hastane koridorlarını ayak izleriyle aşındırmak gibidir. bir git ileri bekle, bir gel beri bekle, volta. korunaklı bir camekanın içine sıkıştırılmış bir minik beden, ulaşmak için bir kapı ve bir de hemşire geçmek gerekir. hayatın en zor barikatlı koşusudur. insanın önünde çaresizlik, barikatlar oluşturur. en fazla beş kişi alan o üç kişilk banklarda uyursun, gidemezsin evin az ötede olsa da. canının bir parçası camekanda hapisken seni hiç bir beton yığını içine almaz. anne gider emzirir, görüş biter, çık dışarı. sen öylece içinde olduğun oyuna müdahale edemezsin. koridorda sigara içtirir adama çaresizlik, yasak olduğunu bildiğin halde korkmadan. bir adım ötede bir kat altta kantine gidemezsin, en iyisi senden daha az umut dolu gözle bakan insanlar senin en yakının oluverirler. annenin ne kadar değerli varlık olduğunu öğretir kafana vura vura uykunda yattığın bankın kolçağı.
not: bir hafta kızım için hastane de kaldım eşimle beraber, o bir haftanın bana öğrettiğini, okuduğum hiç bir kitap yazmamıştı.
hastanesine göre değerlendirmek gerektiğini düşünürüm çoğu zaman.büyük şehrin kaosu içinde asimile olmuş bir hastanedir ömürleri çürüten, insanların derdine tasasına ortak olan ömürler. çürümek! bir çınar ağacı gibi günden güne yok olmaktır, oysaki onlar duydukları hatta şahit oldukları olaylar karşısında daha çok devleşiyorlar. bashettiğim hastalar, hasta yakınları ve hastane kantininde çalışanlar üçlüsü. olağan her durumdan haberi vardır bu insanların. iki dakika bir hasta yakınını beklerken ani bir haberle sarsılırsın, kantinci şahit olur. beş dakika soluklanmak istersin yanındaki biri fenalaşır, kantinci şahit olur. çürümek! bir çınar ağacı misali. oysaki onlar duydukları hatta şahit oldukları olaylar karşısında daha çok devleşiyorlar.
soğuk koridorlar, sert ilaç kokuları, beyaz, mavi ve pembe kıyafetli insanlar. tüm hastane şahit, tüm hastane suskun oluyor. insanın içini ürperten morg kapısında çaresizce bekleyişler, tatlı bir şeyler getirin kan şekeri düştü sanırım, çabuk su getirin birisi bayıldı...
küçük şehirlerde bu çok daha başka inanın. mesleğim gereği her gün buna tanık oluyorum. sabahın erken saatlerinde başlıyor bu koşuşturmaca. hastane kapısından içeri girdiğiniz vakit ne bir ilaç kokusu duyuyorsunuz ne de dip dibe muayene sırasıbekleyen insanların ter kokusunu. burnunuza gelen ağır bir tezek kokusu, ayakları yarıya kadar çamura batmış şalvarlı insanların uğultusunu. sonra aralarından geçip odanıza ulaşmaya çalışırken size bakan korkulu bakışları görüyorsunuz. o insanların gözlerinde çaresizliği görüyorsunuz. vezneden muayene için sıra veren arkadaş iç hatlardan numaraları tuşluyor, " bana bir çay, bir de poğaça lütfen." telefondaki ses "hemen efendim." diyor. beş dakika içinde geliyor çay ve poğaça.
odama geçiyorum çay ve poğaça istiyorum ben de. "hanım abla, hesaba mı yazayım yoksa marka mı vereceksin? diyor kantinci." bir hafta sonra " boş oturma çay iç, boş oturanı allah sevmez." diyor, yüzünde sırıtık bir ifade ile. pağaçalar pastane dışında hem bayat hem daha pahalı. "burada böyle diyor, işine gelirse." "ha unutmadan geçen günden bir beş kuruş kalmıştı onu da verirsin bir ara." acilden acıdan kıvranan insan çığlıkları duyuluyor zaman zaman. ama ilaç kokuları gelmiyor burnuma. kantini unutmuş çalışanlar. istedikleri çay yaklaşık kırk dakika sonra ulaşıyor acile. çürümek! bir çınar misali. oysaki onlar hiç duymadıkları, hiç şahit olmadıkları olaylar karşısında daha da küçülüyorlar.
işte iki kesim arasındaki fark. durum bundan ibaret sevgili dostlar. sürç i lisan ettiysek affola!
tak tak tak tak, terlik sesleri eşliğinde yürüyen doktorlar. her an bir çığlık beklercesine geçen zaman. çayla bütünleşen vücudlar. yatağa hasret beller. bitmeyen tükenmeyen acılar içinde bir bekleyişdir.
gece vakti gelen telefonla döndü önce nevrimiz. eve girmek için anahtarı çevirirken ben, çaldı kardeşimin telefonu. "gelin" dedi telefonun diğer ucundaki ses. "babanızı hastaneye kaldırdık". sık karşılaştığımız bir durumdu bu aslında. nefes darlığından sebep sık sık hastaneye kaldırılırdı babam. hastaneden de arardı "sakın gelmeyin ha bir şeyim yok" diye. apar topar gittiğimizde ise kızardı, o kadar yolu niye geldiniz diye. bir gece yatar çıkardı. ilaç kullanmayı sevmez "dağ gibi adamım bana bir şey olmaz" derdi babam. "şu içkiyi bırak" dedidiğimizde ise "atın ölümü arpadan olsun" diyecek kadar umursamazdı görünürde. kardeşimle birbirimizi teskin etmek ister gibi "önemli bir şey yoktur" diyorduk arabada birbirimize, söylediğimize her ne kadar inanmasak da. babam da aramamıştı bu kez "yahu gelmeyin bir şeyim yok" diye.
bilenler bilir kocaeli üniversite hastanesi oldukça tepede bir yerdedir ve virajları keskindir. gece o yolda ışık namına bir şey yoktur oldukça karanlıktır. zar zor vardık hastaneye, hemen çıktık yoğun bakım katına. kalp krizi geçirmiş babam, doktor yoğun bakımdan çıktığında durumunun ağır olduğunu söylediğinde ikinci kez sarsıldık kardeşimle. içeri girmemiz yasaktı, babamın arkadaşları içki masasında babamın nasıl yığıldığını anlatıyorlardı. durumu ağırdı.
o an anladık ki sadece hastane kantininde çürümezdi ömürler; yoğun bakım kapısında, bekleme odalarında, merdivenlerde, ameliyat odası kapılarında duyardınız kokusunu çürümüşlüğün.
içeri sokmuyorlardı, vakit gece yarısını geçmişti. aynı katta bulunan bekleme odasına geçtik kardeşimle. ama o da ne tek kişilik deri koltuklar birleştirilmiş, üzerine yastık yorgan koymuşlardı refakat edenler. ışığı kapatacaklar, uyuyacaklardı orada. üzüntüden dönmüş nevrim gözümü kararttı bu kez. indim aşağıya. bir görevli buldum bağırdım çağırdım. vay efendim otel miymiş burası, babamız hasta, aynı katta beklemek zorundayız ki doktoru görürsek bi haber alabilelim diye ama bekleme odası olmuş yatakhane... konuştum konuştum saçmaladım işte. adam da saolsun alttan aldı beni. giriş katta bulunan kantinde sabahladık o gece. ara ara çıktık yukarıya bi gelişme var mı öğrenebilmek için. onlarca insan da kantindeydi o saatte. gene bilenler bilir kışın anormal bir soğuk olur o tepede. sonra anladım ki bahçesinde sigara içenler o soğuğu hissetmezlermiş. hiç üşümedim.
üniversite hastanelerinin, devlet hastanelerinin gündüzki halini az çok bilirsiniz. kalabalık, binbir insan tipi, kaos, koşturmacalar, uğultu vs... gece olduğunda ise koridorlar boşalır, bekleme odaları dolar, kantin kalabalık olur ama derin bir sessizlik çöker içeriye. gece vakti gördüğünüz herkesle derdiniz aynıdır, herkes hastasını bekler, herkesin gözünde bir hüzün. "geçmiş olsun" der biri, siz bir başkasına dersiniz... biz bilmiyorduk tabi o gece gördüğümüz yüzleri ezberleyeceğimizi sonrasında.
ikinci günümüzde de bir haber alamadık babamdan. "ilk üç gün kritik" dedi doktor sadece. "hazırlıklı olun" demeyi ihmal etmedi. "neye hazırlıklı olalım" diye sorduk, cevabı bilinen sorulardandı bu da. malum ölüm fikri yakıştırılmazdı babaya.
ikinci gecemizde kantinde geçti. hani tanımadığımız insanlarla konuşmaktan çekiniriz ya, bir otobüs yolculuğuna çıkarız aman yanıma oturan kolumu dürtmesin diye uyuma numarası falan yaparız, burada öyle değil. tanımadıklarının derdini dinlerken ortak oluyorsun acılarına, seni teselli ederken o, unutuyor anlık bile olsa kendi acısını.
bastıran uykumuzu açabilmek için sık sık çıktık bahçeye. soğuk açar bizi dedik ama nafile. beden ağırlaştı, bizde derman kalmadı. kardeşim bu böyle olmayacak dedi ve gitti. nereye gitti şimdi bu diye sinirden tırnaklarımı yerken ben elinde battaniye ve yastıklarla geldi. "yürü" dedi "koltukları birleştireceğiz". çıktık yoğun bakımın bulunduğu kata. başka kattan koltuk çıkarttırdık o odaya. birleştirdik koltukları kıvrıldık yattık sonra.
hastanede sabah saat 5 oldu mu yanar ışıklar. kalkılır yatak toplanır. günaydın der herkes birbirine. kantine inen varsa sorar "bir şey ister misin" diye. ailen olur o odadakiler. "bugün çıkıyoruz taburcu oluyor bizimki" dedi mi biri, güler tüm gözler.
8 gece yattık orada. kantinde, yoğun bakım kapısında, bahçede, koridorlarda geçti ömrümüzden 8 koca gün. rakama vurunca 8 diyoruz gün sayısına, ömrümüzden gideni biz biliyoruz aslında.
beraber çıktık babamla. "bunu da atlattık" dedi babam gülümseyerek. şimdi ne zaman kontrollere gitsek duyarız o çürümüşlüğün kokusunu. ne zaman kantine girsek anlarız ki üzerinde eşofmanlarla dolaşan yorgun bedenlerin geceden kaldığını.