doğduğum ev bir zamanların dağ başı olarak nitelendirilen şimdilerde ise görgüsüzlüğün bayrak törenini yaptığı semtte bulunan bahçeli bir apartmanın giriş katıydı. hayal meyal çokça da resimler sayesinde hatırlıyorum. zaten çok değil 3-4 yaşımdayken giriş katından o apartmanın en katına taşındık.
iki yatak odalı salonu parkeli üst katta taşınırken aklımda sadece merdivenleri çıkarken elimde plastik çaydanlıkla olduğum halimi kalmış. aşağı yukarı 10 sene kadarıyla orda ikamet ettik. o vakitler televizyon öğlen tatiline girdiği ve annemde benim yaramazlıklarımdan uşandığı için beni pencere kenarına oturtur caddeyi gören pencereden aval aval dışarı bakardım. görüş alanım kısıtlıydı. bakımsız bahçenin ağaçların ardından daha kırık dökük apartmanları, otobüs durağını izlerdim. annem 5. kattan yuvarlanmayayım diye pencerelere yuvarlak kalın sopalar çakmıştı.
o vakitler bana balta girmemiş amazon ormanları gibi gelen bol ısırgan otlu apartman bahçesine çıkar oyunlar oynardım. apartmandaki çoçuklarla her çocuğun oynadığı oyunlar...
çokça evin arkasına düşen şimdilerde kocaman bir sitenin domaltığı top sahasında ebleh ebleh dalga geçer nedense kapıcıların kazan dairelerinden el arabalarıyla getirdiği dumanı üstünde kömür artıklarını büyük hayretle izler, o vakitler kabuk değiştiren türkiye'den bi haber olarak ordan oraya sekerdim.
bazı vakitler evde kapalı olmanın vermiş olduğu can sıkıntısı ile büyük merak içinde türlü türlü icatlar yapardım. mesela televizyona çıkmak isterdim. bunun içinde kendimce bir yöntem bulmuştum. fakat bir kez denedim ve televizyona çıkmayı kesinlikle deneyemedim.
efendim bu yöntem televizyonun bulunduğu büfenin çekmecelerini merdiven gibi çekip televizyonun içine girmekti. çekmeceleri çekip tırmanınca tam amacıma kavuştum derken televizyonla beraber bendeniz langırt diye yuvarlanmış, televizyon artık hangi program varsa tıngır tıngır ötmekte bendeniz ise avanak avanak bakmaktaydım. annem bu vaziyeti görünce aklı başından çıkmış beni taksi marifetiyle pederimin iş yerine yallahlamıştı.
fakat bendeniz takside arıza çıkartıp kapıyı açmış, yolda seyir halinde duran taksici ani fren yapmıştı. bende amacıma ulaşmış taksinin arka koltuğunda ön koltuğuna hicret etmiştim.
tabiki pederimin iş yerinde rahat durmamış ordada istiflenmiş malları devirmiştim. ondan sonra yallah eve geri dönüş.
bunlar ne zamanın işleri? aşağı yukarı 21, 22 sene öncesinin işleri.
kusursuz bir şekilde geçmişi hatıırlarken geçenlerde o üst kattaki ev aklıma takıldı. daha geçen seneye kadar 15 sene önceden kalan halini ayan beyan en hurda ayrıntısına kadar hatırlayabilirken garip bir şey oldu. bir türlü hatırlayamadım. sadece kırık dökük ayrıntılar kafamda dolanıyordu ve anca kendimi zorlayarak biraz da fotografların yardımıyla hatırlayabildim.
bu garibime gitti. elbette hafızamda amazon ormanları gibi kocaman bahçenin aslında el kadar bahçe olduğunu, gözümde olympos dağından daha yüksek mertebede olan tepenin aslında cüce mevlüt kadar bir tepe olduğunu bilmez değilim.
fakat boş gözlerle hatırlayamamak önce beni şaşırttı, sonra da bu boşluğu hiç bir aman dolduramayacağımı anladığım için kendimi yıvış yıvış bir boşlukta hissettim ve huzursuz oldum.
elbette şimdi tutup çat kapı o eve gidip hafıza tazeleme operasyonu yapamam. yapsam bile tadilat gördüğü ve pimapenli ruhsuz evlere dönüştüğü için şapsallacağım. ve bu şapsallık ve hüzüne dönüşeceği için istemem zaten. daha doğrusu hüzün olsa yine iyi o boşluk duygusundan korkuyorum.
ihtiyar insanların nedense yaşadıkları yerleri değiştirmemelerini, eşyalarına niçin o kadar bağlı olduklarını, dökülen külüstürlerini satmamak için canlarını dişlerine takmalarını daha iyi anlıyorum. çünkü eğer onlar bir değişikliğe uğrarlarsa zayıflayan hafızalarını kaybetçelerini, hatırlamaların kıvılcımlarından mahrum olacaklarını farkettim.
kendilerinin sadece hatıraları ile varolduklarını, ne artık gelecekten bir umutları kalmamış, gençlikleri allah bilir hangi meyhanede hangi bordro defterine gömdüklerini, çağdaşlarının çoktan bir selvi ağacının dibinde kalıbı dindirdiklerinden dolayı ellerinde sadece hatıralar kalmakta. zaman mevhumunun üzerlerinden bir silindir geçtiğini katarsak yaşamlarında elinde kalan tek nedir? varoluşlarının bir nalamı yoksa bir anlam yükleyebilecekleri bir geçmiş.
hani istanbul'u satıyorum oyununda münür özkul şöyle diyordu;
'niye ağaçları bir yerden bir yere taşımazlar? sen şimdi yeni dikildiğin bahçenden memnunsun. ya köklerin? ONLAR YENi TAŞINDIĞI TOPRAĞA ALiŞTiLAR Mi PEKi? ÇOK DEĞiL YAPRAKLARiN DÖKÜLÜR. SEN DE ŞAŞARSiN. O ŞAŞKiNLiK BiTEMEDEN ölür gidersin'
bakiyorum da eski gazetelere ayni minyal de dönen proplemler değişik versiyonlari ile önüme arz-i endam ediyor. zamlar, kişlacilar ile camicilerin bir birine girmeleri falan filan fistik.
peki biz bu kadar değişim içindeyken nasil oluyorda ileri gideceğimize ayni menzilde çöreklenip duruyor ve didişe didişe kocaman bir sifir olarak gümbürdüyoruz.
dedelerimiz babalarimiz ve ecdatimizla ayni yolun yolcusu olmak için can atiyoruz?
galiba biz manyağiz yahut manyak olmak için can atiyoruz yahut programliyorlar bizi.
önceleri oto park yapmak için dogdugumuz evler yıkıldı cokca iki daire karsiliğinda mütehaite verilirdi.
paramiz oldu ama dingilimizi kaybettik.
ne batili olduk ne de doğulu.
iki arada bir derede kalip bunalimdan bunalima kostuk ve bu bunalimlari yok saymak için birbirimizin gözünü oyduk.
evet su pozisyonda biraz merakli olan ve nerden gelip nereye gittiğimizi görmek isteyenler için yasamak eziyetli oluyor.
elbette bendeniz refah içinde bir türkiyede yaşamak istiyorum hepiniz gibi ama hep bana hep bana felsefesi ile yasayan kitleri acimaksizin dolandirmaktan utanmayanlarin başat oldugu kemal kara bakişli insanlarin böbürlenmeleri ve yhaut boka calmalari bize felakete götürür.
akli olan ve düsünmeyi bilen hangi ideoloji sahibi olursa olsun insan olma vasfi tasiyanlar bu tip toplumda yasmaaktan ve riya denizine zorunlu gark olmaktan rahatsiz oldugu aşikardir.
hadi entryi cicero'nun özlü sözü ile bağliyalim;
Herkes düşüncelerinde yanılabilir. Ama aptallar bir türlü yanıldıklarını anlayamazlar.