harika bir gün

entry1 galeri0
    1.
  1. en iyi umut sarıkaya yazılarından biridir. adamın hayata bakışını değiştirir.*

    --spoiler--
    Hiç unutamadığım bir anım yok galiba benim. Günlerce düşündüm. Ama yok. Yirmi dokuz oldum nerdeyse, geriye dönü baktığımda farkettiğim tek şey, zerre badire atlatmadan bu günlere kadar geldim sizin anlayacağınız. Bi kere kahvaltıdan sonra “dur lan kaç zeytin yemişim bi sayiim” diye düşünüp saymıştım da tamı tamına 22 tane zeytin çekirdeği saymıştım. işte başımdan geçenlerin ilginçlik seviyesi bu kadar… Sanırım size ne kadar ilginç bir adam olup olmadığım hakkında bir bilgi vermiştir bu unutulmaz anım.

    işte bi şekilde gelebildik bu yaşa kadar, bu heyecan seviyesinde. Yanlış anlamayın sevgili okurlarım katiyen şikayetçi değilim bu durumdan. “Bi 60 yıl daha böyle yaşamaya var mısın Umut?” diye sorsanız size o meşhur gülümsememle gülümser ve “varım” derim. Eğer bir vilayet olsaydım kesin Bilecik olurdum. Lütfen dikkat edin “Türkiye’deki iller arasından” demiyorum, dünya üzerindeki şehirler arasında Bilecik olurdum. Dünyada Bilecik ne ifade ediyorsa ben de insanlara onu ifade ederek bir 60yıl daha yaşamak istiyorum. Çok şey mi istiyorum?

    Şimdi bazı okurlarımız “vay çakaaaaaaalll, hiç ilginç değilim diyerek ilginçliğin şahbazı olmaya çalışmak ha?” diye hınzırca güleceklerdir. Böyle düşünen okurlarımız lütfen kimseyi kendi gibi sanmasın. Katiyen aklıma gelmeyen bi şey bu. Ben burada samimi duyhularımı anlatıyorum arkadaşım. Şu köşede şimdiye kadar hiç okuruma yalan söylemedim ben, şimdiye kadar hiç yalan konuşmadım bundan sonra da konuşacak değilim.

    Neyse, devam edelim. Eğer atalarımız Orta Asya’dan hiç ayrılmasalardı, Boğaçhan gibi yiğitlik yapanlara yiğitlik yaptıktan sonra yaptığı yiğitlikle ilgili isim verdiklerinden ben bu yaşıma kadar “çiçiuuu” diye ıslıkla çağırılan, “alooo sen, mavi kazaklı… sen evet sen… gel bakayım buraya arkadaşım” diye seslenilen ya da “gözlüklünün yanındaki” diye anılan biri olacaktım. Allah’tan zamanında Orta Asya’dan göç edip Sivas’a kadar gelmişler de bir ismim var iyi kötü… Nüfusa geçtik atalarımızın sayesinde.

    Yıllarım kız arkadaşlarımı samimi arkadaşlarıma övmekle geçti. “Çok zeki kız lan”, “Espiri anlayışı aynı bizim gibi…”, “Yani benim kız versiyonumu düşün aynısı”, “Oğlum düşünebiliyor musun eski Türk filmlerini seviyor ve çok iyi biliyor”, “Süper makara kız, hiç trip yapmıyor” diye övüp durdum bütün kız arkadaşlarımı. Övmekle kalmadım “aynı benim gibi” diye bir insanı dünyanın en özel insanı kıldım yıllarca. “O da IRON MAIDEN fanı ben de öyleyse niye ölene kadar beraber yaşamıyoruz” diye düşündüğüm de oldu, aynı anda birbirimize mesaj attığımız için yaşadığımız şeyi sanki dünyada kimse yaşamıyormuş gibi davrandığım da oldu. Gençlik işte IRON MAIDEN’in dünyada binlerce fanı olduğunu da, o kişiden en az yüzlerce olabileceğini de unutuyor insan zaman zaman. En yakın IRON MAIDEN fanına aşık olmak nasıl bir salaklıkmış Allah aşkına? Bağımsız sinema da, IRON MAIDEN da (ama eski IRON MAIDEN), Eski Türk Filmleri de, Dostoyevski de dünya üzerinde yüzlerce, binlerce insan tarafından çok sevilen şeyler. Bi kişinin daha sevmesine niye bu kadar şaşırmışım ve değer vermişim anlayamadım… Ayrıca dayımın oğlu Sertaç’la da aynı anda birbirimize kandil mesajı atmıştık. Sertaç’la da mı bir ömür geçirmeyi düşüneyim ben şimdi yani?

    Dediğim gibi hiç ilginç bi adam olmadığım için beğeni kavramım da çok girdili çıktılı değil. Önümdekiyle yetinrim. Bunca yıl şunu severim bunu severim diye konuştum ama ne dinlediysem genellikle sevdim. Güzel yani, çalışılmış, baya buluşup stüdyoya girilmiş diye takdir ettim hep.Bütün gün klise yakan iskandinav gruplar üzerine konuşup, gecenin sonunda bar kapanırken “içerim ben bu akşam” diye bağıra çağıra şarkı söylemem de zaten her şeyi beğendiğimi göstermiyor mu? Özellikle müzikde bu böyle… Film filan ne kadar kötü olsa da izleniyo lan. Takılıyorsun. Yapılan her şey güzel aslında. Daha iyisini ben yapamıyorsam benim için o şey güzeldir… Adam resmen elektrogitarı öttürüyor, verseler “dağlar dağlar”ı bile çalamam, ben şimdi Metalica’nın müziği hakkında nasıl kötü konuşayım, söylesenize!

    Hal böyle iken ve ben gördüğüm her şeyi her an beğenecek şekilde yaşarken, karşı cinsten birinin beğenilerinin benim beğenilerime denk gelmesini niye bu kadar coşkuyla karşıladım ve o kişi gidince dünyanın sonu gelmiş gibi davrandım yıllarca. “Aynı benim gibi” diye tanımlayacağımız, ruh ikizlerimiz aslında o kadar çok ki. Hepimi aynı insanız ve o kadar çoğuz ki… Ama bilmiyoruz, g.tümüz o kadar çok kalkık ki bizden bi başkası daha yok sanıyoruz, görünce de hemen aşık oluyoruz… Ayrılıyoruz ağlıyoruz sonra yeniden başkasına aşık oluyoruz bu böyle sürüp gidiyor…

    Sürekli bi debelenme hali var, olan bünyeye oluyor… Çok yoruyoruz kendimizi, bizi dünyada tek anlayan insanın gitmemesi için yalvarırken, çabalarken… Şu an tam emin olmadığım bilgilere dayanarak söyleyebilirim ki modern ve kapitalist dünya bireyin kendisini olduğundan daha özel olduğunu hissetmesini sağlıyor… Kendini gereğinden özel hissettirerek neyi amaçladığı üzerine sizle ilerde bir gün uzun uzun konuşmayı gerçekten çok istiyorum. Ama önce bilgilerimin doğruluğundan emin olmalıyım.

    Genelde Bülent’le dergide çok zaman geçiririz iş olmasa bile… internetteki bedava müzik sitelerinden müzik dinleyip, bira ya da çay içerek muhabbet ederiz. Geçen konuşurken “yeni bi site çıkmış milyonlarca şarkı varmış içinde. Bundan sonra ona girelim, bizim girdiğimiz sitede onbin tane varmış ama onda milyonlarca varmış. Daha iyiymiş” dedim. “.mına koyiim onbin tanesini dinledik de sanki milyonlarcası eksik kaldı. Oğlum toplam üç tane şarkı dinleyip duruyoruz zaten bütün gün. Napıcaz milyonlarcanın arasında. Bizim olayımız üç tanedir işte, onu da dinliyoruz. işimizi görüyor. Niye rahatımızı bozuyoruz” dedi. Tabi bunları bir bilge derviş gibi demedi, bir yandan tost yerken dedi…Ben de tostumu yemeye devam ettim, ama bir anda aydınlandım ve “zaten bu yetinmeme durumunu ben çok önceden düşünmüştüm Bülent’ciğim, şimdi sen dedin diye düşünmedim, bir ara açacaktım sana bu konuyu” demek istercesine bu paragraftan önce size anlattıklarımın aynısını Bülent’e de anlattım. Tabi anlatırken tostun dilimi yakan sıcak sucuğunu ağzımdan çıkarıp elimde üfledikten sonra tekrar yiyerek anlattığım için pek etkili olmadı Bülent üstünde. Sadece “iyi abi, pek güzel düşünmüşsün” dedi.

    Bülent haklıydı, pek güzel düşünmüştüm. Ve yine haklıydı ki yeni site yeni yorgunluk demekti. Yeni siteye gir, özelliklerini az ingilizcen ile öğrenmeye çalış, günler sonra yeni siteyi kullanmaya alış sonra yine üç aynı şarkıyı çal. Durduk yere rahatımızı bozacak bir şeyle boşu boşuna uğraşmak demekti. Teknolojinin gelişmesi bireye çok acayip bi haz katmadığı gibi onu yıpratıyor. Hesap makinesinden ters LEBLEBi yazarken aldığım hazıı şu bilgisayardan alamadım gitti. (Bu arada “birey birey” diyip durarak çok bilimsel, can sıkıcı bi makale yazıyormuşum gibi oldu ama birey dediğimiz kişi Osman, Recep, Mahmur… Yani senin benim gibi bi adam. Kafalar karışmasın, “birey” kelimesi karşınıza geldikçe içiniz sıkılmasın) Modern dünya ve ürün satışına dayalı sitem “işimizi görsün yeter” diyen bireyi, babalarımızı, dedelerimizi sevmez, “daha yenisi çıkmış, çok hızlı bir işlemciye sahipmiş.” diyen genci sever. Genç, kapitalist sistemin ekmeğidir, suyudur… Neyse dediğim gibi bi ara bu konuları kapsamlı bi şekilde konuşuruz. Tam bi öğreneyim de bu kıllı mevzuları, size bi ara izah edicem…

    Bülent’e bu güzel sohbet için teşekkür ettim ve eve gittim. Bir hafta sonra kapı çaldı… Annem bakmaya gitti. Halının üzerinde emekleyerek kapıya yöneldim ve salonun kapısından kafamı çıkararak “kim gelmiş anne” dedim. Dememle gelenlerin gözleri yerdeki bana yöneldi. Dergiden Uğur, Ender ve Cengiz’di bu gelenler. Görünce onları reflekssel olarak içeri kaçtım emekleyerek. Sonra yeniden emekleyerek yanlarına gittim ve “hoş geldiniz dostlarım, buyurun içeri” dedim. Babamla tokalaştılar, çaylar geldi içildi, siyaset üzerine sohbet edildi. Bütün bunlar olurken ben hiç söze karışmayıp, sadece defterime bi şeyler çizdim, sobanın külüyle oynadım, koltuğun altına ayna tutup düşmüş kalemimi aradım. Kimse de niye herkes gibi kanepede oturmadığımı sormadı. En son Uğur “Ne oldu ya doğalgazı iptal etmişsiniz sobaya geçmişsiniz. Yoksa AKP’nin kömür yardımından mı yararlanmak mı istediniz mih mih mih” diye emekli öğretmen mizahını barındıran bir soru sordu. Babam da “Umut istedi” dedi. Onlar bu diyalogu sürdürürken ben o sırada onlara arkamı dönmüş, dizlerimin üstünde oturarak reklamları izliyordum. Babamın “Umut istedi” demesini duyar duymaz başımı onlara doğru çevirerek “Evet dostlarım ben istedim” dedim ve parmağıma sapladığım soyulmuş tam mandalinayı hareket ettirerek bir Nasrettin hoca fıkrası anlattım. Hiciv ve yerme sanatı ile içinde bulunduğum durumu anlatmıştım. Ama anlamadılar. Cengiz “oğlum sabahtan beri sorucam soramıyorum. Napıyorsun lan sen orda, kafayı mı yedin. Niye gelmiyorsun lan dergiye, bi şey oldu zannettik” dedi. “Sevgili dostlarım açıklayayım… Ben artık halıda yaşamaya karar verdim. Haftalık köşemi ve yazımı buradan yazıp çizicem. Korkmayın işleri aksatmıyıcam” dedim. Uğur heyecanla “Manyak mısın lan sen. Döverim seni. Deli isin nesin lan sen, kendine gel. Ne halısı!” diyerek halime kaygılandı. Gülümsedim ve “Bu sorunun cevabını Bülent’e verdim. Ben yoruldum arkadaşlar, debelenmek istemiyorum artık. En mutlu olduğum yerden hiç çıkmamalıydım, halıdan hiç dışarı çıkmamalıydım. Hayatımın en mutlu zamanlarını soba yanarken halıda geçirdim ben. Mutlu olduğum yerde olmak istiyorum ben kimseye anlam yükleyip çabalamak istemiyorum. Şahane işte aile var, çay var, mandalina, soba var, halıdayım. Çok çabalayınca, mekan değiştirince şu tattan daha şahanesini alamıyıcam. işimi görüyor halı benim, eldekiyle yetinmek gerek” dedim. Bunları dedikten sonra soba çok hızlı yandığı için birden sıcakladım. Kazağımı çıkarmaya çalıştım. Ama kafamdan geçmedi boğazı, geçmedikçe ve kafam kazağın içinde sıcaktan piştikçe, içim sıkıldı, kazakla boğuştum ve “annnnneeeeeeeaaa” diye bağırdım. Geldi kazağı kafamdan çekerek çıkarmaya çalıştı, kafamı tutan dar boğazlı kazakla odanın ortasında domalarak bir iki tur döndüm. En sonunda kazak çıktı. Biraz serinlemiştim. Ender sorar gözlerle söze girdi “ne yani şimdi sen herkes halıda mı yaşasın diyorsun. Kimse halıdan çıkmasın mı istiyorsun. Bu çok saçma” dedi. “Haklısın böyle bir şeyi bir çılgından başkası isteyemez. Ama ben öyle bir şey demiyorum. Ben çok makul bir şey diyorum. “Herkes mutlu olduğu yeri bulunca orayı bırakmasın. Çok fazla kurcalamasın hayatı. Çabaya gerek yok, elde olanla yetinmememizi isteyen güçler var. Bizi yormak, yıpratmak istiyorlar. Benim mutluluğum halıda, seninki nerde bilmem. Ne olursa olsun o mutlulukla yetin, onu hiçbırakma” dedim. Bi bok anlamadılar. Uğur “abi kız meselesi mi sorun?” dedi. “He kız meselesi” demek zorunda kaldım çünkü derdimi anlamayacaklardı. “Ne olursa olsun halı çok güzel bi yaşam alanı lan. Dersimi yapıyorum, oyunumu oynuyorum, dizimi, reklamımı izliyorum. Arada bir sobayı karıştırıyorum, içinde bişeyler yakıp, yanmasını izliyorum, keyfim çok yerinde. Kafamı sürterek halıda geziniyorum neşemden. Hatta siz gelmeden önce o kadar çok kafamı halıya gömdüm ki annemin başörtüsünün kenarlarındaki mor boncuklardan biri düşmüş halının tüyleri arasında onu buldum” diyerek bulduğum boncuğu anneme verdim, çok sevindi. “Halı benim için bir yaşam biçimi.” diye de ekledim. O sırada babam çorabını çıkardı halıya, yanıma attı. Annem, misafir geldi diye meyve salatası yapmış, hep beraber onu yedik. Ardından sehpayı çekerek Ender’le güreştirdi babam bizi. Sonra da hangimiz daha uzun diye bakmak için üçümüzü ayağa kaldırıp yan yana dizdi. Bu sırada Cengiz altına bi yastık almış, uzanarak köşesini çizmeye başlamıştı. Kısacası sevgili dostlarım halının tadını onlar da almıştı. Hep beraber yan yana dizilip televizyondaki filmi izledik. Gece onlar giderken, Ender’in kulağına “Oğlum halıda yaşıyoruz dediysek iyice bebe olmadık. Sağlıklı bir erkeğim nihayetinde. Kızlarla filan tanışırsan akşam babamlar yattığında halıya atabiliriz kızları. Aklında bulunsun” dedim. “Tamam” dedi. Vedalaştık, evlerine gittiler. Güzel bi gündü halıda mutluydum.
    --spoiler--
    1 ...
© 2025 uludağ sözlük