Günün birinde yolu bir dergâha düşen kendi halinde bir adam, dergâhta, bir Mevlevi ile bir Bektaşi'nin sohbet ettiklerini görünce yanlarına yaklaşır. Kendini tanıtır ve dergâhı merak ettiğini, nasıl zikir edildiğini izlemek için geldiğini söyler.
Erenler başlar adama çeşitli nasihatlerde bulunmaya, her biri kendi yolunu mümkün olan en tatlı dille anlatmaya çalışır.
Adam bir yandan onları dinlerken, bir yandan da gözleri onların giysilerine takılır.
Mevlevi'nin giydiği kıyafette kollar o kadar geniş ve uzundur ki hem içine üç kişinin birden kolu sığabilir, hem de uzun olduğu için yalnızca kolları değil, elleri de kapatmaktadır.
Bektaşinin kıyafetinde ise tam tersi bir durum vardır.
Elbisenin kolu daracıktır, neredeyse tene yapışmıştır; üstelik kısa olduğu için, eller ta bileklere kadar açıktır.
Bu duruma hayret eden adam, sebebini öğrenmek ister.
Büyük merakla, önce Mevlevi'ye sorar:
"Pirim, kıyafetinizin kolları neden o kadar geniş ve uzun; bunun özel bir sebebi var mı?"
Mevlevi hiç beklemediği bu soru karşısında oldukça şaşırır.
iki kolunu da biraz yukarıya kaldırır, sonra ellerini birleştirerek kollarını daire sekline getirir ve şöyle der:
"Evet, özel bir sebebi vardır. Çünkü biz insanların günahlarını, ayıplarını, kusurlarını örteriz. Başkaları görmesin diye üzerini kapatırız."
Yanıttan oldukça hoşnut olan adam aynı merakla bu kez Bektaşi''ye döner:
"Peki ya siz, pirim? Sizin kıyafetinizin kolları neden bu kadar dar ve kısa?
Siz insanların günahları ve ayıplarını örtmez misiniz?"
Bektaşi kendi kollarına bakar, birkaç saniyelik bir dalgınlıktan sonra gülümser ve adama bakarak şöyle der:
"Biz mi? Bizim geniş kıyafetlere ihtiyacımız yoktur.
Çünkü biz insanların günahlarını ve kusurlarını görmeyiz."
ÖZETLE:
Seveceksen öylece sev.
Ne kusursuz insan ara, ne de insanda kusur.
Birincisini zaten bulamazsın, ikincisinde ise, bulduğun her kusur, öğrendiğin her ayıp sahibini değil, seni çirkinleştirir. Her ikisi de seni mutsuz eder. Birincisini bulamadığın için, ikincisini ise bulduğun için mutsuz olursun...
Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilirler. [Mevlâna]
Günün hikayesi:Adamın biri New York Central Park'ta yürüyüş yaparken, aniden kuduz bir köpeğin küçük bir kıza saldırdığını görür. Koşar ve köpekle boğuşmaya başlar.Hayli uzun bir uğraştan sonra üzeri yara bere içinde kaldığı halde köpeği öldürür.Ama küçük kızın da hayatını kurtarmıştır.Son anda bu sahneyi gören polis nefes nefese olay yerine koşar ve adamın yanına gelir,sarılıp teşekkür ettikten sonra -sen der bir kahramansın!,yarın bütün gazeteler seni yazacaklar ve göreceksin başlık da şöyle olacak ''Cesur New York'lu küçük kızın hayatını kurtardı''.Adam -Ama ben New York'lu değilim!der.Polis fark etmez,bu durumda gazeteler şunu yazacaklar;Cesur Amerikalı küçük kızın hayatını kurtardı cevabını verir. Ama ben Amerikalı'da değilim der!adam artık şaşırarak.Polis Ya,o halde nerelisin?diye sorunca adam cevap verir -Ben Iraklıyım!Polis adama başka bir şey söylemez. Ama adam ertesi gün gazeteleri aldığında şöyle bir başlıkla karşılaşır -Radikal islamcı, masum Amerikan köpeğini öldürdü.
eınsteinalbert(albert anştayn) şoförüyle yine bir konferansa gitmek üzere yola çıkarlar...
şoförü sohbet sırasında,eınsteine "efendim sizi iyi tanıyor,anlattıklarınızı çok iyi biliyorum, iyi bir dinleyicinizim" der. aynı zamanda bütün konferanslarında bulunmuş ve eınsteını izlemiştir kendisi.
bunun üzerine eınsteın "o halde bugün yerime sen geç, konferansı sen ver der" zira yöre halkı eınsteını daha önce görmemişlerdir. bunu üzerine, şoför konferansa eınsteının kimliğiyle katılır , yöneltilen bütün sorulara onun gibi cevaplar verir, aynı zamanda patronunun, çok iyi bi gözlemcisi olduğunuda kanıtlar. lakin tam bu sırada bir öğrenciden oldukça zor bir fizik sorusu gelir, şoför haliyle zorlanır ve düşünür. sonrasında arka sıralarda oturan eınsteıne bakar ve işaret edip, ekler; "bu kadar basit sorunun cevabını şu arka sırada oturan şöforüme sorsanız o bile yanıtlardı" der.
zeki bi kıvraklıkla tüm dikkatleri patronuna yöneltmeyi becerebilmiştir.akabininde, eısteinde şoförünü haklı çıkarıp, işbirliği edercesine soruyu çözer ve yanıtlar.hikayeden anlaşılacağı üzre, zeki insanlar daima zeki insanlarla çalışmışlardır.
Günlerden bir gün, köylerden birinde, bir adamın eşeği kör kuyulardan birinin içine düşmüş. Niye düşer, nasıl düşer diye sormayın. Eşek bu, düşmüş işte.
Hayvancık saatlerce acı içinde kıvranmış, anırmış, sesini duyurmaya çalışmış. Derken eşeğin sahibi gelmiş kuyunun başına.
Bakmış zavallı eşek kuyunun dibinde melül mahzun bakınıyor. Üstelik de yaralı. Bir hal çaresi düşünürken bir koşu gidip köylüleri yardıma çağırmak gelmiş aklına.
Ne yapsak, ne etsek de şu eşeği kuyudan çıkarsak derken, bakmışlar ki hayvan zaten yaralı, belki de kırık çıkığı da var, çok acı çektiği de belli, artık kurtarılsa da işe yaramaz düşüncesiyle çıkarmaktan vazgeçmişler ve üzerini toprakla doldurmaya karar vermişler. Herkes eline geçirebildiği ne varsa başlamışlar kuyuyu toprakla doldurmaya.
Zavallı hayvan, üzerine gelen toprakları her seferinde silkinerek üzerinden atmış. Onlar yukarıdan atmış, eşek silkelenerek her defasında toprağı altına almış.
Derken, ayaklarının altına aldığı toprak sayesinde her defasında biraz daha yükselmiş ve giderek yukarıya çıkmaya başlamış eşek. Köylüler de şaşırmışlar hayvanın giderek yükselmesine. Onlar atmış eşek yükselmiş derken neticede hayvan yukarıya çıkmayı başarmış.
Hayat, bazen bizim de üzerimize abanır. Üstümüzü toz toprakla örtmeye çalışanlar çok olur. Bunlarla baş etmenin tek yolu sızlanmak değil, düşünüp silkinmek ve kurtulmaktır. Aydınlığa bir adım daha yaklaşmaktır. Kör kuyuda olsak bile!"
makyajını sil, gövdeni zemine yasla, uzan ve uyut gözlerini, içindekileri...
kapıyı kapattı. hiç de sert değildi hamlesi. üzerindeki ağırlık, ellerindeki zayıflık ve unuttuğunu sanma hissi salladı cüssesini. masayı tuttu zor bela bir hareketle. oturdu sandalyeye. "kusursuz bir hayat yok" dedi. dinledi sesinin odalardaki gezintisini. bir kılıcı olsaydı eğer ilk kime saplamak isterdi ki. ilk kimin ...yüzündeki acıyı seyredip huzur bulabilirdi. Huzur acıyla mı geliyordu! acı huzurun içinde gizli bir özne miydi? dokunmayı sevmek, dokunmayı alışkanlık edinmek, dokunmadan duramamak! her şey dokunduğunun dokunulmazlık kazanmasının ardından felakete dönüşüyordu. kısa, basit, anlaşılır bir hesap. tıpkı 2 kere 2'nin 4 etmesi gibi! alışıyordun bir tenin yumuşaklığına, iyi oluyordu, o zamanlarda güneşi başka seviyordun, sabahı başka! ve hep iyi gelecek sanıyordun. oysa sanılar, daha çok doğru getirmiyordu sonunda! neyin sabahı ve güneş olsa ne, olmasa ne! çöyle karşılanıyordu sonraki bütün sabahlar.
Mutfağa girdi. çay demledi, küçük cam bardağa doldurdu çayını, oturdu mutfaktaki taburenin üzerine. kadının yaşı çok değildi. üniversiteyi yeni bitirmiş, kadınlığa yeni başlamış, mesleği unutmaya çalışmak olan, başka da bir şey yapamayan, yapmak isteyen, ağladığında kimsenin duymadığı bir yerde yaşamaya çalışan biriydi.
koşar adımlarla sokağa attı kendini. bir bakkalın önünden geçti, kırmızı ışık yandı, durdu. tekrar koştu. terledi. denize nazır kafede oturdu. bir adam geldi yanına, tanıştı. gece onunla kaldı. sabah oldu.
artık sabah değil olan,
başka bir şey o!
unuttum sandı bir gün de olsa!
bu aralar çok uzadı, kestirme bir aşk arıyorum!dedi...
kendine müslümanların adaletsizliğinde hiçbir şeyi gözü görmeyecek kadar gözünü karartmak herşeye...
paraya tapanlara eziyet edebileceğim güç istiyorum, güç.
hamam böceğinin kafası koparıldıktan sonra on gün falan yaşayabildiğini okumuştum biyerde. tıpkı kafası koparılmış hamamböceği gibi davranmak istediğim, görevini kötüye kullanan iş ahlakı yoksunlarıyla oynamak istiyorum.
özeti, ellere var da bize yok mu hacı? sana şakır şakır bana yarabbi şükür, e nereye kadar ama dimi yaa? kuralları çiğneyip başkasına kurallardan sözetmek ne kadar akılcı, ne kadar adaletli? hiç değil artık değil. maymun gözünü açtı.
genç bir kadın, aylardır şantiyede olan kocasına aşağıdaki satırları yazar...
sevgilim,biliyorsun, sen şantiyedeyken nur topu gibi bir bebeğimiz oldu. sütüm yetmediği için, yavrumuzu besleyebilmek amacıyla bir sütanne tuttum.
yalnız, bu sütannenin zenci olmasından dolayı çocuğumuz, emdiği sütün etkisiyle zaman içinde zenciye dönüştü.
haberin olsun dedim.
bu konuda benim bir suçum olduğunu düşünmezsin umarım.
öptüm biricik eşin.
kadının kocası da bunun üzerine annesine bir mektup yazar:...
sevgili anneciğim,karım bana gönderdiği son mektupta, sütü yetersiz olduğu için birsütanne tuıtmak zorunda kaldığını, o sütannenin zenci olduğunu ve buyüzden bebeğimizin renginin de zamanla koyulaştığını yazıyor.
bundan eşimi sorumlu tutamayız, tabii ki .
selam ve sevgilerimle.
annesi ise oğluna şöyle bir cevap yazar...
sevgili oğlum aslına bakarsan, sen doğduğunda benim sütüm de yetersiz kalmıştı.
ama biz fakir olduğumuzdan dolayı, sütanne tutamayıp onun yerine seni
inek sütüyle beslemek zorunda kalmıştık. bu durumda takdir edersin ki,
senin safkan bir öküz olmanın sorumlusu ben değilim.
seni seven annen.
new york'ta bir bankanın önünde duran son model bugatti veyron otomobilden inen adam, hızlı adımlarla bankaya girdi ve önüne çıkan ilk görevliye, bireysel kredi için başvuruda bulunmak istediğini söyledi. görevli onu, müşteri temsilcisine götürdü. adam, çok acele bir is için avrupa'ya gitmek zorunda olduğunu ve bu nedenle bir hafta vadeli beş bin dolar krediye gereksinim duyduğunu söyledi. müşteri temsilcisi kısa bir araştırma yaptıktan sonra. "ticari ve mali sicilinizi inceledik. bu krediyi almanız için bir engeliniz yok" dedi ve ekledi; fakat bir konuyu belirtmeliyiz. bizim bankamızla daha önce hiç çalışmamışsınız. banka olarak sizi resmen tanımıyoruz. bu nedenle, söz konusu krediyi verebilmemiz için karşılığında sizden bir teminat almak zorundayız." adam cebinden bugatti veyron'un anahtarını çıkardı, bankanın müşteri temsilcisine uzattı; "çok acelem var, uçağa yetişeceğim" dedi. "kapıdaki bugatti'mi teminat olarak alabilirsiniz." kredi işlemleri çok hızlı bir biçimde tamamlandı. otomobili bankanın garajına çektiler, adama da beş bin dolar krediyi verdiler. müşteri temsilcisi, kişisel merakını gidermek için bir hafta boyunca özel bir araştırma yaptı ve bankalarının bu yeni müşterisinin çok büyük bir iş adamı ve çok büyük bir servet sahibi olduğunu öğrendi. bir hafta sonra adam yeniden gelip, borcunun ana parası beş bin dolarla, bir haftalık faizi dokuz buçuk doları ödedikten sonra, müşteri temsilcisi bir türlü yenemediği merakının dürtüsüyle sordu; "sizin, çok büyük bir iş adamı ve çok büyük bir servetin sahibi olduğunuzu öğrendim" dedi. "yalnızca kişisel merakımdan soruyorum. lütfen söyler misiniz, sizin için çok küçük bir miktar olan beş bin dolarlık krediye neden gereksinim duydunuz?" adam hafifçe gülümsedi; "siz de bana lütfen söyler misiniz?" dedi. "böyle lüks bir otomobili, new york'ta hangi kapalı garaja, bir hafta boyunca dokuz buuk dolara bırakabilirsiniz?
para kazanmak sadece çalışma ve hırsla olmaz, zeka da gerekir.
1903'de şimdiki uçak düşürme hadisesine benzer bir hadise yaşanmış Ruslarla. Başta da bugünkü reisin pek sevdiği Abdülhamit varmış fd.
Osmanlı malum zor zamanlar geçiriyor. Yakın zamanda konacakları topraklara vali atarmışçasına "Konsolos" atıyor büyük devletler.
Konsoloslar haddi olmayan her işe burnunu sokuyor, isyanları teşvik ediyor, müdahaleleri bir şekilde engelliyorlar. Neyse, Ruslar en azgını.
Rus Konsolos valilikten kendisini gördüğünde askerlerin selam vermesini talep ediyor. Önce bu işi saçma bulan vali karşı çıkıyor.
istanbul'la yazışıyor vs. "uyma sen ona çocuğum" tarzı nasihat alıyor. "Üniformalı olmak şartıyla" selam verme zorunluluğu geliyor.
Rus Konsolos Rostkovski eli alınca kolu kapmaya çalışan aç hesabı işi iyice abartıyor. Şehrin esnafını denetliyor, sağa sola emirler veriyor
Konsolosluk aracına asılan bir çocuğu kamçıyla, önünden selam vermeden geçen bir jandarmayı da şemsiyeyle herkesin gözü önünde dövüyor.
Dayak yiyen asker iddiaya göre bunu onur meselesi yapıyor ve tekrarı halinde hesabını soracağına yemin ediyor. Şans bu ya
onun nöbetçi olduğu gün karakolun önünden geçiyor. Üzerinde üniforma olmadığından Halim selam vermiyor. Rostkovski küfürler savurarak
Halim'in üzerine yürüyor. Kırbacıyla yüzüne vurmaya kalkınca halim itiyor. Belindeki silaha davranıyor konsolos. Halim de tüfeği doğrultup
Rostkovski'yi yere seriyor. Sonra kaçmıyor "Bana hakaret etti, vurmaya kalktı, yetmedi silah çekti, kendimi savundum." diyor.
Halim'in cezası o zamanki kanunlara göre 15 yıl olması gerekirken idam veriliyor. Ruslar çünkü karadeniz'e donanma gönderiyorlar...
Abdülhamid idaresi bakıyor iş ciddi Halim'in yanındaki nöbetçiyi de engel olmadığı gerekçesiyle astırıyor...
Bir gün Ali, öğretmeni Ayşe Hanım'a giderek dersten sonra kendisiyle görüşmek istediğini söyledi. Öğretmen kabul etti ve sordu:
- Sorun nedir Ali?
- Ben bu sınıfın düzeyine göre fazla zekiyim. Bir üst sınıfa geçmek istiyorum.
istek konusunda bilgi verilen müdür, Ali'ye bunun için bir testten geçmeyi isteyip istemediğini sordu. Ali tereddütsüz kabul etti ve test başladı.
- Söyle bakalım ali: 3x4?
- On iki
- Peki 6x6?
- Otuz altı müdür bey
- Japonya'nın başkenti?
- Tokyo.
Ve test bir saat sürdü, Ali hiç hata yapmadı. Test sonunda Ali'nin öğretmeni de soru sormak istedi. Ali ve müdür bu isteği kabul ettiler. Öğretmen sorulara başladı:
- ineklerde dört tane, bende iki tane olan nedir?
- Bacaklar öğretmenim!
- Doğru! peki; senin pantolonunun içinde olup, benim pantolonumun içinde olmayan nedir?
Müdür bu soruya çok şaşırdı.
- cepler öğretmenim.
- Kadınların tüylerinin en kıvırcık olduğu yer neresidir?
Velet tereddütsüz yanıt verdi:
- Afrika'dır öğretmenim.
- Yumuşak olup, kadınların ellerinde sertleşen nedir?
Müdür gözleri fal taşı gibi açılmış tam konuşacakken ali yanıtladı:
- Tırnak cilası.
- Peki. bekâr bir kadına göre evli kadında daha geniş olan nedir?
Müdür kulaklarına inanamıyordu.
- Yatak öğretmenim.
- Kadın vücudunda en nemli organ hangisidir?
- Dil öğretmenim.
Nefes nefese kalan müdür, testi bitirmeye karar verdi ve şöyle dedi: "Değil bir üst sınıfa, ben bunu doğrudan üniversiteye göndereceğim. Çünkü ben bütün sorulara yanlış cevap verdim!"
sütlacın kokusunda eve gelmek..
Sicak bi kis aksami annenin yaptigi tarcinli sutlacin kokusuna gelmek. Gunlerden cuma okulun son gunu, son ders bos gecmis ders kaynamis ve dersin sonuna dogru disarda kar baslamis. Sinifta gurultu kiyamet sevinc nidalari yukseliyor. Yilin son haftasina 3 gun kala kar yagiyor. Eve donerken ayse ve selim beraber yuruyorlar. Saclarina yagan karlari temizliyor ayse. Selim aysenin kirpigine takilan kar tanesine odaklaniyor.. seklini kaybetmemis oylece duruyor orada sonra erimeye baslayinca gozlerini ovusturuyor ayse. Bi yandan onumuzde hafta teslim edilecek olan donem odevini konusuyorlar sonra da yaklasan yilbasi icin o aksam evde ne izleyeceklerini kimlerin gelecegini sayip duruyorlar birbirlerine. Ayse evin sokagini donene kadar yerler kar tutuyor bile vedalasip ayriliyorlar. kaymamak icin yavas adimlarla sokagin son bayirini cikip evin kapisina variyor. Anahtarini cevirip kapiyi acmasiyla icerden yayilan kokuya annesine seslenerek cevap veriyor. Annesi tabak tabak yaptigi sutlaclari sogumasi icin tezgahin uzerine dizmis. Kizinin sutlaci ne kadar sevdigini bilen nevin hanim kizina o her zamanki sevecenligiyle hos geldin diyor ve kizini izliyor. Ayse cevap bile vermeden mutfaktan henuz ilik olan sutlaclardan bir kase alip annesinin yanina kuruluyor. Okulun son gununden ve donem odevinin hangi asamada oldugundan bahsediyor. Annesi Allah zihin acikligi versin kizim insallah gecer not alirsin diyiveriyor. Ayse annesine benzeyen sicak gulumsemesiyle sagol annecim derken gozu caprazdaki pencereden gorunen visne agacina takiliyor. Gelin gibi bembeyaz olmus tum dallarina birbirinin ayni olmayan onlarca kar tanesi kondurmus.o visne agacinin karsisinda yillarca durabilirdi hatta durmustu da cunku hemen asagida sokak lambasi vardi ve kisin yagisli havalarda sokak lambasina bakarak anlardi karin yagip yagmadigini. Ertesi sabah belki okullar tatil olur diye sevinirdi kendi kendine. Gorebildigi su kisacik hayatta ne sevinclerdi ama bunlar onun icin. Insan buyudukce sevincleri sekil degisitiriyor bazen belli edemiyor bazense onemsemiyordu. Daha o zamanlarda cok vardi o yuzden bu gunlerin kiymeti bilinmeliydi iyice sindirilmeliydi. Ama ayse de dusunmedi tabii bunlari. Henuz 15 yasindaydi. Onbes yillik hayatinda onbes yaz onbes kis gormustu ah bi onsekiz olsaydi neler yapacakti.. ne mi yapacakti? O da buyuyecekti, gorecekti, gulecekti, sinirlenecekti. Yasayacagi tek bir yasam olmasina ragmen o da bu dunyayi hizla kirletecek, duygularini aklina yegleyecek hatalar yapacak pisman olacak en nihayetinde yetiskin olacakti. Buyudugu icin pisman olacakti. Artik annesinin sutlac pisirmedigi o mutfakta lekeli bir dantel ortusu gibi duracakti. Visne agacigini da budamislardi zaten. Geriye sadece sütlac kalmisti. O bunlari dusunurken de ustelik dibi tutmustu. Nevin hanimin sutlacina hic benzememisti kokusunda aci yanik tat vardi. Ici sıkıldi vazgecti sutlaci kurtarmaya calismaktan. Her seyi kurtaramazdi ya bu dunyada! Eli radyoya gitti rastgele bir kanal acti. Sigaramin dumani calmaya basladi. Sutlac yoktu annesi yoktu. Visne agaci yoktu. Sadece annesinin en sevdigi sarki cikmisti karsisina. Radyonun sesini acarak annesinin de bu sarkiyi uzaklardan duymasini diledi. Sigaramin dumani da dumani..
iğnesinde mazarrat ağusu,oluğunda alçaklık oku gizlenmiş bir akrep yola çıkmıştı. Geniş bir suyun kıyısına geldi. Şaşırdı,ne geçmeğe,ne de geri dönmeğe gücü yetiyordu .Kaplumbağanın biri akrebin bu halini görerek ona acıdı. Arkasına bindirerek suya atıldı. Karşı kıyıya doğru yüzmeğe başladı. O sırada kulağına bir ses geldi. Akrep arkasına bir şeyler vuruyordu. Sordu:
"bu ses ne?"
Akrep cevap verdi:
"bu benim iğnemin sesidir. Senin sırtına vuruyorum .Her ne kadar sana bir tesiri olamayacağını biliyorsam da huyumun icabının yerine getiriyorum."
Kaplumbağa kendi kendine:
"bu tıynetsiz hayvanı kötü huyundan ve iyi huylu kimseleri de onun şerrinden kurtarmaktan daha büyük bir iyilik olamaz" diyerek suyun içine daldı. Akrebi dalgalara ısmarladı: öyle bir yere gönderdi ki bir daha dönmesin.
Kralın biri Sarayında otururken, pencereden sesler gelmiş.''Güzel elmalarım vaaaaaar!''
Bakmış, yaşlı birisi, at arabasında elma satıyor. Etrafında müşteriler. Kralın canı çekmiş ve baş vezirini çağırmış;
- Al sana 5 altın, koş bana elma al.
Baş vezir, vezirlerden birisini çağırmış;
- Al sana 4 altın, koş elma al.
Vezir saray görevlilerinden birisini çağırmış;
- Al sana 3 altın, koş elma al.
Saray görevlisi muhafız komutanını çağırmış;
- Al sana 2 altın, koş elma al.
Komutan nöbetçiyi çağırmış;
- Al sana 1 altın, koş elma al.
Nöbetçi çıkmış yaşlı ihtiyarı yakasından tutmuş ve "Hey sen, ne bağırıyorsun? Burası han mı, yoksa saray mı? Defol buradan. arabana da elmalara da el koyuyorum."
Nöbetçi, muhafız komutanına dönmüş ve iyi dalavere çevirdim;
- işte, 1 altına yarım araba elma.
Komutan saray görevlisine dönmüş;
- işte, 2 altına bir çuval elma.
Saray görevlisi vezire dönmüş;
- işte, 3 altına bir torba elma.
Vezir, baş vezire dönmüş;
- işte, 4 altına yarım torba elma.
Baş vezir kralın huzuruna çıkmış;
- işte, 5 altına beş elma aldım kralım. Aynen emrettiğiniz gibi.
Kral oturmuş ve şöyle bir düşünmüş ''Beş elma - Beş altın. Bir elma-bir altın ve halk elmalara hücum ediyor.. Demek ki vatandaşın durumu çok iyi. Vergileri hemen artırmak lazım...!!!“
Kader, her sabah olduğu gibi yine işe gitmek için derme çatma evinden dışarı çıkar. Sabahın ilk saatlerinde, Çöp kutusunun önünde oluşan kuyruktaki kalabalık ona, işe geç kalma endişesi yaşatmış olsa da, sıraya girer ve sabırla beklemeye başlar. Sıra ona geldiğinde çöpten topladığı ekmek kırıntıları ve dibi sıyrılmamış Nutella kutusuyla işe zar zor yetişir.
Kader, çalıştığı iş yerine geldiğinde, kendi yerinde başka birinin çalıştığını görür. Ona, makinede ben çalışıyorum. Senin burada, ne işin var! diye sorar. O da, hebele hübele gibi anlamsız bir cevap alır.
Hemen patronu şükrü beyin odasına giderek. Bu durumu ona sorar. Şükrü bey, artık işine son verildiğini, fabrikada artık ona ihtiyaç olmadığını söyler. Kader, bu duruma çok üzülmüştür. Tekrar evin yolunu tutmuştur.
Yolda, karton toplayan arkadaşı sabriye ile karşılaşır. Olanı biteni ona anlatır. Sabriye, arkadaşı kader'e, sabretmesini, her şer de, bir hayır olduğunu, her şeyin yoluna gireceğini nasihat eder. Arkaşının bu sözlerinden sonra, Biraz olsun rahatlamıştır kader.
Eve geldiğinde annesi Şükriye hanım,ın o pamuk elleriyle pişirdiği salçalı makarna ve bir baş soğan ile en azından yatağa aç girmeyecek olmanın verdiği huzurla uykuya dalar.
Rüyasında ak sakallı dedeyi görür. Ak sakallı dede kader'e, nasılsın evladım bir derdin, sıkıntın var mı diye sorar. Kader de, çok şükür dede hiçbir sıkıntım yok iyiyim der.
Dede: emin misin yavrum. Beni karşısında görenlerin bir sıkıntısı muhakkak bir derdi olur genelde.
Kader: hiçbir derdim Yok dedecim aç değil açıkta değiliz bin şükür.
Madem öyle o zaman ben gidiyorum kızım. Der ve çeker gider. Kader sabahın ilk saatlerinde dışarıdan gelen bir gürültüyle uyanır, yatağından fırlar ve kendini dışarı atar. Dışarıda evi yıkmak için bekleyen iş makinelerini görür.
Kader: ne yapıyorsunuz burası benim evim, buna hakkınız yok diye feryat figan bağırsa da, çalışanlar; talimat gereği kaçak yapıları yıkmaktan başka bir seçeneklerinin olmadığını söyler ve evi yıkarlar.
Kader: yine de çok şükür elim ayağım tutuyor, sağlığım yerinde ya, yine çalışır yine kazanırım diyerek hayata tutunmaya çalışır.
Gel zaman git zaman kaderin yolu eski evinin olduğu yere düşer. Yıkılan evinin yerinde gösterişli kocaman bir villa yapıldığını görür. Kapıya yaklaştığında hizmetçi aranıyor yazısını görünce kapıyı çalar. Kapıyı prenses kadar güzel giyinmiş yabancı bir kadın Açar.
Kader: hizmetçi arıyorsunuz bu doğru mu.
Kadın: evet biz hizmetçi arıyor, ev süpürecek, yemek yapacak sen çalışmak var istemek burda?
Kaderin başka seçeneği yoktur aslında. Tüm şartları kabul eder ve işe başlar. Kader, bir zamanlar üzerinde yaşadığı evde hor ve hakir görülen bir hizmetçi olarak yaşamak zorunda kalır. Bir zaman sonra annesi Şükriye hanımın ölümü ve arkadaşı sabriye nin hayatına son verdiği haberiyle yıkılmıştır kader. Artık yapayalnız ve çaresiz bir şekilde kaderiyle başbaşadır " kader "..