gölgesizler kitabı yazarı...
kitap senaristliğini ve yönetmenliğini üstlenen Ümit Ünal tarafından filme alınmıştır..
ama her zaman olduğu gibi film kitabın lezzetini vermemiştir..
ankara sincanda icra memurluğu yapmıştır ve de mesleğiyle ilgili olarak "en çok da çizgi film seyreden çocukların televizyonlarını aldığına üzüldüğünü" söyleyen,eğer taşınmadıysa halen daha ankara eryamanda oturan,kabul etmese de insanı sokabileceği ruh haliyle bizim kafkamızdır dedirten son dönem türk edebiyatının en sağlam yazarlarındandır.
"...ve geldim demenin bir sessizliği varsa, öpüşelim
demenin, sen hala gitmiyor musun demenin ya da
ölmek istemenin bir sessizliği varsa,
kelimeleri de vardır sessizliğin
duruşun kelimeleri vardır;
bakışın, uzanışın,
gülüşün...
ama yalnızlığın kelimeleri yoktur.
o, bütün kelimelerden oluşmuş bir kelimedir."
hasan ali toptaş okumak insanın hayal dünyasıyla girdiği mücadeleden üstü başi dağilmiş, kavga etmiş , bazen şeytanın yaklaşmasıyla bçok sıkıcı deyip gaflete düşmüş sabirli olanların gerçek bir rüyada oldukları ama uyumadan tarifsiz bi şey. abartmadan söylüyorum bu adam binlerce yıldır yaşiyor ve üstelik şu an aramızda.
türk işi post-modernizmin taçsız kralı.eserleri (bkz: bin hüzünlü haz) (bkz: uykuların doğusu) türk edebiyatında başkaca ve fantazik bir mizacın bakış zaviyesini post-fantastik izlekler üzerinden yansıttığı için hayli özel ve haylice özgün bir yere sahiptir edebiyatımızda.
bir söyleşi sırasında;
annesi hasan, anneannesi ali dermiş ona. o da hayatının bazı dönemlerinde hasan, bazı dönemlerinde ali olduğundan bahseder. dinleyenlerden biri ne farkı var ki hasan ile ali arasında diye sorar ve şu cevabı alır:
- hasan ile ali arasında ali kadar büyük bir fark var.
bir üstkurmacı yazar olarak bilinir. ölü zaman gezginleri kitabında; korkuyla yaralı dört keklik öyküsü el-müthiştir dili, serdirme gücü, anlatış tekniği, tekrirleri açısından. aslında bekçi, trafo ve kar yağışının geçtiği öyküde; darbe zamanları anlatılmaktadır. çok dikkatli okuyanlar farkedecektir. hatta bu dört keklik de şöyle açıklanır; hüseyin, yusuf, deniz, mahir.
bunu metin merkezli okursak da farkederiz; yoksa neden trofa tamir etmeye giden biri dadaloğlunda bi şeyler okur ki? yunus emre'den, yahut eğlenceli bi şeyler mırıldanır. bi isyan simgesi kullanılıyor haliyle, metaforik imgeler de cabası.
zaten h. ali toptaş; anlatacaklarını hazır lokma olarak vermez okuyucusuna, küt diye yüzüne atmaz yazacaklarını. direlt yazma yerine öykünün en güzel tekniği olan ''sezdirme''yi yaşatır bize çoğu öyküsünde.
aslında yazar merkezli bi inceleme yaparsak da darbe zamanları sonrası farkedilir zira bilinir ki h. ali toptaş sol görüşlü bi yazardır. okur merkezli incelersek de çıkarımlar bizi yine oraya götürür.
bu hafta kursta; h. ali toptaş'ı yakından tanıyan bi yazar hocamızın ağzından şöyle cümleler çıktı yazarın hayatıyla ilgili; (merak edenlere aynen duyurulur.) ''sıradan bi icra memuruyken durumundan hiç memnun olmayıp ısrarla bi kütüphane memurluğuna sürekli tayinini ister, ama bi türlü atanması yapılmaz. aynı zamanda 2 eşiyle de boşanmıştır. kadınlardan bi hayli çektiği ve hayatına giren kadınlardan yana hep, talipsiz olduğu bilinirmiş. şimdi 3. eşi olan hanımla mutlu gibi biliyor ve ufak bi de çocukları varmış, tabii bu süre zarfında emekli de olmuş kendileri. sol görüşlü bi yazar. ama müthiş bi dil örgüsüne sahiptir hele murat gülsoy'la kıyaslanlar için bu kerte de ayrılır. dil fakiri değildir!
insana yıllardır yaşiyormuş, her geçtiği yerde bir hatira bırakmış, materyalist dünyada soyutun aşkından her yere gidecekmiş sezgilerini herşeyden fazla önemseyen insan izlenimi veren diş görünüşüyle memurluğunu tescil eden yazar. gerçek yazar.
başlangıçların olmadığı sonların gelmediği hikayelerin yazarıdır.
öyle bir hikaye sundun ki yaşamıma sonu gelmiyor, başı yok.şimdi nereye gideceğim, diyorum.
kendimden kaçamayacağımı biliyorum, öğrendim.
bu benim arafım.bitmeksizin.
nasıl babacan,insanlığın damarlarında dolaştığını hissettiren bi' adamdır ki o ne güzel bi' insandır.yalnızlıklar kitabı her cümlesiyle vurur adamı,tek başınalığınıza yepyeni tanımlar getirir,nedenlerden arındırır,kabulu sunar size huzurla.
--spoiler--
ben sensizliği yalnızlık sanmıştım bir keresinde.
--spoiler--
--spoiler--
ama, yalnızlığın kelimeleri yoktur.
o, bütün kelimelerden oluşmuş bir kelimedir.
--spoiler--
Bizse susuyorduk. Havada, belli belirsiz bir kahve kokusu. Aslında, bu koku olmasa, her şey dağa ilk çıkışımızdaki gibi. Gene, her yer sis. Dağ bile dağlığını tek başına yaşıyor neredeyse, görüp işiteni yok; kendi kendini onaylamak zorunda. Biz de sessizliğimizle gitgide ona benziyoruz sanki; şeyi şeyle tanımladığımız yıllardan kalan sözcükler dilimizin ucunda buruk birer tat şimdi. Belki de onlardan oluşmuş bir geçmişte yaşıyorduk biz; dağa çıkışımız, kaçış umudumuzu dağ sözcüğüyle süslemekten başka bir şey değildi. Her şeyi silip süpüren sisse, geleceğe sarkan düşlerimizin yanlış yorumlarından yaratılmış bir körlüktü. Biraz sonra uyandığımızda, her şeyin ortasında her şeyle alışveriş halinde bulacaktık kendimizi belki de. Bir sokakta yürüyor olacaktık sözgelimi; eczanelerle, afişlerle, kalın kalın sloganlarla, bankalarla, marketlerle ve biracılarla dolu bir sokakta.
Sana mektup yazmak bugüne kadar aklımın ucundan bile geçmemişti. Geçseydi ve daha önce oturup yazabilseydim, herhalde her iki satırdan birini senin için boş bırakırdım. Ya da, senin için, içleri harflerle dolu çeşitli boşluklar yaratırdım sayfaların yüzünde. Senin için de değil aslında, bunu, mektup dediğimiz metnin metin olabilmesi için yapardım. Bir bakıma, seni düşünmeksizin senin için.
işte, şimdi bile bu mektubu yazarken yukarıdaki paragrafı arada bir tekrarlamayı nasıl arzu ediyorum bilemezsin. Aklımdaki geçmişin gölgesine oturup yüzümü geleceğe doğru dönerek onu değişik şekillere sokmayı, bu şekillerin arasından birini seçmeyi, seçtiğim şeklin üstünü öteki şekillerin tadından oluşan yumuşak bir sisle örtmeyi ve kelimeleri bu sisin altından çıkarıp tek tek güneşe tutmayı da arzu ediyorum aslında. Bunları yaparken her şeyi, ama her şeyi unutup sadece yaptığım şeyin kendisine dönüşmeyi de arzu ediyorum hatta; dünya dediğimiz şu daracık genişliğe oradan, ruhunda bütün harflerin ruhunu taşıyan zamansız bir harf gibi bakmayı da arzu ediyorum.
Az önce, her şeyi unutmaktan söz ederken, beni hayatın orasına burasına bağlayan her biri birbirinden sevimli zincirlerin, bilgi suretinde gezinip duran netameli dağların, bakış alanımı daraltan duvarların ve bunlar gibi daha başka varlıklarla çeşitli yoklukların yanı sıra seni de kastettim tabii. Zaten, masaya oturmadan önce benim yapmam gereken en önemli iş seni unutmaktır biliyorsun. Unutamazsam, asla yazamam çünkü; elimde kalem, öylece kalakalırım kâğıdın başında. Ardından da, ne kadar uzak ve anlayışlı olursan ol, özgürlüğümün senin varlığınla kuşatıldığını düşünürüm. Bakışlarının, ne yapıp edip benim atacağım adımları şekillendireceğini düşünürüm sonra. Dahası, senin varlığında eşsiz güzellikler oluşturan bazı zayıf noktaların beni kışkırtacağını, içimde uyuyan ezeli boşlukları harekete geçireceğini, bu hareketlerin de beni tutup sana yaranmaya çalışan tuhaf bir kılığa sokacağını düşünürüm. Doğrusu, hayalimde büklüm büklüm bazı gölgeler belirir de, yüzüm içe doğru nar gibi kızarır böyle zamanlarda. Bir yandan da, fena halde korkarım tabii. Sana yazmaktan değil, senin için yazmaktan korkarım. Başka bir ifadeyle, senin için yazmakla sana en büyük kötülüğü edeceğimden korkarım.
işte, bu yüzden, yazmak için kâğıdın üzerine eğildiğimde, yazdıklarım ille de bir yere varacak, bir yeri aşacak ve varıp aşacağı yere ille de bir işaret konacaksa, oraya seni değil kendimi koyarım ben. Sonra, kendimden bana doğru yavaş yavaş birtakım ayak sesleri gelmeye, benden de kendime doğru yüzlerce yıllık, küf kokulu yaprak hışırtıları uçuşmaya başlar. Bunların ardından, her biri ayrı telden çalan, mesafe suretine bürünmüş yazı cinleri çıkar ortaya. Sayfalardan taşıp hayatın yüzünde gezinen upuzun kuyruklarıyla akıl şeytanları çıkar sonra, cümle boşluklarından oluşmuş dağlar, kelime kelime genişleyen ovalar, ovaların içinden şehirler, şehirlerin içinden de insanlar ve melekler çıkar.
Böylece, sen aklımdan adamakıllı silinir, bir bilinmeyenken hiç bilinmeyen olursun.
Zaten, seni olsa olsa sezerim ben, istesem de bilemem.
Sen de, abartılacak kadar sıradan bir hayat yaşayan bu adamı bilme bence.
Çünkü, her zaman için sezmek, bilmekten daha iyidir."
bir edebiyat etkinliğine davet edildiği ilçenin girişinde üzerinde adı yazılı kocaman bir pankart görünce utanıp geri dönmeye kalkışan zarif, yetenekli, alçakgönüllü yazar.
yeni çıkan kitabı merhamet üzerine olacağını bir söyleşide dile getirmiştir.
yazının bundan sonra sitem içerir. çok uzun zaman oldu hasanım ali 2005 yılından beri roman yayımlamıyorsun. diğer kitaplarını ezberledik artık,özletiyorsun.
doğru zamanda yanlış gezegende dünyaya gelmiştir. dili ve kalemi bu gezegeni aşmakta. ying-yang nietzsche ve kafka ise o ikisinin içinde de kalan iki küçük halkadır. hangisi olduğunu kendiside bilmemektedir. eserlerinde bunu sezebilirsiniz. bi bakarsın karakalem resim yapar gibi aydınlatır her şeyi bi bakarsın silgiyle karartır okurunu nirvanalara çıkarttığı sahneleri.
Öğrenciler şimdilik ne denli dağınık yaşarlarsa yaşasınlar, bütün bunlara, gelecekte kavuşmayı umdukları bir uyum uğruna katlanıyorlardı. Banka müfettişliği, müsteşarlık, doktorluk, mühendislik ya da öğretim üyeliği gibi mesleki etiketlerin özlemini görüyordum üçünün de gözlerinde. Daha sonra da, kafalarına doldurulan verilere göre, şirin birer kız bulup evlenmeyi düşlüyorlardı. (Yuva ve mutluluk ne kadar birbirine yakışıyorsa, o kadar mutlu bir yuva! Mutluluklarının sınırsızlığı yuvalarının sınırlarında yani; yani hoş geldin canım'lar, güle güle'ler, sarılmalar halat gibi, bakmadan görmeler, işitmeden duymalar, kaşık sesleri yani, çatal sesleri, yemek saatlerinin kesinliği ve eşyaların, pazarların sonra, pazartesilerin ve sabahların kesinliği ve uykuların; ardından kestane patlatım törenleri, koro halinde sevinmeler, tören kurallarını ayakta tutmalar sonra, ikide bir ikide bir kural koyma törenleri ve şefkatin köşe bucak arandığı saatler ve şefkatin sebil gibi ortalığa döküldüğü ve bir damla gözyaşının boğduğu ve bir sözcüğün bulandırdığı ve bir hıçkırığın kocaman bir soru işaretine dönüştürdüğü ve minicik bir kuşku kurdunun kemirdiği günler, sonra gelecek hesapları, yüzlerde gezdirilen ve arada bir, bir sözcükle ısıtılan gülümsemeler, sonra çoraplar, sonra ikilemler, ikilemsizlikler sonra, konuşma zorunluluğu, bu zorunluluğun doğurduğu içtenliksiz sesler, bu seslerin doğurduğu derin sessizlikler, bu sessizliklerin..)
Üçü de, bir ucu yuvalarına, bir ucu mesleklerine dayanan koskoca yaşamlarında sevilip sayılmak da istiyorlardı tabi, sevilip sayılmak neyse; temiz temiz giysilerle bir sürüden ayrılıp ötekine katılmak, mesleki saygınlıklarını koltuk değneği gibi kullanıp dolaşmak ve edinecekleri mülkleri de yanlarına alıp yükselebildiklerince yükselmek istiyorlardı. (Yükselmek: Kendini aşağılarda saymanın ateşli hastalığı; insanın kendisi için doğurduğu son anne; bugünün tadını alıp götüren büyülü bir düş ya da; yukarıya doğru alçalış..) Bu düşleri taşımıyor olsalar, ailelerinden kopup bunca uzağa gelmez ve bunca bulaşık dağına, duvar diplerinde yuvarlanan boş şarap şişelerine, gecikmiş akşam yemeklerine, uykusuzluklara, kirli çamaşırlara ve tozlu odalara boyun eğmezlerdi herhalde, her gün öldürülme korkusuyla üniversiteye gidip gelmezlerdi. Demek ki, düzenli, uyumlu ve güçlü olma istekleri, ölümü bile göze aldırıyordu onlara. Belki de ölümlerin birçoğu, bu denli eften püften şeyler için göze alınıyordu ve hiç kuşkusuz bu öğrenciler, uyumun bir denetleme ve kabullenme olduğunu bilseler de, onun ilk aşamada bazı tatlar vermesine karşın, uzun erimde yaratıcısını yok edeceğini düşünmüyorlardı. Belki yıllar sonra, yaşamlarının herhangi bir noktasında, uyumun kemirip bitirdiği birer ölüye dönüştüklerinde de düşünmeyeceklerdi bunu ya da içlerinden biri, sözgelimi isvan, kendi kendini uyuma zorlayan biricik canlının insan olduğunu ve uyumun, insanın kendi kendine buyurabilmesini engellediğini fark edip aykırı davranışlar gösterecekti. Kendine yön verme gücünü yeniden kazanmaya çalışacaktı yani; çiçek saksılarıyla aynı odada yaşamanın temelinde yatan gerçeğe doğru yaklaşacak, hayvanla insan birlikteliğinin gizini sezecek, insanların pencerelere yakın durma güdülerini ansızın anlayacaktı.
kendisiyle ilgili ne varsa araştırdım, bilgi edindim. kendisini okuyorum, su gibi adeta. süslü kelimelerle donatmak istemiyorum burayı ama bu ülkede yaşamaktan bir çok konu ve yanlışlar sayesinde uzağım, bu ülkede yaşayıp bizlere ruhunu akıtan böyle yüce gönüllü romancıları okudukça konuştuğum dil ve yaşadığım ülkeden gururlanıyorum.
Tesadüfen tanıdığım yazar. Gölgesizler adlı kitabını ancak şehir kütüphanesinde bulabildim. Masaya oturdum ve kitabın ilk cümlesini okudum. Okuyuş o okuyuş. Deyim yerindeyse yığıldım. Kütüphane görevlisine 20 lira verip kitabı satın aldım.
Şu an elimde kitap fakat okumuyorum. Daha doğrusu okumaya kıyamıyorum.
Kitap bittiğinde kendimi içi boş kitapların arasında bulacağım. Keşke gölgesizler en az 1000 sahife olsaymış.