asıl adı cafer olan Gül Baba; bir Bektaşi Babası, derviş ve şairdir .Doğum yeri Amasya'nın Merzifon ilçesidir.
Osmanlı Kanuni Sultan Süleyman etkileyen ve avrupa taaruzlara katılan bir önemli Bektaşi Babası olmaktadır. Hayat yolu Evliya Çelebi tarafından yazılı kaynaklara geçirildi. Gül Babanın Budapeşte'de türbesi ve heykeli bulunuyor. Başından gülü elinden ise tahta kılıcı eksik olmazmış. savaşlarda başının üstünde bir gül taşıdığı için Gül Baba diye anıldığı rivayeti nesilden nesile iletilir.
1481' de II. Bayezid döneminde Galata' nın üstleri, Perşembe Pazarı' nın Voyvoda Konağı' nın yukarılarına düşen bölge, sık ağaçlarla kaplı ve avlanmaya müsait bir bölgedir. Sultan 2. Bayezid mevsim kış olmasına rağmen bu bölgede avlanırken, bir av dönüşünde, günlerini, yetiştirdiği gül fidanları arasında ibadetle geçiren Gül Baba' ya rastlar. Gül Baba' nın kendisine sarı ve kırmızı güller sunmasından memnun olan Sultan, kendisinden dileğini sorar. Adını yetiştirdiği güllerden alan Gül Baba, bahçesinin ilerisindeki tepeyi göstererek, "Bu tepeye, mekteb-i irfan tesis ile, orada okuyup yazanları hizmet-i hümayununda istihdam eyle, vakti gelince devletine lazım olur" der. Sonuçta devlete görevli yetiştirmek amacını güden Galata Sarayı kurulmuş olur.
Sayısız savaşa katıldıktan sonra, 1526 yıllında Kanuni'nin daveti üzerine Gül Baba Budin seferine katılıyor.
1531 yılında Budine gelmis ve 10 yil burada yasamistir. 1 Eylül 1541 yilinda Vefät etmistir. 2 Eylül tarihinde 200 bin kişinin cenaze namazina katildigi bilgileri Evliya Çelebi'den sözlü gelenekden yazılı kaynaklara dökülür.Yalniz Türkler tarafindan degil ayni zaman Macarlar tarafindanda cok sevilen va Halen Macaristanda Gül Baba adiyla yasatilan efsanevi bir kisiliktir Ayni isimle bir macar filmide mevcuttur.Evliya Çelebi, elinde büyük bir tahta kılıçla savaşlara katılan Gül Baba'ya bu lâkabın verilmesine, daima bir gül taşımasının sebep olduğunu da belirtmiştir.
Gülbaba Budapeştenin bir yüksek tepeye gömülür ve tepeye "Gültepe" adı verilir(Macarca. Rózsadomb) . Türbesinin yanına yaptırılan Gülbaba Bektaşi Tekkesi, 1686 yılında yıkıldı. Bir diğer kaynağa göre Gül Baba' nın iki mezarı daha vardır. Bunlardan bir tanesi, Galatasaray Lisesi' nin arka bahçesindedir ve sembol mezardır. Asıl mezar ise Boğazkesen' den Tophane' ye inen yolun sağında bulunan Gülbaba sokağındaki caminin avlusundadır. Mezar I. Abdülhamit zamanında onarılmış ve başına kitabeli bir taş dikilmiştir.
Ordu sefere çıktığında, Osmanlı Yeniçeriler döneminde, askerlerin ruhlarını güçlendirmek için dervişler, saz ozanları de sefere katılıyor, mola zamanlarında dualar okunuyor, destanlar söyleniyordu. Dervişler, saz ozanları gerektiğinde silahlanıp savaşa da katılıyorlardı. Gül Baba, savaşlara katılan dervişlerden biriydi. Hacı Bektaş Veli Yeniçeriler için pir olatak kabul ediliyor ve dolaysıyla Yeniçeriler Bektaşi dervişlerine derin şekilde saygı gösteriyorlardı. *
sultan bu ya, pek fazla sıkılmış yine birgün
durmuş bakıyorken sarayından göğe üzgün
sadrazamı hürmetle eğilmiş de önünde:
- sultanımızın neşesi pek yoksa, bugün de,
sis örtüler altında o haşmetle uyurken
seyreylesek istanbul’u yüksek tepelerden
eğlenceli olmaz mı demiş,
kırda gezinsek?
vaktiyle o türk aslanı sultanımızın, pek oynak kara bir kısrağı varmış, ona binmiş
geç vakte kadar kırda veziriyle gezinmiş.
lâkin yarı sarhoşluğa düşmüş yine birden
sultan tepelerden dolu dizgin geçiyorken,
dizginleri kısmış ve şöylece durup bir dem,
sadrazama sormuş:
- nereden geçti bu meltem?
mestolmuş eserken ediyor insanı sarhoş.
bir dinle geçen rahiyalar bak ne kadar hoş!
sadrazam gülmüş ve:
- yakınlarda demiş,
bir gül bahçesi vardır, gayet de güzeldir,
şayet yüce sultanımız arzu buyurursa?
-elbet gidelim, hem bakalım sahibi varsa hoş-beş ederiz şöyle biraz.
sonra da bir an;
atlar yine birden mahmuzlanaraktan,
yaydan kopan oklar gibi rüzgârları yarmış
çok geçmeden atlar o güzel bahçeye varmış
bir bahçe ki, örtmüş yeri her renkte çiçekler
bir bahçe ki, baştanbaşa renk olmuş emekler
bir bahçe ki, güller bile sarmaş dolaş olmuş...
her yer sarı, mor, pembe çiçekler ile dolmuş...
güller ki, alevden daha al renkle yanarmış
hem her birinin bir adı, tarihçesi varmış
sultan bu güzellikleri görmüş ve şaşırmış.
- gül bahçesi lâkin ne zamandan? ... diye sormuş, bir noktaya dalgın bakıyormuş gibi sanki.
sadrazamı hülya dolu gözlerle demiş ki:
- vaktiyle bu gül bahçesi bir çöl gibi yermiş
yaz, kış gece çılgın gibi rüzgârlar esermiş
kuşlar üşüşüp dallara bir mesken ararken
sağanak gibi şimşekler inermiş kara gökten,
bir gün hızır inmiş gibi iklime yer yer,
bir yemyeşil atlasla döşenmiş yine her yer,
nârin o fidanlardaki dallarla örtülmüş bahçeyle
bu toprağın artık yüzü gülmüş.
lâkin bu güzel bahçede bir gül baba varmış.
mecnun gibi yapayalnız o güllerle yaşarmış.
- gelsin bakalım söylediğin gül baba kimmiş?
- hayhay! diyerek ünlü vezir, bahçeye girmiş.
güller arasından daracık yoldan yürürken
munis ve muhabbetli bakışlarla ileriden
örtülmüşe benzer gibi sakin başı karla
bakmış geliyor gül baba bir nurlu vakarla.
sadrazamı koşmuş ve demiş:
- gül baba, sultan kalkıp seni görmek için geldi uzaktan.
bak kendisi üstünde atın, gel, seni bekler.
sultan da o haşmetle gelirken gülerek şöyle der:
- güller ne güzel, onları hep sen mi büyüttün?
- elbet, diyerek gül baba, dallardaki süzgün munis sarı güllerle, tutup kırmızılardan kesmiş iki gül,
sonra demiş:
- ey yüce sultan,
istersen anılmak yine rahmetle eğer hep
yaptır bu büyük bahçeye bir koskoca mektep...
millet ve vatan uğruna binlerce de evlâd
elbet seni her an, çalışırken edecek yâd!
güllerdeki renkler de onun arması olsun,
ismim de benim böylece rahmetle anılsın.
...
ey gül baba her şeyde sesinden var akisler
her şey bize hâlâ bu güzel kıssayı söyler
yıllarca senin bahsini etsek yine pek az,
zira bu güzel kıssa, şu mısralara sığmaz
bizler yine rahmetle anarken seni artık
mermerden olan kabrini güllerle donattık.
sultani'nin arka bahçesinde anıt mezarı bulunan babamızdır.
gok gürledi. beyaz saçlı, uzun beyaz sakallı adam okuduğu kitaptanbaşını kaldırdıi kulübenin penceresinden dışarı baktı, tel çerçeveli gözlüğünü çıkardı, katlayıp okuduğu sayfaya koydu, kapattı kitabı, usul usul kalktı sedirden. ocağa iki odun daha attı. ayaz esiyordu, fırtına patlamak üzereydi. pastırma yazını beklerken paldır küldür gelmişti istanbul'a kış. kulübenin gıcırdayan kapısını açtı, sarı ve kırmızı gül saksılarından bir ikisini içeri aldı. öbürlerini saçağın altına doğru çekti. yeni fidelerdi bunlar, narindiler, korunmaları gerekiyordu. bahçedeki eski fidelere bir şey olmazdı, onları budamıştı zaten, ilkbaharda azacaklardı. bus kesiyordu hava. ölecek bütün yeni fideler diye düşündü yaşlı adam. saçağın altındaki odunları kulübenin içine taşımaya başladı.
birden karardı gökyüzü, bardaktan boşandı yağmur. ocağa yeni odunlar attı, gene gelip sedirde oturdu, kitabını açtı, gözlüğünü taktı, kaldığı yerden okumaya koyuldu. gökgürültülerine nal sesleri, at kişnemeleri karıştı, pencereden baktı, orman tarafından beş tane atlı geliyoru. gene gözlüğünün arasına koydu kapattı kitabı, kalktı, gidip kapıyı açtı. en önde gelen atlı, yanaşıp seslendi:
-selâmün aleyküm ihtiyar!
-aleyküm selâm evlat!
-ava çıkmış idük, fırtına hasıl oldu, hânende bir nebze soluk alabilir müyüz?
buyut etti beş adamı kulübesine. giyim kuşamlarından zengin oldukları belliydi. içlerinde ağaları olduğu hissedilen, elâ gözlü, sağ yanağında bir ben olan, kumral, ince uzun parmaklı, samur kürklü adam soru yağmuruna tuttu ihtiyarı. duvardaki sazından, okuduğu kitaba kadar herşeyi sorup, terekte dizili kitapları bir bir inceledi. ayrıntılı sorular sordu. sonunda yaşlı adam bunaldı:
-zaptiye misün be kâfir? sormaduğun bir anamın adı kadlı!
dedi. meraklı sorularıyla onu bunaltan adam gülümsedi:
-hoşsohbet zât imişsün, adın bağışlar mısun?
-gül baba derler nâmıma. burda sarı ve kırmızı güller yetiştirür, tophane'den gelen meraklı gençlere saz çalmayı öğretirum.
-makbul adamsın gül baba, hoşlaştum senden. bu ıssız ormanda vaktün neye göre ayarlarsun? namazın neye göre kılarsun?
-gökyüzüne bakarum, anlarım ben zamanı... kasvet bulut günlerde bellü olmaz vakit, öyle günler namaz kılmam saz çalarum.
-bir camii istemez mü yani bu yerlere?
-isterdü amma, camiiden önce başka şeyler gereklü.
-bre camiiden önde gelen ne ola?
diye kaldırdı kaşını meraklı soruların sahibi adam.
-camii insana allah'ı öğretmez, insanı bilen bülür allah'ı, bunu öğretmek gerek insanoğlu'na.
bir an duraladı samur kürklü adam, ince uzun parmaklarıyla kır sakalını sıvazladı. adamlarına baktı. adamları ona baktılar.
-bize bu fırtınada kapınu açtun, sana bir ihsan eylemek isterüm gül baba, dile benden ne dilersün?
-sağluğun dilerüm beyim, ne dileyeyüm?
-yok yok. bir dileğün vardır elbet, söyle, edelüm.
-belli ki zengünsün beyim, velâkin benim dediğimi hakikat eylemeye senin de gücün yetmez.
-benim zengünlüğüm sen ne bilirsün?
-senin zengünlüğün bilmem amma, benim dileğümü bir tek sultan hakikat eyleyebilür.
-belki sultanım ben!
deyince samur kürklü adam, birden bakakaldı ihtiyar. ürkerek baktı adamın elâ gözünün içine ve o an padişahla karşı karşıya olduğunu anladı. hemen atılıp elini öptü, tanıyamadığı için af diledi.
-kusurun yok affoluncak, söyle nedir dileğün?
dedi sultan 2.beyazıt han.
-dilim varmaz sultanım.
diyerek boynunu büktü gül baba.
-bir konak mı isterdün eyyamın geçürecek? sarayda mı yaşamayı isterdün? sancak mı isterdün? vezirlük mü? üç tuğ mu? söyle! hakikat eyleyeyim rüyanı.
diye kükredi sultan 2.beyazıt han.
-sultanım, sancakta vezirlikte gözüm yoktur. o işleri beceremem. konak saray gerekmez ban. kulübemden güllerimden ayrılamam. buraya camii yerine bir mektep, bir ilim irfan yuvasu inşa edilsün. burada âlimer yetüşsün. devet uğruna pek hayurlu bir iş olur.
-sen meğer pek mühim bir zât imişsün gül baba! seni karşıma çıkaran fırtınaya hamdolsun! fikrül mektep pek münasip, osmanlı'nın mülkü çoğaldıkça güçleşiyor idaresi! bize mektepler, mekteplüler gerek.
diye gül baba'nın sırtını sıvazlayarak adamlarına döndü padişah.
-tez irade çıka! mimar hayrettin ve kemalettin efendiler, burada iki ahşap mektep binasının inşâsına başlayacaklar!
buyurdu.
çabuk tamamlandı inşaat, mektebin ilk öğretmeni gül baba, ilk öğrencileri padişahın çocuğu sultanlar oldu. bu sultanlar okuluna "mekteb i sultani" denildi. yüzlerce çocuğu vardı padişahın, büyükler küçüklerin ağabeyleriydi, bu yüzden büyük sultan küçük sultana bir tokat çaktığında küçük ona:
-ne vuruyorsun lan?
diyemedi. vuran öz ağbisiydi.