"kayıp oda"ydı. orijinal adı "the lost room". merhaba bu arada. böyle damdan düşer gibi oldu, kusura bakmayın. ama, evet evet, bildiğin damdan düşer gibi işte. bazı zamanlar da öyle olmaz mı? söz gelimi dersin ortasından daldığımız bir anfide yaşayacağımız ve dahası hocaya yaşatacağımız gibi. bu örnek biraz gereksiz oldu ya neyse. ne diyordum? hahh, tamam! "kayıp
***
ilk kez elini tutmanın verdiği heyecan öylesine kudretli ki! al işte! yine terlemeye başladım. ama bu gönül ne yapsın? bu sevi ele mi dolansın? her bakışımda ayrı bir dünyayı, her dalışımda ayrı bir rüyayı yaşatan o ellerinden bahsediyorum. gözümle dolanmadığım kıtası, sözümle yaşamadığım odası kalmamış bir çatının altında, ilk kez tenimle sığınabildiğim avucu...
sonra o avuç içi çizgileri. solundan ortasına hücum eden çizgisi avrupa'yı avucuna çizmişçesine. bu dünyanın en karmaşık ve derin çizgileri ile usunun temsilinden ötesi değil. verimli po ovası hemen güneyinde kırmızı, kanlı canlı. batısının bir kısmından doğusuna uzanan o geniş bozkırları asya değil de ne? güneyden afrika'nın yükselmesiyle birbirine kavuşan bu diğer iki kıta da medeniyetin kalbinin burada attığını çizgilere yakın ve deriye gömülmüş çiziklerle anlatmıyor da ne yapıyor? deriden derine fersah fersah medeniyet. her çizgi ayrı bir kıta, ayrı bir kehanet olarak arşa yol alıyor.
ve ben ilk kez buluşuyorum bu dünyayla.
***
oda"ydı. çok güzel bir diziydi. yarım mı kalmıştı, yoksa tez zamanda bitmesi mi planlanmıştı bilmem. fakat güzeldi. izlediğim zamanlar, tam da yukarıda bahsettiğim örneğe denk düşen yıllarımdı. yani önceki gece saatlerce dizi izleyip sabahki dersin ortasında anfiye daldığımız zamanlardan. böyle de sanki o zamanları çok arkada bırakmış gibi konuşuyorum ama araya zaman girince, öyküyü de şarap
***
pamuk gibi derler ya, işte öyle. öyle yumuşak, öyle dokunaklı. ne bir bebeğinki kadar sevimli, ne de bir nineninki gibi nasırlı. bir kadında, bir kadın gibi yaşam dolu ve özverili. parmakları üzerinde, ancak güneşe doğru uzattığında seçebildiğin, ince ince yollar. her yolun sonunda bir kuytu ve her kuytunun sonunda kuytuya aykırı parmak izleri. güneşi kuzeyine aldığında, parmakların kökünden yer yer tepeler aşarak vadiye gelirsin: parmak-boğumu vadisi'ne. hafif tuzlu ama tutkuya özlem dolu bir nehir karşılar seni. neredeyse ufka dek beyaz bir orman. yer yer bozkır bu vadinin en büyük gizemi ardında sakladığı diğer vadi. ilki kadar değil belki, ancak kesinlikle aynı özü ve nehri taşır. hafif soluklanır ve yine yola düşersin.
***
sanınca... bildiğin üniversite yılları işte. hemen hemen her arkadaşım gibi ben de, birincil sosyalleşme aracımız olan dilimize ("ortam"larımız için) kamyon kamyon dizi malzemesi yüklemek adına, gecelerce, izlerdim. adını anmaya değecek ve değmeyecek onlarca bilgi birikimi şimdi çöplükten ibaret, ancak o zaman altın bilezik. işte o sıralar karşılaştım "the lost room" ile. baktım ki kısa,
***
ikinci vadiyi aştığında gördüklerin, ilk tepenin zirvesinde gördüklerinden farksızdır artık. bu sefer tepe yoktur. geniş bir ovada yer yer yüksekliği değişse de esintisinden aldığın tat değişmez. yeryüzünde pek su birikintisi göremesen de, tüm o doğa harikası sanki bir ayna gibi, yeraltının zahiri şeklinde yeryüzüne yansıması olduğunu sana verir. yol uzundur belki ama tutku, tabiat, aşk aynıdır.
uzun bir süre ayırt edemediğin, ancak yakınlarına geldiğinde seçmeye başladığın, önceki gördüklerin içinde ilkinden daha yüzeyde, ikincisiyle de kıyaslamaya kıyamayacağın güzellikte bir başka parmak-boğumu vadisi'ne varırsın. toprak daha sıcak, daha akıcı. su daha serin, daha zengin.
vadiyi aştığında gördüğün tepe, aşkın ve elin ufkudur. dünya'nın bittiği ya da güneş'in başladığı yerdir. ayaklarını okşayan sıcak topraklarda yalınayak yola düştüğünde henüz çok ayırdına varmazsın. ancak tepeye vardığında tüm magmayı ayaklarına hapsetmişsindir. uzansan güneş'e tutunacakmışçasına... tepeden aşağı, çocuğun uçurtmaya, tutsağın özgüre, sevenin sevilene koştuğu gibi koşarsın. nefesinin dindiği, avuç ritmiyle uyuştuğu vakit yürümeye koyulursun. dünya'nın sonuna geldiğinde, artık bordoya kaçan ojeli tırnağının da başındasındır.
***
başladım izlemeye. hepi topu 45'er dakikadan 6 bölüm. bir gecelik işi var aslında. ama kıyamıyorsun be arkadaş! dizi izlediysen bilirsin. bazısı vardır ki, tüketmeye kıyamazsın. mühendis kafasıyla "önce yarısını izleyeyim, sonra kalanının yarısını, sonra kalanın..." şeklinde aptal çözümler dahi ürettiğin olur. bitmesin diye yani. yine de gün gelir, direncin biter. bazen bir, bazen de iki öğüne karşılık gelen bu süre zarfında o diziye noktanı koyarsın. koydum ben de. dizi bitti ve ekran kararmış, lâkin kafada sahneler döne döne devam ediyor. o kadar
***
sert ve dik kayalıkları tırmandıktan sonra dünyevi hazzın sonuna geldiğine, güneş'e kanatlanacağına inanırken, dünya'nın yuvarlak olduğuna ve güneşin hiç batmadığına şahit olursun. önünde, parmak ucundan damlatılan kirli koyu kanın rengine bürünmüş ojeden beslenmiş engin bir kızıl deniz ve onun ardında da rengi bozkırı, canlılığı ormanı terk etmemiş derin yolculuklar. sonrasında da kıtalar dolusu...
***
etkilendim ki, kısa süre sonra dayanamayıp tekrar açtım. peki bu kadar etkileyecek olan neydi? aslında hiç! dizinin işlediği kurgu (ya da kurgunun işlediği dizi, bilemiyorum orasını) sanırım beni cezbeden tarafıydı. kurgu da ne biliyor musun? bir motelin 10 odasından biri, içindeki müşteri ile birlikte bir gün kayboluyor. odanın içindeki tüm nesneler dünyanın dört bir yanına dağılarak bir şekilde geri dönüyor. her nesne ayrı bir doğaüstü güce sahip.
hahh! nihayet gelebildim anlatacağım
***
gözlerimi dünyaya ilk açtığımdan beri onunlayım. peki neden yıllar önce değil de şimdi? sonsuza dek bu diyarda yaşayabilirim. onunla doğduysam, elinde de ölmesini bilirim ama... gergin olduğu zamanlar ruhumu ve bedenimi okşardı. bir de kimseye bağırmazdı. neden bağırıyor?
n ypıyr böyl!.. boğazımı sıkıyor, nefes alamıyorum! kolunu arkaya mı gerdi? hayır, atma beni! yalvarırım sana. çatın altında yer yesin. öldür ama böyle değil!
***
kısma. bu kurgu beni öyle etkiledi ki, devamının çekilmemiş olduğunu bir yıl sonra kabullenebildim. bugün bile yeni nesnelerin diziye dahil edilmesiyle neler yapılabileceğinin ara ara hayalini kurarım. ancak bir nesne vardır ki onu nereye koyacağımı bilemem. dizinin sonunda ortaya çıkan asıl nesne, yani müşteri, gün geldi ve insanın nesneleşebileceği fikrini kafama kazıdı. dur dedim kendime: "buradan öykü çıkar mı ki? özneyi arka plana itmeyi denesem? acaba özne ile nesneyi yer değiştirsek? söykü'nün teması yüzükse? bir yüzüğe beş duyu versem?"
***
***
ve atacak. suratında küfürden ekşi, matemden acı bir çehre, çehrenin içine gömülü ve üst taraflarda bulunan iki çukurun arasına doluşacak fırtınalar, fırtınaların bir parça aşağısında yer alan volkan yanardağı, ve nihayet kurşunlar saçacak olan o kalp namlusu. işte bu doğal afetin karşısında depremlerle yerküresi sarsılacak çocuk, hayat arkadaşının elinden fırlayacak olan yüzüğün gözbegöz takibinden gidecek ve deniz'de boğulacak. ve isim, ne de güzel bir son olacak ona, aşkına bayraklar açan bir korsana...