bektaşi literatüründe hallac-ı mansur olarak anılıp, genelde de öyle kalsa da, oldukça uzun bi adı vardır aslında : ebu abdullah hüseyin bin mansur el beyzavi el hallac. doğayı ve kur'an'ı yorumlayabilmiş bir mevlevidir. ruhunu mirac'a ulaştırmak için "ruhani çile" çekmiş ve derin bir tefekkürle vahdet-i vücud mertebesine ulaşmıştır. ruhuna bakıp yaradan'ı görmüştür. bu, dönemin şeriat anlayışına ve abbasi halifelerine ters gelmiş, anlaşılamamıştır. aşk'la kendini tutamamış, en-el hakk demiş ve yanlış anlamış bir mutasavvıftır. vahdet-i vücud anlayışı yüzünden , fetva üzerine idam edilen hallac-ı mansur'un vücudu önce taşlanmıştır. amaç en-el hakk sözünden dönene kadar taşlamakken sözünden dönmemesi üzerine vücudu kesilerek parçalara ayrılmış, daha da diretmesi üzerine de dili kesilmiştir. işkence, yakılıp küllerini dicle'ye atılmasına kadar varmıştır. bunun üzerine taşan nehrin suları yine kendi vasiyeti üzerine durulmuştur. rivayete göre bir dostuna cesedinin parçalanıp yakılacağını ve küllerinin dicle'ye atılacağını, bunun üzerine dicle'nin taşacağını, ancak hırkasını nehre atarsa suların çekileceğini söylemiştir. veli'nin sözünün* anlamı çok sonra anlaşılmış ve bazı çevrelerce kabul görmüştür. "ben hakkım, ben yokum hak vardır, herşey o'dur, her canlının ruhunda o'ndan bir parça bulunur"...
aydınlanma güç iş, bilgi ağır şey. seyr-i suluk tek başına yürünecek yol değil. hallac-ı mansur ona görünür olanın parlaklığıyla gözleri kamaşmış bir çaylaktı aslında. hakikatin parlak ışığı gözlerini o kadar kör etti ki, bu kadar göz önünde bulunanı etrafındakilerin anlamayışını anlayamadı.
ene-l hak diye bağırmak cesaret işi değildi yani, cehalet işiydi. pazar yerindekilerin "bu beden zahiridir, ben aslında bütünün zerresiyim, varlığım varlık'a armağan olsun" demek istediğini anlamayacaklarını bilemeyecek kadar "uçmuş"tu. susup hocalarının yanında "hakikat"i nasıl anlatacağını öğrenmesi gerekiyordu, yapmadı. yola girenin ilk aşamasını bile yerine getirmedi, konuşma orucunu tutmadı.
bilgiyi ilk farkedenin düştüğü büyük hatadan kurtaramadı yani kendini. hazır olmayana aktarılmayacağını düşünemedi. veli olabilirdi, deli oldu. tanrılık iddiasında olduğunu düşünen tanrı koruyucuları da kendi algı seviyelerinin gereğini yerine getirdiler.
demek ki neymiş; ne kadar anlatırsan anlat, karşındakinin anlayacağı kadarından fazlasını aktaramazsın. yunus emre manyak mıydı, dergahına kırk yıl odun taşıdı.
öldürülmeden evvel şu duayı okuduğu rivayet edilir.
Allah'ım şu anda mevcud olan tüm tecelliler sensin.
Asılmaya giden,asmaya gelen ve asılanı seyredenler yine senin tecellindir.
Benim varlığım senin varlığının beşerîlik serabı,
senin varlığın benim varlığımın ilâhîlik serabıdır.
iki serab da sensin, iki ayrı serab olmadan.
Senin ezeliliğin benim sonradanlığımın tecellisi,
benim sonradanlığım senin ezeliliğinim tecellisi.
Bana verdiğin bu nimetlerin,
güzelliklerin sırları için şükrederim.
Şu topluluk senin kullarındır.
Dinlerine olan sadakattan dolayı
beni öldürmek için toplanmışlar.
Onları affet.
Bana açtığın sırları onlara da açsaydın
bunlar başıma gelmezdi.
"belirli ad, belirsiz ada ilişkin anlayışın içindedir. belirsizlik, ermişin işaretidir, bilgisizlik de onun yöntemi.
gizemin dışa vuruşu, anlayışlardan uzaktır, ama onlara döner. ermiş, nasıl tanır o’nu madem ki “nasıl” yok? nerede tanıdı o’nu, madem ki böyle bir “yer” yok ? nasıl ulaştı o’na ; birlik kavramı yoksa ? nasıl ayrıldı o’ndan ; ayrılık yoksa ? katıksız belirlilik, sınırlı ya da kısa ömürlü bir amaç olamaz ; onun, sürdürülmeye gereksinimi yoktur, yok edilmeye de.
gizem, öte kavramının ötesindedir ; uzamsal sınırın ötesinde, niyetin ötesinde, alışılmış yöntemlerin ötesinde ve algının ötesindedir.çünkü bunların tümü , varlıktan önce ortaya çıkmazlar ve bir yer içinde var olurlar. o, varoluştan hiç uzak-laşmamıştır ; nicelikten nedenlerden ve sonuçlardan önce vardı, ve var. öyleyse bu nicelikler o’nu nasıl içerebilir, ya da sınırlar o’nu nasıl kuşatabilir ?
kimisi der ki : “ ben tanrı’yı, o’ndan yoksunluğumla bilirim.” o’ndan yoksun olanlar, o’nun sürekli varlığını nasıl bilebilir ?
kimisi şöyle der : “ ben o’nu kendisine ilişkin bilgi yokluğumla biliri.” bilgi yokluğu, yalnızca bir perdedir ve tanrı bilgisi, bu perdenin ötesindedir. yoksa bir gerçekliği olmazdı.
kimisi der ki : “ ben o’ nu adının yardımıyla bilirim. “ ad, adlandırılmış’ tan ayrılamaz ; çünkü o, yaratılmış değildir.
kimisi şöyle der : “ o’ nu, kendisi aracılığıyla bilirim. “ bu, tanınacak iki varlık kabul etmek demektir.
kimisi der ki “ o’ nu yaptıkları aracılığıyla bilirim.” bu, insanın yapılanlarla yetinmesi onları yapan tek’i aramamamsı anlamına gelir.
kimisi şöyle der : “ ben o’nu, kendisini bilme konusundaki olanaksızlığımla bilirim. “ bu kişi, ayrılma gücüne sahip değildir; bağlı olan, nasıl o’ nu bilebilir ?
kimisi der ki : “o beni bildiğinden, ben o’ nu bilirim. “ bu biçimsel bilgiden (ilm) yararlanmak ve tanrısal öz’den farklı bir bilgiye ulaşmak demektir. öz’ den ayrı olan , öz ’ü kavrayabilir mi ?
kimisi der ki : “ ben o’ nu , kendisinin kendi hakkında verdiği bilgiyle tanıyorum.” bu, bilinmesine izin verilenle yetinmek, doğrudan bilgi yoluna başvurmamak demektir.
kimisi şöyle der : “ ben o’ nu, karşıt sıfatlarıyla biliyorum.” oysa bilinen , ne sınırlandırılmaya uygundur, ne de bölümlenmeye.
kimisi : “ amaçlanan (tanrı) bilir yalnızca, kendisini.” diyerek ermişlerin, kendi farklılıklarına bağımlı olduklarını ; çünkü amaçlanan’ ın, kendisini kendinde tanımayı hep sürdürdüğünü doğrulamaktadır.
ey mucize ! insan, kendi bedeninin bir kılının nasıl karadan aka dönüştüğünü bilemezken, her şeyin yaratıcı’ sını nasıl olur da bilebilir ? özetlemeyi ya da irdelemeyi bilmeyen ; ilk’ i ve son’ u , değişmeleri, nedenleri, gerçeklikleri, hayalleri bilmeyen insan , süreklilikte var olan o’ nun hakkında bilgi edinme olanağına sahip değildir.
hamd olsun o’ na ki onları ad’ la sınırlamayla , belirtiyle örttü. onları bir sözcük altında, bir koşul, yetkinlik altında, ve öncesiz- sonrasız var olandan gelen güzellik altında gizledi. yürek bir et parçasıdır ; bundan dolayı tanrı bilgisi , orada yer almaz, çünkü tanrısal bir şeydir.
anlayış, iki mantıksal ölçüye sahiptir ; uzunluk ve genişlik. dinsel yaşamın iki kuralı vardır : sözlü kurallar ve yazılı kurallar. yaratılmışların tümü, göklerde ve yerdedir.
ama tanrısal giz, ne uzunluğa, ne de genişliğe sahiptir ; ne göklerde ne de yerde bulunur ; dışsal biçimlerin içinde değildir, ayrıca sözlü ve yazılı kurallarla ulaşılan içsel hedeflerde de değildir.
“ben o’ nu, kendi gerçekliğiyle biliyorum” diyen bir kişi, kendi varlığını, amaçlanan’ ın varlığından üstün kılar; çünkü bir şeyi , asıl gerçekliğiyle tanıyan kişi, ondan daha güçlü olur.
ey insan! yaratılmışların içinde, zerre’ den daha küçüğü yok ve sen onu algılayamıyorsun. zerreyi bile tanıyamayan insan, bu zerreden daha algılanamaz olan o’ nu tanıyabilir mi ?
dışarıda bırakılan şey, ölümlüler tarafına gider ; içeride bırakılan da, öz bilgisinin tarafında kalır. gizem, kendi özünü gizlemiştir. düşüncelerden, saptırıcı amaçlardan ve unutkanlıktan kopuk ve uzak kalır.
gizeme erişmek isteyen, onlardan korkar ve onlardan korkan, kendini onlardan kurtarır ve uzaklaşır. gizemin doğu’ su batı, batı’ sı doğu’ dur. yeri ise, en yüksek dünyanın yukarısında değildir ; en aşağı dünyanın aşağısında da değildir.
gizem, var olan şeylerden uzaklaşır ; hep tanrısal süreklilikle birliktedir. patikaları dardır ve hiçbir yol ona ulaşmaz. anlamları belirgindir ama ona götüren bir kılavuz yoktur. duyular onu hissetmez ve insanların tamamlamaları ona erişemez.
ona sahip olan, yalnız kalır ; onunla karışan kuralların dışına çıkar ; ondan soyunan , kör olur ve kendini ona bağlayan yıkıma uğrar. onun parlaması, kesintisiz akan su gibidir, kaynayan bir pınardır ; esintisi boldur ; oku delicidir ve fırlatıldığında gücü kesilir. ondan korkan, dünya işlerinden el çeker ve dikkatsiz seyirci olur. onun çadır ipleri, ermişler ve tırmanma araçlarıdır.
gizemin kendinden başka benzeri yoktur. tanrı’ nın, kendinden başka benzeri yoktur ; ve o, gizeme benzer. o, gizemi ve kendini andırır ; gizemin, kendini andırması gibi. tanrı, yalnız kendine benzer ve gizem, yalnız kendine benzer.
gizemin binaları, kendisinin destekleridir ; destekleri de kendisinin binaları. ona sahip olanlar, ona sahip olanlardır ve onun yapıları kendisinindir, kendisindedir ve kendisinin ürünüdür.
o, tanrı değildir ; tanrı da o değil. ama ondan başka tanrı yok ; ve tanrıdan başka o (gizem) yok. tanrıdan başka tanrı yok.
gizemci, “gören kişi”’ dir ve gizem, “ kalıcı olan” ‘da kalır. gizemci, kendi tanıma eylemiyle durur ; çünkü kendisi, kendi hakkındaki bilgisidir ve bu bilgisi de kendisidir ; gizem, onun ötesindedir ve amaçlanan, onun daha da ötesindedir.
öykü anlatmak, öykücülerin işidir ; gizem ise seçkinlerin ilgi alanı ; gösterişli davranışlar, kişilerin işidir ; konuşma ise, yalancıların , ilgi alanı ; derin düşünme, umutsuz insanların yaptığı şeydir ; ilgisizlik ise, yaban insanlara özgüdür.
tanrı tanrıdır. evren de evren.
çirkin ve kötü yok."
girdigi hanlarda kendisi çorba içip köpegine ziyafet çeken kisi. soranlara "bu köpek benim nefsimin temsilidir. o doymali ki bana zarari olmasin." babinda cevap verir.
"en'el hakk" sözünden farkli çikarimlar yapmak mümkündür. bir yorum ise söyledir; ben tanriyim, onun bir suretiyim, onun sifatlariyla bezeliyim. lakin onun haricinde var degilim. ondan gayri ve bir basima bir varlik degilim. "o ve ben" yok. o tek olandir. her şeydir. ben de bu "her şey"ligin dahilinde aslinda "O" yum. haricinde ise yokum.
Bize küfür işler diyenler,
Önce küfür işlerine bakalar,
Bize zındıklık yaparsın diyenler,
Önce kendi aynasına bakalar,
paranın adı olmuş himmet,
Oysa bizde bolca var hizmet,
Sizde kalsın adı olan himmet,
bize yeter ahrette hizmet,
Davul çalar kız ağlar,
Yetim aç kalınca ağlar,
Şeyh parasız kalınca ağlar,
Mansur Sevgisiniz kalınca dağlar,
Çoban aç kalanda keçe satar,
Âşık aşksız kalanda gözyaşı satar,
şeytan günahsız kalanda şer satar,
şeyh aç kalınca nafile satar.
Hallac-ı Mansur'a ithafen yazılmıştır.
p.
--spoiler--
Ben ki Hallac-ı Mansur; Enel-Hak diyerek can veren, ben ki Hallac-ı Mansur; dokuz yıl zindanlarda yatıp
derisi yüzülerek öldürülen, ben ki Hallac-ı Mansur; yoktan gelip Yok'a giden…. Sevgiye inandım çünkü her şeyin
başı sevgi, imanın çekirdeği sevgi, yaradılışın temeli sevgi, var olmanın nedeni sevgi. Evren sevgi üzerine kurulmuş,
sevgi üzerine dönmekte. Bir insanın bir başka insana duyduğu cismani sevgi, bir insanın Yaradan'a duyduğu ilahi sevgi
ve bir insanın kendisine duyduğu bencilce sevgi. Hatta Yaradan'ın yarattığı kullarına karşı duyduğu sonsuz sevgi,
hatta ve hatta Yaradan'ın kendi kendisine duyduğu ve kainatı var eden sevgi… işte bu sevgiydi, beni ben edip Enel-Hak dedirten.
Tövbe et dediler etmedim, af dile dediler dilemedim, tek tek kestiler de bütün uzuvlarımı yine de “ah!” demedim.
Hayat dediğin nedir ki namerde boyun eğince? Kim beni razı edebilir, kula kulluk etmeye?”
--spoiler--
Ası adı Hüseyin bin Mansurdur. Hallac denilmesinin sebebi şudur: Bir gün, arkadaşı olan bir hallacın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun yardımını rica etti. Fakat hallacın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; "Ya Hüseyin, senin için bugün işimden oldum" diye söylendi. Hallac-ı Mansur onun endişeli hâline bakarak gülümsedi; "Üzülme senin işini de biz halledelim" diyerek parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallaç şaşırıp kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bundan sonra da ona Hallac-ı Mansur dendi.
Pek çok kerametleri görüldü. Yanına gelenlere yazın kış, kışın yaz meyveleri ikram ederdi. insanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalblerinden geçenleri Allahü teâlânın izni ile haber verirdi. 400 kişi ile birlikte çöle açılmıştı. Birkaç gün geçti. Yiyecek hiçbir şey bulamadılar. Açlıktan perişan bir hâle geldikleri sırada ona gelerek hallerini arz ettiler. Hemen elini arkaya uzatıp, 400 kişinin her birine bir kelle ile iki pide verdi
Hallac Bin Hüseyin Mansur, Miladi 858 yılında iran'ın Fars eyaletine bağlı Beyza kasabasında doğmuştur. Yıllarca büyük sofiler arasında ömür geçirmiş, bu arada ünlü mutasavvıflardan Abdullah Tüsteri, Cüneyd-i Bağdadi ile birlikte bulunmuş sonra diyar diyar dolaşarak gezdiği yerlerdeki Velilerle görüşmüştür. Son günlerinde ilahi coşkuya tutularak Ene'l Hak demeye başlamıştır. Bu sözler bazı din bilginlerince yadırganmış, büyük tepkilerle karşılanmış, susturulması gerektiği düşünülmüştür.
Hallac, Bağdat'ta önce hapsedilmiş, kendisine hayli işkenceler yapıldığı halde yine de davasından vazgeçmemiştir. Nihayet çağının ünlü alim ve sofilerinden Şibli'nin fetvasıyla darağacına çekilmiş ve bu son işkence sırasında çektiği acılara katlanmış, ancak karşısında kendisine çamur atan insanların arasında Şibli'yi görünce ağlamıştır.
Mevlana, Hallac'ı ve onun Ene'l Hak sözündeki inceliği anlamayanları mesnevi'de şöyle kınamaktadır;
Kalem bir gaddarın elinde olunca,
Şüphesiz Mansur darağacına çekilir.
Mevlana, yine mesnevi'de Ene'l Hak sözünün gerçek anlamını şu temsil ile açıklamaktadır;
Soğuk bir demiri ateşe atarsanız, o tıpkı ateşin korları gibi kızarmaya başlar, rengi ve şekli ile muhteşem bir ateş parçası haline gelir. O zaman o demirin hal dili ile, 'ben ateşim, ben ateşim' demesi boş değildir; evet o ateştir. inanmazsan elini sür onu bir sına!.
Sufi el Hüseyin ibn Mansur iran"ın Beyza Köyünde dünyaya geldi. Kökeni Zerdüştü bir aileye dayanıyordu. Dedesi Muhamma Zerdüşt dinine bağlıydı. O da Ebu Müslüm"ün yol halifesi olarak Zerdüst inancının kurallarını sürdürmüş bir düşünürdü. Ailesi dinler, efsaneler, destanlar ülkesi iran"da oturuyordu. islam"la tanışmasına rağmen eski inancın izlerini de taşıyordu. Vericiler babamı islam"dan yüzyıllar önce Zerdüşt tarafından mistik zamanlarda vaaz edilen din ile halkımızın eski inancıyla tanıştırdılar diyordu.
Felsefe, teoloji, matematik, astronomi, edebiyat ve sanatın tartışıldığı Basra kenti ile tanıştı. Bu kent aynı zamanda Mutezililer gibi akılcı bir akıma da kucak açmış, beşiklik yapmıştı. Kimi hocalarının imanın çekirdeği aşktır sözü kendisini çok etkilemişti. Üstün bir zekaya sahipti. Dinsel konuların temelini irdelemek istiyordu. Fazla soru karşısında rahatsız olup tepki gösteren hocalarına; Hedefe ulaşmak mümkün değilse, yolda yürümenin ne anlamı var diye karşı çıkıyordu. Hocası Cüneyd Bağdad"i insan beyninin derinliklerini sarsıp çelişkiler yaratan tartışmalarını küfür kabul ederek: Küfürlerine devam edersen günün birinde darağacında öleceğim muhakkaktır diyor ve kendisini uyarıyordu. Kendisiyle tanıştığı bir Hindo"nun: Dünyanın yapısı birlikten başka bir şey değildir. Brahman sen kendinsin sözleri bu konuda var olan düşüncelerini daha da pekiştirmişti. Varlıkların birlikteliğini savunan Hallaca göre: Dünyadaki karanlık yada başka bir değişle kötülük, yaratılış gerçeğinde değil, insanın içinde bulunmaktaydı. Kürt düşünürlerinden Hallac-ı Mansur "Enel Hak" derken Tanrı ile bütünleşmeyi murat edinmişti. Bağdat sokaklarındaki bir sohbetini şu sözlerle bitiriyordu: Sevdiğim olan o, benim; ve sevilen olan ben, oyum! O dönemlerde bilge sufilerin kendilerine şiar edindikleri ve dillerden düşmeyen bir söz vardı: Hiçbir yara bize kalbimiz kadar acı vermez, hiçbir ilaç bizi kalbimiz kadar çabuk iyileştirmez. Ölüme adeta meydan okuyordu. Zindanda iken yüksek sesle okuduğu şiirin iki dizesi şöyleydi:
Yüce Mevla şudur senden niyazım:
Bu hapisten çağır beni yanına!
Sevdiklerine: Din senin içinde durmaktadır diye öğüt veriyordu. Onun amacı kalplerin Hallac-ı olmaktı. Bağdat"ta en fazla uğradığı ve sohbet ettiği mekanlar fakirlere ait olan yerlerdi. Bağdat"taki Abbasi hanedanını zorbalıkla suçluyor, yönetim adil olmak zorundadır diyordu. Düşüncelerini ezilen ve sömürülenlerden yana tavır koyarak açıklaması yönetimi harekete geçirmişti. Güney Irak"ta gelişen Hambeli ayaklanmasına korkusuzca sahip çıkıyordu. Bu yönüyle geniş kitleleri etkilemesi saray çevresindeki rantçı çeteleri endişelendirip saldırganlaştırıyordu. Miladi X. Yüzyılın birinci çeyreğinde Abbasi hanedanının başında bulunan Halife Mutazid"in zayıf yönetimine karşı sesler yükselmeye başlamış, Hambeliler"in ayaklanma tehditleri, binbir gece masallarına konu olan Dicleye nazır Bağdat saraylarının duvarlarını sarsıyordu. iran ve Mezopotamya düzlüklerinden efsanevi başkente doğru gelen yüzlerce ganimet yüklü kervanlarda azalma olmuş, buna bağlı olarak kentte ve çevresinde buğday kıtlığı baş göstermişti. Ekonomik sıkıntıdan etkilenmeyen, mevcut rantı paylaşan ve sarayı kuşatan bir avuç azınlık, halkın ilgisini başka yöne çevirmek için yeni entrikalar çevirmeye yönelik tezgahlar kurmak ve bir suçluyu bulma arayışındadır. Aranan kurban kısa sürede bulunur. Enel Hak (Ben Tanrıyım) diyen tasavvuf bilgini Hallac-ı Mansur halkın gözleri önünde işkenceyle öldürülürse hem isyanın eşiğine gelen halk korkutularak sindirilecek, hem de ekmek bulamayan kent sakinleri şeriat kurtuldu diye açlıklarını unutacaklardı. Sinsi planı bir an önce hayata geçirmek için kollar sıvanır. Çünkü bundan daha önemli bir bahane bulunamazdı. Yakalanan fırsatı değerlendirmek gerekiyordu.
Bağdat Kadısı Nail al Kurra ibn Mucella başkanlığında toplanan mahkeme heyeti verdiği ölüm fermanını Halife Mutazid"e onaylatmayı başarır. Hallac-ı Mansur"un önce kamçılanmasına, sonra bedeninin dilim dilim edilmesine, daha sonra da bir darağacına asılarak teşhir edilmesine ve sonra da kellesinin bedeninden ayrılarak yakılmasına karar verilir.
Suçu, egemenlerin bin yıllardır dillerinden düşüremedikleri bir söylemdi: Halkın arasına fesat soktu, şehrimizin çalışanlarına, meydanlara ve sokaklarına nifak tohumlarını ekti. Halkı isyana teşvik etti. Bağdat kolluk kuvvetlerinin komutanı ibn. Davut, kadılara cezanın bir an evvel infaz edilmesi için baskı yapıyordu. Kadılardan biri: Adalet ve ilahi aşk anlayışını dile getirdiler diye, köleler bir kez daha ayaklanıp devlet otoritesini parçalasın mı? diye feryat ediyordu. Mahkeme çevresinde Hallac aleyhinde slogan atan halkın öfkesi ılımlı mahkeme üyelerini korkutmuş ve sertlik yanlısı olanların safına itmişti. Sanık dine küfretmekten ve insanları isyana teşvik etmekten suçlu bulunmuştu. Cezası idamdı.
Hallac-ı Mansur"un suçu olmaktan öte siyasi olduğu fikri oldukça yaygındı. Hallac, büyük imparatorluğun kibarlarıyla çatışmıştı ve bu ne yazık ki çok kötü bir zamanda, Abbasi sülalesinin parlaklığını ve şöhretini yitirmeye başladığı bir anda gerçekleşmişti. Gerek halifenin imparatorluğunda, gerekse başka yerde en iyisi pamuk tarlalarına gitmek ve fazla konuşmamaktır diyen yazarlar da vardı.
Bugün bile geçmişi, kökeni ve sisteme karşı düşüncelerinden dolayı Ezidi Kürtler içinde büyük bir saygınlığa sahiptir. Ezidiler, Hallac"ın da kutsal perestgahları olan Laleş a Nurani de Şeyh Hadi"nin mekanında yattığına inanırlar. Yine kendisine karşı olan saygılarını som bakırdan bir tavusla simgeleştirmişlerdi.
Çarmıha gerili adamı başka türlü tarif etmek imkansızdı. Tüm işkencelere rağmen insanlığından bir şey yitirmemişti. Acı çektiğine dair herhangi bir emare göstermeyen adam, etrafına insanı büyüleyen bir kudret saçıyordu. Onu son yolculuğunda yalnız bırakmayan fakat çaresizlik içinde olan dostları da vardı. Hayranlarından Ebu Bekir Şıbli çarmıha çok yakın duran ve elinde kırmızı bir gül tutan adamdı. Kendisine yapılan işkenceler karşısında ağlayan sempatizanlarına: "Ben ancak ölürsem yaşayacağım" diyerek teselli etmeye çalışmıştı. Bu sözleri celladın yüzüne karşı da tekrarlamıştı. Rejime karşı olanlara ve ekmek derdine düşen halka biraz daha gözdağı vermek için Hallac"ın cesedi bir süre darağacında teşhir edildi. Tanınmayacak haldeki vücudu, herkes tarafından görülebilmesi için, bir süre daha idam sehpasında rüzgarın okşayışlarına bırakıldı. Sonra da kafası kesildi ve vücudu yakıldı. Olağanüstü bir yok etme şekli.
Takvimler miladi 922"yi gösteriyordu. Cinayetin işlendiği yer: Arap islam devletinin yönetim merkezi BAĞDAT"tı.