eski bir fotograftaki halinizi gorunce, "inanamiyorum bu ben miymisim?" dersiniz kendi kendinize. bazen cok begenirsiniz o eski halinizi ve zamanin sizden neleri goturdugunu gorursunuz o eski fotograf karesinde. bazen de simdiyle mukayse edip o zamanki halinize gulersiniz, hatta ve hatta o zaman ki hal ile simdiki hal arasinda ki farka dayanamayan bunyelerin, o eski fotografi tamami ile yahut sirf kendi siluetlerinin oldugu kismi yirttigina sahit olmussunuzdur, degisimi kaldiramayan kimi bunyelerde. butun bunlar fiziksel degisim baz alindiginda elde ettigimiz sonuclardir.
gunluk ise ruhunuzu kagida doktugunuz bir seyir defteridir, cok sonradan kiymetini anlayacaginiz... hele kucuk yaslarda duzenli bir sekilde gunluk tutmussaniz, kendiniz hakkinda kimselerin farkina dahi varamayacagi genislikte bir kaynak edinmis olursunuz. o donemlerde size cok buyuk acilar yasatan bir olayi tebessumle animsadiginiz sayfalar da olacaktir, kendinize kufrettiginiz sayfalarda. bazen kendinizi takdir edeceksiniz, aldiginiz bir kararin, sizi bugun ulastirdigi nokta itibari ile, bazen kendinize lanet edeceksiniz, geriye donusu olmayan hatalarla tekrar yuzlestiginiz zaman.
ama sonuc itibari ile orada var olan sizsiniz. gunahi ile sevabi ile siz. bir fotograf karesinden yola cikarak gecirmis oldugunuz degisim karsisinda duydugunuz hayret ve saskinligi ayni sekilde gunluklerinizi tekrar gozden gecirirken de hissedebilirsiniz bugun ulasmis oldugunuz duygusal ve dusunsel seviyeniz itibari ile.
sabah kalktim dislerimi fircaladim sonra falanca ile bulustum tadinda degilde, sizi dusunmeye iten, sizi kanatan yahut zevkten dort kose yapan guzel anlarinizi kayit altina alip kendinizle iligili bir data mining edinmeniz nacizane tavsiye olunur.
yasadiklariniz ve yasattiklariniz, zaman filtresinden gecipte tekrar sizinle karsilastigi zaman gelecekte yasayacaklariniz ve yasatacaklariniz adina ciddi bir on hazirlik olur ki bu da kisiliginize, sahip oldugunuz psokolojiye dair bir nevi haritadir... kendi karanliginizda kaybolmaniza musade etmeyecek bir elfeneri, baskalarinin sizi kolaylikla kesfedip tuketmesini engelleyecek bir labirent.
zamanında anneden gizlemek için binbir türlü yer aramama neden olmuştur,şimdiyse gayet alenen dolabın içinde öylece bir köşeye atılmış 3-4 tane defterden ibarettir.okudukça,'aman tanrım, bu ben miyim' diyesi geliyor insanın,ne kadar salakça şeyler düşündüğünü farkediyor insan ve de büyümek gerçeği bir kez daha karşına çıkıyor böylece.bir çok kereler,hepsini yakıp, çıkan alevlerini izleyerek onlardan kurtulmayı düşündüm aslında ama niyeyse hala yapamıyorum bunu.belki de hala daha çocukluğumdan kalan, somut ve tamamen bana ait bir şeyler olmasını istiyorumdur,kimbilir!
bu entry'nin sadece yazarı ilgilendirecek derecede subjektif entryler silinir. şeklinde silinip silinmeyeceği hakkında bir bilgim yok ama şu silinen entry'mi tekrar bu başlıkta yazmak isterim. başımdan geçen olayları anlatmaktan zevk aldığım için mi bilinmez ama neyse, başlıyorum.
Uzun zaman önceydi. lise son sınıftık ve okuldaki son günlerimizi yaşıyorduk. O gün En yakın arkadaşım nazlı ve ben okulu asıp belki bir daha birbirimizi bu dönemlerde gördüğümüz kadar sık göremeyeceğimizin bilinciyle(elbette ki geberene kadar hep görüşeceğiz, arkadaş kalacağız bir ömür boyu), beraber birşeyler yapmaya karar verdik. bu şeyler bir cafeye gidip oturup birbirimizle daha sık zaman geçirmek, önceki okulu asışlarımızda gidip takıldığımız yerler, belki sinema olabilirdi. yeter ki sadece ikimiz olsun, biz olsun. sonuçta astık okulu. oss'nin ebesini sikmişim zaten. ebesinin amına kadar yolu var.
bizi spor arabalarıyla alıp istediğimiz yere götürecek sevgililerimiz yoktu. bu yüzden gideceğimiz cafeye minibüsle gitmek zorundaydık. olsun lan zaten öyle bir sevgilim olsun istemiyorum. gün boyu egosu tavanlarda dolaşan, tempra kicli yaratıklardır onların hepsi. ama hepsi. tüm genellemeler yanlıştır fakat; bu genelleme doğru. nitekim nazlı da benim gibi düşünüyordu. hala öyle düşünüyor o ayrı. ben de bu düşüncemden vazgeçmedim vazgeçmeyi de düşünmüyorum. (benim var ondan bir tane düşünürsen konuşalım öptüm by gibi mesajlarla gelmeyin) benim anlıyacağınız gibi ağzım bozuktur biraz. hatta birazdan da öte amına bile koyuyorum ne diyorsun? nazlı ise; benim tam tersim. tam bir hanimkizcegiz. olsun lan ama çok iyi anlaşıyoruz. yalnız bu 2 ayrıntıya dikkat. yazımın devamında olaylar bu temel üzerine gelişecek.
neyse cafedeyiz.her zamanki köşemize geçmişiz. sanki 2 sevgili gibi konuşuyoruz(lez falan değiliz çıkar o fikri aklından). ne konuştuğumuzu da hatırlamıyorum havadan sudan karı muhabbeti işte. karı milleti olarak çenesi düşük yaratıklarız biraz ne yapalım? yapımız bu. neyse baya koyulaşmıştı muhabbet. gelecekten falan da konuşmaya başladık. acaba doğru kişileri bulabilecek miydik? ya da ne zaman bulacaktık? olmadı onlar bizi ne zaman bulacaklardı? böyle devam ederken bir ara nazlının suratına baktım bembeyaz olmuştu. sanki büyük bir şırıngayla vücudundaki bütün kanı çekmişler. öyle kilitlendi. kalp krizi falan geçiriyor sandım o derece amına koyayım. işin aslı sonradan ortaya çıktı. meğer arka masada oturan dallamanın teki buna durmadan öpücükler, imalar, işaretler kaş göz falan yapıyormuş. arkamda olduğu için göremiyorum tabi herifi. kız bana söylemeye de utanmış, şokta. tek hamleyle önümde duran dumanı üstünde çayı kavrayıp dallamanın münasip yerine acımadan boca ettim(pişman değilim. ne hali varsa görsün.). karı gibi bağırmaya başladı saniyeler önce erkek kesilen insan bozması. hemen kavrulmuş yerlerini soğutmak üzere lavaboya koştu. o arada biz de hesabı ödeyip kalktık gittik. gereksiz bir kişilik yüzünden günümüz mahvoldu.
merak etmeyin kötüye birşey olmaz. mekanizma tıkır tıkır işliyordur hala. nerden biliyorsun diye sorarsanız; kalıcı bir hasar oluşsaydı intikam almak için mutlaka peşime düşerdi. buradan biliyorum. şimdi o dallama hala aramızda geziyor. hatta belki başka hanımkızceğizlerimize de arkadaşıma yaptığını yapmaya devam ediyor. topunun götüne şarap şişesi sokayım. nazlı seni seviyorum, öpüyorum, dallamanın yaptığı işaretlerin aynısını yapıyorum sana şu anda.
sevgili günlük!
yine bir istanbul dönüsü yorgunlugunda geldim basina. trende kitaptan kafamı kaldırıp baktigimda yasli bir kadin da bana bakti.cok pis yakalanmistim. saka be bilerek baktim yaslı biri varsa yer vermek icin.biraz düsündükten sonra kitabi kapayip, daha yolun yarisina gelmeden yerimi verdim. geri dönüp mısıl mısıl oturdugum koltuguma baktigimda o da ne! yer verdigim kadin yasli görünümlü ve yasli giyimli en fazla 45 yasinda bi kadindi, cok pisman oldum. yerimi geri almak icin haykırasim geldi ama o cesareti bulamadım kendimde. moralim cok bozuktu ve yapacak birsey yoktu. ama dersimi aldim günlük, nüfus cüzdanini görmeden kimseye yer vermem bundan sonra.
hoscakal!
segili günlük, saat:06:24
Kararan havayla beraber yitiriyorum mutluluğumu, sanki hava karardıkça gerçekler ortaya çıkıyor ve beynim hiç durmaksızın başlıyor kendi yarattığı denizin dalgalarıyla boğuşmaya… Hava kararıyor ve içimdeki aydınlığı yavaşça kaybediyorum. Sabahın ilk ışıklarıyla açıyorum gözlerimi ve başrollerinde oynamaya başlıyorum neşelilik oyununun. Koca bir günün ardında yoruluyor bedenim ve mutsuzluk çöküyor üstüme kararan havayla birlikte. Geceleri uyumaya çalıştıkça göz kapaklarım direniyor, yoruluyor ve kapanıyor en sonunda. Rüyalarımda da beni rahat bırakmayan binlerce bastırılmış duygu çıkıyor karşıma. Gün ışıyor yine ve aynı sahne… Baştan başlıyoruz hayata!
Merhaba;)
Bu gün zeki olmadigimi anladigim, dolayisiyla cok mutsuz oldugum gündür. meger düz bi adammısım ben yarebbim. offff icim daraliyo valla, moralim cok kötü! insan bunu anladıgında ne yapabilir ki; hic birsey. meger bugüne kadar olmadigim kisilik icin calıstırmısım kafayı. ama boş. hiç biri ben degilim, düz, hayata konsantre olmus bi insanım ben yaa :( hakikaten üzgünüm :( hiç degilse bunu anlayabilmem umut verici olabilir diye düsünerek ve yine hayata konsantre olarak kalan kısma devam edebilirim.:P
imza:düz insan
tanım: yapılanların degil de anlaşılanların,hissedilenlerin yazıldıgının makbul oldugu defterdir.
tedavi amaçlı kullanılan bir bitki latince de Gummi Olibanum denir. Dahilen kuvvet verici, yatıştırıcı, kabız, idrar artırıcı, adet söktürücü, adet getirici ve romatizma ağrılarını dindiricidir.
başkasının okuması riski mevcut olan kişisel defter. bu nedenle tutmak isteyenlere tavsiyem, kendilerine özgü bir yazı sistemi bulsunlar. latin alfabesi dışı bir alfabe, karmaşık bir el yazısı, çok kasmak isteyenler için şifreleme mesela. ben şahsen latin alfabesini sağdan sola yazıyorum iğrenç bir el yazısı ile. ama bunun da şu sakıncası var: yazıyı ya yaprağın her iki yüzüne de yazın ya da kalın bir yaprak kullanın. eğer kağıt ışığı geçirirse basitçe yaprağı ters çevirmek kabak gibi okunan bir yazı ortaya çıkmasına yol açar.
tutulmamasini tavsiye ederim. zira hani o kimseye soyleyemediginiz sirlariniz varya. hah iste anneniz siz evde yokken odanizi temizlerken sagi solu kurcaliyor ve o gunlugu okuyor. sizin komsunun kizindan hoslandiginizi ogreniyor falan filan. once annenize cok sinirleniyor sonra cok utaniyorsunuz. ben 500 gb harddisk gucundeki hafizama guvendigim icin hicbir sey yazmiyorum artik olur olmaz yerlere.
insanın kendine bile itiraf edemediği sırları paylaştığı sırdaş.
"sırrını dostuna söyleme dostunun dostu vardır" tavsiyesini hatırlayıp , güvenmememiz gereken sırdaş.
çoğu zaman ergenlik çağı kızlarının aklıma gelmesine neden olan allı pullu defter. öyledir de hani, acayiptir onların duygu durumları. e tabi özel olmalarından mütevelit her zaman da merak konusu olur bu yazılar. lan sanki kolanın formülü yazıyo, ya da define haritası var...hayır o yazıları yazan kız şair, yazar falan olacak olsa öyle gizli defterlere karalamaz.
ne yazacak en fazla yani, ''sevgili günlük, kimse beni anlamıyor, çok tatlı bir çocuk, bugün ilk kez sigara içtim.'' aha! kolanın formülünden önemli bir hede bu işte...ilk kez sigara içtim ve bunu iyi bi haltmış gibi yazıyorum...bu sigarayı neden denedim? bi çok şey sayabilirsiniz: özentiğimden, kötü arkadaşlarımdan, gençliğin yozlaşmasından...ama kendi payınızı hesaba katmazsınız ebeveynleri (bak ebeveyn dedim, artistlik yaptım.)...
e günah keçisi evde o kızdır, siz kızdıkça o içine kapanır. o içine kapandıkça siz açamazsınız. sonra ne olur? kız günlüğüyle arkadaş olur. o günlük de artık dümb*ktür, merak edersiniz lan ne var acaba diye...arkadaşları kim bunun diye.
e bundan sonra bu da zıçtığınızın resmidir. yok yok şaka...bi kere o günlük onun için her şeydir artık... demek ki duygularını bastırmış, kusacak yer arıyor kız. he şimdi ne yapalım yani, bağıralım mı dövelim mi diyorsunuz...hayır efendim, sadece ''kızım günün nasıl geçti?'' demeniz bile bir başlangıçtır.
o günlükte de bi şey yazmıyor merak etmeyin...ben baktım, ehe.
türkiye'de tam manasıyla kavranamayan hededir. günlük, her gün olup bitenleri işe yaramaz bir şekilde dile getirdiğiniz, sayfaları umursamazca çarçur ettiğiniz bir yazım şekli değil; yazdığınız günü aydınlatan, o güne dair önemli anektotları yansıttığınız bir tür duvardır. ama bildiğiniz yoldan şaşmamalı di mi! evet sevgili günlük, bugün insanlara bir şeyler anlatmaya çalıştım, artı oy aldım, çok mutlu oldum, hayatım düzeldi, geleceğim kurtuldu o denli mutluyum ki, ohh demek istiyorum.
Sabah kalktım. Bahar gelmiş. Maviler, sarılar, beyazlar, yeşiller, altından bir ırmağın içinde yüzen balıklar gibi parlayarak neşeli ışık kırılmalarıyla doluyorlar odama.
Bütün pencereleri açtım.
Balkondaki hercai menekşeler, gardenyalar, açelyalar, sarı sulu meyveleriyle limon ağacı, sihirli turuncu meyveleriyle kumkuatlar, kısacık boyuyla annesinin rujunu sürmüş küçük bir kıza benzeyen minik mandalina, bahar ayininin peri kızları gibi gizli bir müzikle kımıldanıyorlar.
Çayımı koydum.
Gazeteleri okudum.
Ülke, bir yaz günü cıvıltılı bir plajda koyu takım elbisesiyle oturan asık suratlı bir adama benziyordu, sıkıcıydı.
Bir çay daha koyup balkona çıktım.
Deniz, gökyüzü...
Mavilik...
Güneş.
Çevre bahçelerdeki çiçekli ağaçlar.
Hayatın neşesini fark etmeyen bir bizim ülkeydi, bir de ağrıyıp duran midem, ikisi de canımı sıkıyordu.
Doktoru aradım.
Mideme bir boru sokacaklardı.
Nedense böyle durumlarda Kanat Atkaya'nın o çok eğlenceli ve genç üslubu gelir aklıma, hiçbir şeyi çok fazla ciddiye almayan hayat dolu dalgacılığı.
Neyse, bunun sık sık yapılan kolay bir iş olduğunu da öğrendim.
Yürüyüşe çıktım.
Sokakların sesi bile değişmişti sanki.
Birbirlerine seslenen inşaat işçilerinin, şakalaşan genç oğlanlarla kızların, araba kornalarının, köşebaşlarındaki çingene çiçekçilerin, çocuklarını çağıran genç annelerin, simitçilerin seslerinde, bütün şehri saran büyük bir müzikalin ortak şarkısı duyuluyordu.
Parlak sarı susamlı, fırın ateşiyle kızıllaşmış simitlerden aldım.
Bir çıtırtıyla ikiye böldüm onları.
Yiye yiye deniz kıyısına doğru yürüdüm.
Dünyanın hiçbir yerinde bu simitlerden görmedim, bir gün buralardan uzak kalsam herhalde özleyeceğim şeylerin başında bu simitler gelirdi.
"Türklüğün en fazla nesini seviyorsun" diye sorsalar ve ben de o anda "simitlerini" diye cevap versem acaba bu da 301'inci maddeye girer mi diye geçti aklımdan.
Deniz kıyısındaki kayalıklarda genç aşıklar oturuyorlardı.
Birbirlerine sarılmışlardı, bazıları öpüşüyordu, büyükannelerle büyükbabalar torunlarının pusetlerini iterek yürüyorlardı, eşofmanlarının üstünü çıkartmış gençler terli tişörtleriyle koşuyorlardı.
Bir zamanlar maşlahlı hanımların, redingotlu beylerin bahçelerinde dolaştığı eski köşkler sır vermeyen ketumiyetleriyle yeni insanlarını izliyordu.
Öğlen olmuştu.
Güneş yakıyordu.
Ceketimi çıkardım.
Yazı yazmam gerekiyordu.
Yazı yazmadan önce bir film seyretmek bana iyi gelir.
Tahir'le Neşe'nin çok övdükleri "Başkalarının Hayatı"nı seyretmeye karar verdim.
Sinemaya girerken çok sevdiğim bir doktor arkadaşımla konuştum.
- Mutlaka baktırmalısın, dedi.
Midemle aramdaki "saygıya dayalı seviyeli" ilişki dillere düşmek üzereydi, ne olduğunu doktorlar öğreneceklerdi, acaba sır olarak saklasam da midemi kimseye göstermesem mi diye geçirdim aklımdan.
Evet, ta çocuklumdan beri aramızda bazı sorunlar vardı, o sık sık huysuzlanıp ağrırdı, ben de onu kızdıracak ne varsa yer intikamımı alırdım ama gene de severdik birbirimizi.
Film başladı.
Berlin Duvarı yıkılmadan önce Doğu Almanya'da bir yazarla tiyatrocu sevgilisini izleyen istihbaratçının hikáyesini anlatıyordu.
Yazar, devletin olumlu gözlerle baktığı belki de tek "iyi" yazardı, onun için "ülkemiz aleyhine yazmadığı halde Batı’da okunan tek yazar" diyordu yetkililer.
Ama bir sorun vardı.
Yazarın sevgilisini Kültür Bakanı da beğeniyordu ve "kariyerini" herkesten fazla seven kadını tehdit ederek onunla sevişiyordu.
Ama kadının bundan hoşlanmadığını da hissediyordu.
Yazarı aradan çıkartabilmek için onun aleyhinde bir şeyler bulsun diye onu izletmeye karar veriyordu.
Komünizme sıkı sıkıya bağlı, devletini ve işini çok seven bir istihbarat yüzbaşısı yazarın evini dinlemeye başlıyordu.
Onların konuşmalarını, sevişmelerini dinliyordu.
Bu arada, kültür bakanının kadına yaptıklarını da fark ediyordu.
Yapayalnız bir adamdı yüzbaşı, arada bir partinin "resmi" orospusu geliyordu evine.
Ve, dinlediği insanların hayatlarının parçası olmaya başlıyordu.
Yazarın çok sevdiği çok parlak bir rejisör, "parti" tarafından dışlanmıştı, adama iş vermiyorlardı.
Hiçbir piyesi sahnelemesine izin verilmeyen bir rejisör.
Yazar arkadaşı onu teselli ediyordu, "Sen çok büyük bir rejisörsün, herkes sana hayran."
"Oyun sahneleyemeyen bir rejisör nedir ki," diyordu arkadaşı, yakında bana hayran olacak bir neden bulamayacaklar."
Sonra bir gün asıyordu kendini.
Onun öldüğünü duyduğunda yazar, eski dostunun kendisine hediye etmiş olduğu bir müzik partisyonunu çalmaya başlıyordu piyanoda, istihbaratçı yüzbaşı çatıdaki gizli yerinde dinliyordu bir ölünün arkasından çalınan müziği.
insanları sorgulardan, işkencelerden geçiren yüzbaşı ağlıyordu.
O güne kadar devletle iyi geçinmeye gayret eden yazar, arkadaşının ölümü üzerine "Doğu Almanya'daki intiharları" anlatan bir eleştiri yazısı yazarak Batı'ya gönderiyordu yazısını.
istihbaratçı bunu öğrendiği halde raporuna yazmıyordu.
Yazarı koruyordu.
Ama yöneticiler seziyorlardı yazının kimin tarafından yazıldığını.
Uyuşturucu kullanan tiyatrocu sevgilisini tutuklayıp baskı yapıyorlardı.
Kadın sevgilisini ele veriyordu.
Yalan raporlar yazmış olan yüzbaşı hem onları hem de kendisini koruyabilmek için uğraşıyordu.
Baskıcı devletlerin insanlara neler yaptığını anlatıyordu film ama bence daha da önemli bir şeyi anlatıyordu.
"Rejime" inanmış en katı devlet görevlisinin bile "şüphelilerin" hayatlarına sokulduğunda, onların gerçek duygularını, korkularını, kaygılarını, acılarını gördüğünde, onlara yapılan haksızlıklara şahit olduğunda nasıl değişebileceğini...
Bir insanı bütün çıplaklığı ve gerçekliğiyle gören birinin düşmanlığını sürdürmesinin ne kadar zor olduğunu...
Başkalarının hayatlarına girdiğinde bir süre sonra kaçınılmaz olarak onun bir parçası haline geldiğini...
Bizim ülkemizdeki yazarları, sanatçıları, aydınları izleyen istihbaratçıları düşündüm, acaba onlar izledikleri insanların gerçeklerini gördüklerinde, onların acılarına o kadar yakından baktıklarında ne hissediyorlardı, üzülüyorlar mıydı, bir şeylerin yanlış olduğundan kuşkulanıyorlar mıydı?
insanca bir temas, herkese insanlığı hatırlatıyor muydu?
Bizde de aydınları koruyan istihbaratçılar var mıydı?
"Vardır" dedim.
Dünyanın en korkunç sistemi bile insanlardan oluşur ve insanlar insandır, ne yaparsan yap kötülükleri kadar iyilikleri de bulunur.
Eve geldim.
Biraz sonra kapı çalındı, kapıcı genç bir çocukla gelmişti.
Nüfus sayımı yapılıyormuş.
Çocuk "mesleğimi" sordu, "Yazı yazarım" dedim, meslek hanelerine baktı, orada öyle bir madde bulamadı ve "tüccar" maddesini işaretledi.
Öyle gürültülü bir kahkaha atmışım ki çocuk irkildi, açıklama yapmak zorunda hissetti kendini.
- Yazar diye bir madde yazmıyor burada...
- Boşver, dedim çocuğa, nasıl olsa ikisinin arasındaki farkı anlamazlar seni gönderenler...
Akşama doğru duş aldım, giyindim, kravatımı taktım.
Çetin Altan’ın (övünmek gibi olacak ama söylemeden geçemeyeceğim o benim babam) Devlet Tiyatrosu’nun Taksim sahnesinde oynanan "Yedinci Köpek" isimli piyesini seyretmeye gittim.
Kırk iki yıl önce bu piyesi Üsküdar Tiyatrosu’nda seyretmiştim.
Sahneleri hálá aklımdaydı.
Bu kez çok değişik, çok sarsıcı bir yorumla konulmuştu sahneye.
Bir toplumun, kendisine benzemeyen bir bilim adamını nasıl yok ettiğini anlatıyordu.
Kendisine benzemeyene duyulan öfke, gizli bir hayranlıktan beslenen düşmanlık, kendisinden daha değerli olan her şeyi ortadan kaldırma güdüsü, "toplumuna benzemeyenleri" cezalandırmak için hukukun nasıl bir araç olarak kullanıldığı tek tek beliriyordu sahnede.
insanlar, kendilerinden daha değerli olanı vahşi bir kurt sürüsü gibi kuşatıyorlardı.
Ve suçlamak için ellerindeki en büyük kanıt, "herkes öyle söylüyor" cümlesiydi.
"Herkes öyle söylüyor."
işin aslı, adamın ne dediği, ne yaptığı, amacının ne olduğu önemli değildi, başkalarından farklıydı, bu, cezalandırılması için de yeterliydi.
Birisi için bir söylenti çıkarılıyordu ve gerisi geliyordu.
Kırk yıl önce yazılan piyes sanki bugünü anlatıyordu.
Aynı linçleri biz gerçek hayatta da görmüştük.
Hálá görüyorduk da.
Acıyla ve hayranlıkla seyrettim.
Çıkışta aydınlık yüzlü bir çift "babanızın kalemine sağlık" dedi.
Piyesten sonra "yazarını" kutladım ama rejisörle oyuncuları kutlamaya vaktim olmadı.
'kaptan yemeğe çıktı ve tayfalar gemiyi ele geçirdi' adıyla yayınlanan bukowski'nin günlüğünün son satırı; 'siktir git lan. hem ben tolstoy'u da sevmem.'
daha iyi, daha harbi ve daha komik bir sonla biten günlük var mıdır veya
yazılabilir mi bilmiyorum. *
tavsiyem; günlüğünüze yaşadığınız olayları yazmayın, karşınızdaki insanlara söyleyemediğiniz şeyleri yazın. içinizden ne geçiyorsa, neyi haykırmak istiyorsanız onu yazın. hatta bazen içinizden geldiği gibi saçmalayın, çok zevkli oluyor. sizden başkasının okumayacağını düşünerek saçmalayın sadece. rahatlıyor insan.
bir de sevgililerin karşılıklı günlük tutma alışkanlığı olur bazen. erkek yazar birkaç hafta, sonra sevgilisine verir. bir süre de sevgilisi yazar, erkeğe geri verir. yüzüne karşı söylenemeyenler söylenir. bir bakıma günlük cansız aracı konumundadır. en güzel özelliği de anlattıklarınızı hiç değiştirmeden, kendinden hiçbir şey katmadan karşı tarafa tebliğ etmesidir. ha kişiye özelliği kalır mı? kalmaz elbette. gene de faidelidir efendim... önemli olan, sevgili okuyacak diye samimiyetsizce şeyler yazmamaktır. işin bu dereceye geldiği fark edildiğinde kalem elden bırakılmalı, bu işe bir son verilmelidir. her güzel ve özel şey gibi tadında bırakılmalıdır.