bayezid-i bestami'nin vahdetle ilgili coşkun sözleri onun üzerinde büyük etki yapmıştır. içinde yaşadığı bu coşkun hal hocalarıyla tartışmasına da sebep olmuştur. Cüneyd-i Bağdadi onun hocasıdır. onun idami ilahi aşkını en güzel gösterdiği an olmuştur. kesik kollarıyla yüzünü bedenini kana bulamış ve bunu aşk ile abdest almak olarak nitelendirmiştir. ahmed yesevi, yunus emre, mevlana gibi sonra gelen mutasavvuflar ondan eserlerinde sıkça bahsetmişlerdir.
Wolfgang gunter lerch' in bagdatta olum isimli kitabinda hayatini anlattigi kisilik. yanliz kitabi tavsiye edemiycem. Bir bugune, bir hallac'in zamanina gidip gelmeler cok kafa karistiriyor zira.
girdigi hanlarda kendisi çorba içip köpegine ziyafet çeken kisi. soranlara "bu köpek benim nefsimin temsilidir. o doymali ki bana zarari olmasin." babinda cevap verir.
"en'el hakk" sözünden farkli çikarimlar yapmak mümkündür. bir yorum ise söyledir; ben tanriyim, onun bir suretiyim, onun sifatlariyla bezeliyim. lakin onun haricinde var degilim. ondan gayri ve bir basima bir varlik degilim. "o ve ben" yok. o tek olandir. her şeydir. ben de bu "her şey"ligin dahilinde aslinda "O" yum. haricinde ise yokum.
eğer bir gün hz. muhammed ile görüşmem nasip olsaydı ona: mirac gecesinde niçin yalnız kendi ümmetin için mağrifet istedin? diğer bütün kafirler için de merhamet isteseydin elbette esirgenmezdi derdim... bunun üzerine rasul-ullah (hz. muhammed)in ruhu ortaya gelerek.ona görünmüş ve hiddetle: benim tanrı iradesinden başka bir şey istememin imkanı var mıydı? deyince mansur niyaz edip özür dilemiş ise de kabul edilmemiş, başın fedası ile sulh olunacağı kendisine söylenmiş. mansurun idamıda bu nedenle yerine getirilmiş.
aldığı feyzin etkisiyle "enel halel hakk" (ben hak yolu üzereyim) diyeceği yere yanlışlıkla "enel hak" diyen bunun üzerine idam edilen insan. yani olay, türk filmlerinde olduğu gibi bir yanlış anlaşılmadan ibaret...
aydınlanma güç iş, bilgi ağır şey. seyr-i suluk tek başına yürünecek yol değil. hallac-ı mansur ona görünür olanın parlaklığıyla gözleri kamaşmış bir çaylaktı aslında. hakikatin parlak ışığı gözlerini o kadar kör etti ki, bu kadar göz önünde bulunanı etrafındakilerin anlamayışını anlayamadı.
ene-l hak diye bağırmak cesaret işi değildi yani, cehalet işiydi. pazar yerindekilerin "bu beden zahiridir, ben aslında bütünün zerresiyim, varlığım varlık'a armağan olsun" demek istediğini anlamayacaklarını bilemeyecek kadar "uçmuş"tu. susup hocalarının yanında "hakikat"i nasıl anlatacağını öğrenmesi gerekiyordu, yapmadı. yola girenin ilk aşamasını bile yerine getirmedi, konuşma orucunu tutmadı.
bilgiyi ilk farkedenin düştüğü büyük hatadan kurtaramadı yani kendini. hazır olmayana aktarılmayacağını düşünemedi. veli olabilirdi, deli oldu. tanrılık iddiasında olduğunu düşünen tanrı koruyucuları da kendi algı seviyelerinin gereğini yerine getirdiler.
demek ki neymiş; ne kadar anlatırsan anlat, karşındakinin anlayacağı kadarından fazlasını aktaramazsın. yunus emre manyak mıydı, dergahına kırk yıl odun taşıdı.
Ası adı Hüseyin bin Mansurdur. Hallac denilmesinin sebebi şudur: Bir gün, arkadaşı olan bir hallacın dükkanına girdi. Bir işinin görülebilmesi için onun yardımını rica etti. Fakat hallacın gittiği yerden dönüşü biraz uzun sürdü. Geldiğinde; "Ya Hüseyin, senin için bugün işimden oldum" diye söylendi. Hallac-ı Mansur onun endişeli hâline bakarak gülümsedi; "Üzülme senin işini de biz halledelim" diyerek parmaklarını pamuk yığınlarına doğru uzatıverdi. O anda henüz atılmamış pamuk yığınları harekete geçti. Kaşla göz arasında, tel tel saf pamuk bir tarafa, kirli ve süprüntü kısmı ise diğer tarafa ayrıldı. Hallaç şaşırıp kalmıştı. Olay kısa zamanda halk arasında yayıldı. Bundan sonra da ona Hallac-ı Mansur dendi.
Pek çok kerametleri görüldü. Yanına gelenlere yazın kış, kışın yaz meyveleri ikram ederdi. insanlara, evlerinde ne yediklerini, ne yaptıklarını, ne konuştuklarını ve kalblerinden geçenleri Allahü teâlânın izni ile haber verirdi. 400 kişi ile birlikte çöle açılmıştı. Birkaç gün geçti. Yiyecek hiçbir şey bulamadılar. Açlıktan perişan bir hâle geldikleri sırada ona gelerek hallerini arz ettiler. Hemen elini arkaya uzatıp, 400 kişinin her birine bir kelle ile iki pide verdi
bektaşi literatüründe hallac-ı mansur olarak anılıp, genelde de öyle kalsa da, oldukça uzun bi adı vardır aslında : ebu abdullah hüseyin bin mansur el beyzavi el hallac. doğayı ve kur'an'ı yorumlayabilmiş bir mevlevidir. ruhunu mirac'a ulaştırmak için "ruhani çile" çekmiş ve derin bir tefekkürle vahdet-i vücud mertebesine ulaşmıştır. ruhuna bakıp yaradan'ı görmüştür. bu, dönemin şeriat anlayışına ve abbasi halifelerine ters gelmiş, anlaşılamamıştır. aşk'la kendini tutamamış, en-el hakk demiş ve yanlış anlamış bir mutasavvıftır. vahdet-i vücud anlayışı yüzünden , fetva üzerine idam edilen hallac-ı mansur'un vücudu önce taşlanmıştır. amaç en-el hakk sözünden dönene kadar taşlamakken sözünden dönmemesi üzerine vücudu kesilerek parçalara ayrılmış, daha da diretmesi üzerine de dili kesilmiştir. işkence, yakılıp küllerini dicle'ye atılmasına kadar varmıştır. bunun üzerine taşan nehrin suları yine kendi vasiyeti üzerine durulmuştur. rivayete göre bir dostuna cesedinin parçalanıp yakılacağını ve küllerinin dicle'ye atılacağını, bunun üzerine dicle'nin taşacağını, ancak hırkasını nehre atarsa suların çekileceğini söylemiştir. veli'nin sözünün* anlamı çok sonra anlaşılmış ve bazı çevrelerce kabul görmüştür. "ben hakkım, ben yokum hak vardır, herşey o'dur, her canlının ruhunda o'ndan bir parça bulunur"...