kimsecikler toplansın, anlatacaklarım var. herkes ve kimse hakkında konuşacağım. herkes ve kendim hakkında.
hayatımın ilk senesinde tam anlamıyla tek başımaydım. neyse ki o yılı hatırladığım yok. sonra da hep bir kız kardeşim vardı zaten.
çocukluğumuzun ilk yıllarında, ilkokula başlayana dek, aynı odada kaldık. odalarımız farklıydı ama birbirimiz olmadan güvende hissedemiyorduk.
hayatımda üç kere falan istanbul'a gittim. zorunda kalmadıkça gitmem. ilk gidişim marmara depremi'nin olduğu o talihsiz tarihti. 4-5 yaşlarımda olmalıydım. o zamana dek depremle hiç karşılaşmamıştık ama annemin en büyük fobisi 'deprem' olduğu için bir 'deprem planımız' vardı. bu yüzden de hayatımız boyunca apartmanda sadece 4 ay oturduk.
plan şöyleydi: kardeşimle aynı odadaysak önceden belirlenmiş güvenli noktalarımızdan birinde, birbirimizden ayrılmamak kaydıyla korunacaktık. ve annem ve babam gelene dek ya da sallantı durana dek oradan çıkmayacaktık. eğer farklı odalardaysak yine en yakın güvenli noktaya gidecekcik. benim yanıma babam gelecekti, kardeşimin yanına annem gidecekti. her şey bittiğinde evin dışında buluşacaktık. bu plan dışında ise kimse kimseyi kurtarmaya çalışmayacaktı. buna kelimesi kelimesine uyulacaktı.
marmara depremi'yle sarsılırken kardeşimle farklı odalardaydık. bu, onu kısa süreli de olsa ilk kaybedişimdi. en büyük acımdı. babamın kucağında yedinci kattan inerken annemin ve kardeşimin nerede olduğu hakkında bir fikrim yoktu. bina şiddetle sarsılırken ben güvendiğim tek adamın kollarındaydım.
biz çıktıktan çok çok kısa bir süre sonra, yine çok çok kısa bir sürede bina yerle bir oldu. göz bebeklerimden binanın yıkılışını seyredebilirdiniz. üzerinde durduğumuz asfalt bile korkutucu bir hırıltıyla sallanıyordu.
yarım saat-1 saat kadar sonra annemi kucağında kız kardeşimle bulduk. ağlayarak birbirimize sarıldığımız o an, hayatımın en mutlu anlarından biriydi. o kargaşada, yaşımızın da küçük olmasıyla tam olarak bir şey anlayamasak da sırf birbirimizin sağ olduğunu gördüğümüz için sevinmemiz gerektiğinin farkındaydık.
sonrası mı? sonrası tamamen iç güdüsel bir bencillik. bir hafta kadar eve gidemedik, zorunlu bir şekilde istanbul'da kaldık. yollar bozulmuş, kırılmış, kaymıştı. izmir'e döndüğümüzde birkaç gün daha sersem gibiydik. istanbul'daki yıkılmış şehrin ardından izmir yine aydınlıktı, sıcaktı, güzeldi. bir eskici geçti istanbul'dan, topladı hepsini gitti.
şimdiye kadar istanbul'u niçin sevmediğimi ya da sevemediğimi, küçüklüğümden hatırladığım nadir anılardan birini ve ilk korkumu okudunuz. izmir'e döndüğümüzde kardeşimle ayrı odalarda bu sebepten yatamadık işte. kardeşleri bağlayan kan değildi sadece. yaşanmışlıklardır ve tanrı'ya şükredilen yaşanmamışlıklardır.
ilkokula başladık sonra. ne açığımız varsa diğerimiz kapattı. fiziksel olarak da hiç benzemiyorduk zaten. birimizin teni esmer, saçları siyahtı; diğerimizin teni beyaz, saçları sarıydı. tam anlamıyla birbirimizi tamamlıyorduk. çünkü tam anlamıyla zıttık. o almanca görüyordu, ben fransızca; o hamburger yerdi, ben tavuk burger; o maviyi severdi, ben pembeyi; o üste çıkardı, ben alttan alırdım.
ilk gençlik yıllarımız bitince liseye başladık. lisede birbirimizden ayrıldık. ben fransızca eğitim gördüğüm bir liseye başladım, o da konsevatuvara başladı. ergenlikle birlikte değişmeye başladık. zaman zaman birbirimizin yerine geçtik, kimi zaman aynı olduk. göz kapaklarımı siyaha boyardım, bateri çalardım, kendimle çelişmemek adına günlük tutardım. tam tamına 12 tane günlüğüm var.
sonra saçlarımı boyattım. tutam tutam mavi buklelerim vardı saçlarımın arasında. ben daha büyük olduğum için annem ilk bana izin vermişti. kardeşime de izin verir vermez saçları kıpkırmızı geldi eve. kızıllığı da aşan saf bir kırmızıydı. zaten cesur olanımız hep oydu, ben duygusal olandım. odamın penceresinden saatlerce denizi izlerdim. bateri çaldığım, siyah giyinip göz kalemi çektiğim ve yalnız kalmaktan hoşlandığım için insanların konuşmaya çekindiği "renkli" kızdım.
kardeşim topuklu ayakkabı koleksiyonu yaparken ben converse koleksiyonu yapandım, o arkadaşlarıyla dışarı çıktığında ben evde kalıp onu da idare edendim. sonra işler tam tersine döndü. ben; geceleri odasının penceresinden kaçıp sevgilisiyle buluşan, sabaha karşı tekrar pencereye tırmanarak eve giren kız oldum. son senemde okuldaki neredeyse bütün erkeklerle çıktım. mezuniyetime yakın, biriyle tanıştım. sevgi ya da aşk denen duygularla yoğrulduğumdan değil, beni değiştirebilme potansiyelini ustalıkla kullandığından okulun hepsiyle çıkmaktan vazgeçtim. siyah göz kalemimi silip çiçekli elbiseler giymeye başladım, topuklu ayakkabılar ve lastik sandaletler aldım. rüzgarda etekleri uçuşan kıyafetlerim oldu. prenses gibi hissetmeye başladım. mezun olurken giydiğim pembe katlı elbise ve açık renk makyajımla tüm arkadaşlarımı şoka uğrattım.
baloda giydiğim elbise, kişiliğim gibi oturdu üzerime. yeni kimliğimle okuldakiler de dahil olmak üzere pek çok erkek birlikte olmak istedi. balodan sonraki partiye dahi gitmedim. beni dans pistinde döndürecek bir kavalyem olmadı. zaten camdan ayakkabılarım da yoktu. eve geldim, çatı katın penceresinden çatıya çıktım. elbisemin etekleri aşağı sarkarken orada uzanıp yıldızları izledim, ta ki karşı evdeki çocuğu görene kadar...