ona bakıyordum.

    Yavaşça yanıma geldi ve oturdu. Elinde gazete kağıdına sarılmış birası vardı, bana uzatarak:

    -ister misin?

    -hayır, bir kere bile alkol kullanmadım.

    -peki sen bilirsin, alkole kötü bir gözle bakma. içiyoruz biz, çünkü üzülerek ölmektense kafam güzel gitmeyi tercih ederim.

    Konuşmamız pek iç açıcı başlamamıştı. Çorbacı adını verdiğim bu kişinin adını hiç öğrenememiştim. Elbiseleri sokağın tozuna bulanmıştı. Saçları dağınıktı. Sokakta yaşadığı belli gibiydi. Ben bunları düşünürken birasını dikmekle meşguldü. Bana o an çok ilginç bir soru sordu.
    -bu park benim evim. Her zaman burda yaşarım. Aslında kendime görünmez adam adını verdim. Ne şu çocuklar ne de şu anneler görür beni. Görse de iğrenerek çevirirler gözlerini.Yılda bir kere buraya geldiğini biliyorum. Kimi beklediğini de biliyorum? Sence bekleyerek aşkını geri kazanabilir misin?
    Son cümle kalbimde burukluk yaratmıştı. Verecek cevabım yoktu. Ben onu bekleyerek kazanmamıştım ve şidmiyse bekleyerek kaybediyordum.

    -bekleme evlat! Burada bekleyerek sadece umut edersin ama oraya giderek mücadele edersin. Ne dersin şimdi bi yudum da olsa alacak mısın?

    26 yaşındaydım. Ve “o” bana böyle söylediği için burada bekliyordum. Ama oraya gitmek hiç aklıma gelmemişti. Yabancı dilim yeterliydi. Param da üniversite sonrası bulduğum iş sayesinde vardı. Geriye bir tek belçika’da onu bulmak kalıyordu. Bir ülkede bir sevgili bulmak… yanımdaki çorbacı birasını bana uzatmış bakıyordu. Elinden birasını aldığım gibi diktim. Derin bir nefes alarak:

    -Bu çok acı!

    Diyeblimiştim.

    Ellerini ceplerine sokarak oturduğu yerden gökyüzüne bakıyordu.

    -O senin çektiğin acı dostum…

    Aklımdan bu kişinin yaşadıkları geçiyordu. Acı insanı zehirliyor muydu yoksa büyütüyor muydu? Sanırım sadece büyümeye hazır olanları büyütüyordu. Hazır olmayanlarsa acı içinde kıvranıyordu. Çorbacı gökyüzünde bir yıldız gösterdi.

    -Şu yıldızı görüyor musun?

    -Evet?

    -Bu yıldız şu an o her neredeyse oradan da görülüyor. Dünya sandığımız kadar da büyük olamaz değil mi?

    Susmuştum. Ve susmak bazen evet demekti. Her yıl yaptığım gibi gece 12’ye kadar bekledim ve ardından eve gittim. 6 Yıldır tuttuğum günlüğümü çantama koydum. Basit bir sırt çantasıyla oraya gidecektim. Yanıma biriktirdiğim tüm paramı aldım. Yurt dışı işlemlerini halletmem 1 ayımı almıştı. Ve bir gece bile beklemeden kimseye haber vermeden ülkemden ayrıldım. iş yerine dahi haber vermemiştim. Çünkü onu bulmadan geri dönmeyi de düşünmüyordum. 14 Mart 1991 günü Brüksel’deydim. Otel Le Plaza’ya yerleşmiştim. Penceremde tarihi eserlerden oluşan bir manzara vardı. 18. Ve 19. Yüzyıl mimarisi tüm şehri oluşturuyordu. Sanki zamanda yolculuk yapmıştım. Eşyalarımı yerleştirdim ve doğruca Brüksel sokaklarında dolaşmaya başladım. Sokak müzisyenleri heryerdeydi. Araba yok denecek kadar azdı. Bisiklet daha çok tercih ediliyordu. Sokaklarda dolaşmak iyi gelmişti. Çünkü şu an onunla aynı şehirdeydim. Ya da çoktan başka bir ülkeye gitmişlerdi, ama umrumda değildi. Çorbacının dediği gibi bekleyerek bir şey elde edemeyecektim. Otelde birkaç arkadaş edinmiştim ama çok vakit geçirmiyorduk. Çünkü ben her zaman çocuk parklarını dolaşıyordum. Her çocuk parkı bana onu hatırlatıyordu. Sanki orada bir yerde beni bekliyormuş hissine kapılıyordum. Onu bekleyen ben olmama rağmen neden şu an orada olmasın ki diyerek çocuk parklarına gidiyordum. Brüksel’e geldiğimden beri günlüğüme fazla vakit ayırıyordum. Sanki o sayfalara yazdıklarımı o okuyordu. Kendime onsuzluktan onu yaratmaya çalışıyordum. Çaresizliğimin farkında olsam da vazgeçmeyecektim.

    Ülkemdekinden çok daha fazla park vardı Brüksel’de, bu da heyecanımı arttırıyordu. Sıradan bir günümde Quais adlı bir semtteydim. Tarihi eserlerin azaldığı ama apartmanların yoğunlaştığı bu semtteki çocuk parkı oldukça büyüktü. Bir banka oturmuş, onu bulabilme ihtimalinin heyecanının verdiği ilhamla günlüğümün sayfalarını dolduruyordum. Brüksel’de fark ettiğim şey hiçbir salıncağın zincirinin paslı olmayışıydı ya da kaydıraklarda deliklerin olmayışıydı. Ülkem çocukları açısından gördüğüm bu olumsuz durum aklıma gittiğim her parkta geliyordu. Ara sıra böle düşüncelere dalarak yazmaya ara veriyordum. Günlüğümden başımı kaldırıp güneşe baktım. Gerilerek günlüğümü bankta oturduğum yerin yanına bıraktım. Derin bir esnemeyle çocukları izlemeye daldım. Artık Nisan ayının sonlarındaydık. Geçen zamana rağmen önemli bir adım atamamıştım. Ama o gün basit bir talihsizlik bu monotonluğu değiştirmişti. Yanıma 35 yaşlarında bir bayan oturmuştu. Elindeki bardağından kahvesini içerken bir yandan da adını daha önce duymadığım bir kitap okuyordu. Ara sıra parkta oynayanlara bakıyordu. Buradan çocuklardan birisinin onun çocuğu olduğu sonucunu çıkarmıştım. Çocukların seyrine dalmışken yanımdaki bayanın bağırmasını duydum. Ona doğru döndüğümdeyse kayıp sevgilimi bir kez daha kaybetmiş gibi hissettim. Yanımdaki bayanın çocuğu koşarak ona sarılmıştı.
    “Anne dondurma alabilir miyim?” diyerek yalvarıyordu. Ve çocuğun heyecanlı sarılışıyla beraber bayanın elindeki kahve günlüğüme dökülmüştü. Ne yapacağımı bilememiştim ancak onun suçu olmadığı için buruk bir gülümsemeyle günlüğümü kaldırdım dökülen kahveyi akıtmaya çalışıyordum. Ama mürekkebi sökmekle beraber sayfaları kabartmasına da engel olamıyordum. Bayan kendi dilinde:

    -çok özür dilerim. Bana telefon numaranızı ve kitabınızı verin. Onu size eskisi gibi getirebilirim?

    Demişti. Günlüğümün gördüğü hasar karşısında böyle işe yaramaycağının farkındaydım. Buruk bir hisle günlüğümü ve telefon numaramı ona verdim. Bayan diye bash ettiğim kişinin adı Elenor’du. Bana güvence veriyordu, onu daha fazla dinlemeden oradan ayrılmak istemiştim. Otele döndüğümdeyse uyumak için mücadele veriyordum. Bazı insanlar çok uyurlar çünkü mutsuzluğu daha az hissetmek isterler. Ben de onlardan olmuştum artık. Bir uğraşım kalmamıştı ve otelde boş boş yaşamaya başlamıştım. Ancak bir akşam Elenor beni aradığında yaklaşık 2 aydır neredeyse hiç adım atmayışımın açığını kapatacaktım.

    Telefonu heyecanla açtım.

    -Evet?

    -Günlüğünüz eskisinden daha iyi. Ve bir müjdem var. Eşim bir yayımevi yöneticisi. Günlüğünüzü basmak istiyor.

    Demişti. Heyecan yüreğimi sarmıştı. Onu böylece bulmam daha kolay olacaktı. Mücadelem yeni başlıyordu.
    Haziran ayında günlüğüm “hayal edilemeyecek bir sonsuzluk” adıyla basıldı. Ve piyasaya sürüldü. Bitmek üzere olan param için endişelenme sebebim de kalmamıştı. Arkadaş çevrem de genişlemişti artık. Hayatım Brüksel’de yeniden kurulmuştu. Bir gece Le Plaza oteli’nde odamın balkonundan bakarken bana çorbacının gösterdiği yıldızı gördüm. Dudaklarımdan onun cümleleri döküldü.

    “dünya o kadar da büyük değil.”

    Belki bir gün o hep gittiği kitapçıya gidecek. Ve günlüğümü görür görmez tanıyacak ve alacaktı. Ama aylar geçmesine rağmen haber yoktu. “O”nu tanıyordum. Beni unutamazdı. Ancak ya başkasıyla evlenmişse düşüncelerini düşünmeden edemiyordum. Kitap giderek yayılıyordu. Bazı dergilerde röportajlarım yayımlanıyordu. Ama Belçika gibi bir ülkede bunlar ünlü bir yazar olduğunuz anlamına da gelmiyordu.

    Belçika’da sonbahar en derin şekilde yaşanmaktaydı, tüm şehir turuncuya bürünür sokaklar yapraklarla bezenirdi. Artık bir eve taşınmıştım. Küçük tek katlı şirin bir müstakil evdi. Bütün sokak aynı tipte evlerden inşaa edilmişti. 23 Eylül günü evden çıktığımda, kapıda dona kalmıştım. Yerde bir kalp duruyordu. Origami ile yapılmış kağıttan bir kalp... Yere eğilip onu aldım. içini açtığımda “kalbimin en derininde senin adın yazılı sevgilim.” Yazıyordu. Etrafıma heyecanla bakıyordum. Kimse yoktu. Yapraklarını döken ağaçlar veya çatılarda bizleri izleyen kuşlar dışında. Kapımda bulduğum gülün içindeki yazıya rüzgardaki turuncu yaprakların arasında bakıyordum. O an gözlerimden bir çise kağıda döküldü. Artık beni bulmuştu. Çünkü kağıttaki yazı benim yazımdı. Peki ama neden karşıma çıkmamıştı?
    Aklıma, ilk an benim de onun karşısına çıkmadığım geldi. inancım artık daha güçlüydü. Bir gün ona yeniden sarılabilecek ve saçlarındaki aşkın kokusunu hatırlayabilecektim. Ama aklıma evlenmiş olması ve beni hatırlayınca dayanamayıp görmek istemiş olması gibi ihtimaller de geliyordu. O sabah koşuya çıkmadım. Eve geri döndüm. Elimdeki kağıdı yeniden katlayıp kalp yaptım. Yemek masasının üstüne koydum. Kanepeye uzanarak düşünmeye başladım. En azından şu an Brüksel’de olduğunu öğrenmiştim. Mutlu mu yoksa mutsuz mu olmalıydım bilemiyordum. Ama her durumda varlığını hissetmenin mutluluğundaydım. Ertesi gün kalkar kalkmaz kapıyı açtım. Yerde veya etrafta bir gül ya da mesaj yoktu. O sabah koşuya çıktım. Tarihi katedrallerin, sinegogların, meclis binası veya bakanlık binalarının aralarından geçerek koşuyordum. Ve her zamanki rotamın son durağındaydım. Brüksel’in en büyük çocuk parkında… Herzaman ki banka oturmuş nefes nefese etrafı izliyordum. 24 Eylül 1991 Salı günü sabah saat 9’du. Çocuk parkları artık dünyam olmuştu. Onla benim aramdaki bir bağlantıydı bu. Derin nefesler eşliğinde etrafı izlerken, yanıma birisi oturdu. Kumral, güzel bir bayandı. Gözlerindeki yeşillik saflığın en güzel ifadesi gibiydi. Bana dönerek:

    -Merhaba

    Dedi.

    Aynı şekilde karşılık verdim. Kayıp sevgilimi bulana kadar kimseye bir şey hissedemezdim. Ancak sanki o koku geri gelmişti.
    Çantasından benim günlüğümü çıkarttı. Bana uzattı.

    -çok güzel bir kitap gerçekten.

    -belki ama henüz istediğimi elde edemedim.

    Diyerek karşılık verdim. Günlüğümden bir sayfa açtı ve okumaya başladı.

    -“ Belki uzak asya’dasın belki de uzak bir mutluluktasın. Bilemiyorum kayıp sevgili. Bekleyebilecek misin sen de beni? Benim seni bekleyebildiğim gibi? “ Sizce beklemiş midir?
    Tanımadığım bu insanla yapılan sohbet giderek kanımı donduruyordu. O koku geri gelmişti. Hissedebiliyordum. Ya da öyle olmasını istediğim için bir yanılgının içindeydim.
    Bana günlüğümü uzattı ve şöyle söyledi.

    -Hadi son sayfayı açın.

    Son sayfayı açtım. Origami sanatıyla yapılmış bir yusufçuk vardı. Bu kayıp sevgilime yaptığım sadakati simgeleyen yusufçuktu. Kalbimi duyabildiğim nadir anlardan birisindeydim. Gözlerimi ona çevirdim.

    -Açmayacak mısın?

    Yavaşça origami ile katlanmış yusufçuğu açtım. içinde benim yazımla:

    “bir yusufçuk hayatında sadece bir kez aşık olur sevgilim. Sen benim ruhumun sonsuzluğusun.”
    Yazıyordu. Okuduktan sonra ona dönerek gözlerimden dökülen yaşlarla:

    -Lütfen o sen ol…

    Diyebildim. Hala o ol diyordum çünkü “o”nun saçları kumral değildi. Ve gözleri de yeşil değildi. Yavaşça arkasını döndü. Ne yaptığını anlayamadım. Birkaç saniye sonra arkasını döndüğünde gözlerinin rengi değişmişti. Yeşil olan gözleri gecenin sonsuzluğundaki siyaha dönüşmüştü. Saçlarına ellerini götürdüğündeyse kumral olan saçların altından yakan alev adını verdiğim saçları görünmüştü. Hissettiğim aşkın kokusu artık en derin şekilde yüreğimdeydi. Gözlerim gülümseyerek ağlıyorlardı. Bir hasret şarkısının son notalarındaydık artık. Ayrıldığımız bulutlu günün ardından geçen 6 yılın sonunda güneşli bir günde gene bir çocuk parkındaydık. Gözlerimizdeki bulutsuz yağmurların eşliğinde birbirimizi izliyorken, cebinden ona verdiğim son origami ifadesini verdi. Tanıştığımız gün -21 Mart- verdiğim gülü vererek yanaklarıma dokundu. Yavaşça gülü açtığımda benim yazımla şöyle yazıyordu:

    -“Hayal edilemeyecek bir sonsuzluk için.”

    O gün vücutlarımız iki rüzgar gibi birbirine karıştı, alev saçlarında tenim yeniden ısındı, ve sonsuz gece olan gözlerinde ruhum yeniden kayboldu. Artık onunla bir şarkının notalarıydık. Ve bu şarkıyı sadece ikimizin kalpleri biliyordu.

    Asla vazgeçmeyin. Mücadele edin. Sevdiğinizle bir çocuk parkında karşılaşabilirsiniz ya da onu orada kaybedebilirsiniz. Unutmayın ki sadece büyük aşklar engellerin karşısında büyür …
    3 ...
  2. 2.
© 2025 uludağ sözlük