Saçma entellektüel tamlamalarından biri.
Saçma olmasına rağmen kesin çok derin anlamları vardır bu tamlamaların ve fularsızlar bu anlanları asla anlayamaz.
okuduğum bir makaleden aklımda kalmış bir başlık (bitimsiz masallar toplamı) cuk diye oturmuş kitabı birazcık da olsa özetlemeye, hoş hiç bir makale bilge beyin yazdıklarını tam olarak açıklayıp, ya da şurada böyle oldu diye özetleyemez.
avından el alan, bir orta çağ abdalı ve tabi usta beni öldürsen ''e'' muhteşem öyküler. okunup okunup hatmedilecek tarzdan. kitap henüz bitmedi lakin alsemender adlı öyküyü çok merak ediyorum. alsemender var olmayan bir çiçek adıymış. bilge beyin var olmayana yazdığı bir öykü.
bilge karasu denilen müthiş insanın kitabıdır. masal formunda yazdığı 13 tane masalımsısı vardır ve bunlardan 12 sinde değindiği tüm tema ve imgeler 13. masalda birleşir. her günün saatinin bir masalı vardır ve baktığınızda bu bir güne yayılmıştır. 6. saatin masalı olan dehlizde giden adamda bir yolculuk ve gerçeği aramak için kendisini bu yolculuğa çıkaran 19 yaşındaki bir genç vardır. korkusu ve tutkusu vardır ve budur onu bu maceraya atan. dehlizde ilerler sürekli levhalardan yansıyan ışıkları görür bu "umuttur" gerçeği aramasında ona ilerleme şevki verendir. en sonunda mağaranın sonuna gelir, çıkışı bulur; yalnız bu genç yolun sonunda kör olur. artık başka gözlerle bakacaktır dünyaya ve fakat ışığa çıkmasına karşın hala gerçekliği bulamadığından ölene kadar soracaktır, arayacaktır onu..
ilk baskısını çok cüzi bir fiyata edindiğim, çok yavaş okuduğum halde neredeyse bitmek üzere olan kitap. metin o kadar garip o kadar içine çekiyor ki, sayfa sayılarına bakmaya fırsatı olmuyor insanın.
bilge karasu bu kitapta "incitmebeni" hikayesine şöyle başlar ve devam eder;
"herkesin,
kim bilir, belki de ancak -çoğu insanın- demeli ya,
giyinmek için uğraşıp didindiği bir dünyada,
insanların,
arkasını kat kat kalınlaştırmak için olmasa bile,
kış aylarının acı soğuğu estiği zaman sırtını pek tutabilmek için çalışıp yaşadığı bir ülkede
soyunmaktan başka bir şey dilemeyen bir adamın masalı bu.
(...)
insan soyuna soyuna deriye varır, onura öz saygısına varır. bunları yüzmek, koparıp atmak, güçtür ya soyunmayı yürekten benimsemiş kişi, sırası geldiğinde bu son adımı atmayı değer bellediğinde, ölmesini bilir. ne ki, bir tek kez yapılabilecek bu işi, böyle bir eylemin değerini anlayacak kişiler karşısında yapmak ister. yanılır da sırası geldi diyerek, olmayacak yerde girişirseniz bu işe, acı bir masal olur çıkarsınız."
masal'ın bir tür olarak sahip olduğu genişliğin, sayısız olanağın okuyucu ile sunulan gerçek arasındaki mesafeyi daha iyi kapattığını göstermesi açısından benzersizdir.
hikayenin; bazı koşulları yahut da insanların koşullara yapışıklığını gösterme noktasında kimileyin çıldırtıcı bir sebep sonuç ilişkisini zorunlu kılması bir tür olarak masal'ın neden önemli olduğunu da gösterir.
sokulgan okur bu noktada gerekirse cahit zarifoğlu'nun çocuklar için yazıldığı söylenen masal kitaplarına müracaat edebilir.
masal'ın bir tür olarak sahip olduğu genişliğin, sayısız olanağın okuyucu ile sunulan gerçek arasındaki mesafeyi daha iyi kapattığını göstermesi açısından benzersizdir.
hikayenin; bazı koşulları yahut da insanların koşullara yapışıklığını gösterme noktasında kimileyin çıldırtıcı bir sebep sonuç ilişkisini zorunlu kılması bir tür olarak masal'ın neden önemli olduğunu da gösterir.
sokulgan okur bu noktada gerekirse cahit zarifoğlu'nun çocuklar için yazıldığı söylenen masal kitaplarına müracaat edebilir.
Başkan beni kayırıyordu galiba. Beni en korkulu durumlardan
kurtarıyor, başkalarını esirgemezken beni elinde tutuyor, vezirliğe doğru
sürüyordu.
Alanda oyuncuların sayısı epey azalmıştı. Yarıya inmiş gibiydik.
Yeşiller direniyor, başarıyla sürdürüyorlardı oyunlarını. Usta
oyunculardı onlar. Bakışıyorduk onunla. Kollarını açtı, bana doğru uzatır gibi
yaptı, sonra gülerek yumruklarını sıktı, hızla uyluklarına indirerek çarptı.
Susamıştım. Hepimiz susamış olsak gerekti. Ama su için çalıştığımızı
unutamazdık. Oyun bitesiye su yoktu hiçbirimize.
Oyun üzerine ne biliyorsam ondan öğrenmiştim. Ustam karşımda
duruyordu. Ama oyunun oynanması üzerine bilgi vermemişti. Satranca çok
benzeyen bu oyunda taşların, yani bizlerin adı, satrançtaki gibiydi, kurallar
hemen hemen aynıydı. Bir iki noktada satrançtan ayrılınıyordu. O noktaları da
Başkan anlatmıştı bu sabah. Ne ki, satranç oynamasını bilip bilmdeiğimi kimse
sormamıştı. Morların bilmesi gereksizdi zaten. Bir zamanlar biraz oynamış
olduğum için, oyunu bilmiyorum diyerek işten sıyrılmağa da kalkmamıştım.
Oynamak istemiştim, başından beri, onu gördüğümden, oyuna katılıp
katılmayacağımı soruşundan beri.
Göçme oyunu sözünü o da açıklamamıştı ama. Göçme oyunun oynandığı
bahçeye Göçmüşler Bahçesi adını bilerek verebilirdim ama o sözü, daha hiçbir
şey bilmezken uydurmuştum. Sonra başka bir şey geldi usuma o ara. Burası,
göçmüşlerin bahçesi değildi, göçecek kedilerin çekilip gözden ırak ölmeğe
baktıkları yeriydi herhalde bu kentin; Göçmüş Kediler Bahçesiydi bu.
Göz göze geldik gene. Usumdan geçenleri bilirmiş gibi, biraz alaycı
bir gülümsemeyle, başını "evet" dercesine sallıyordu. Başkan hâlâ düşünüyordu.
Kendi oyunumu oynamağa başladım.
Sen beni yaşatabilirsin, diye geçirdim içimden.
Başı, gene, evet, dedi.
Ama yaşatmak istemiyorsun çünkü sen
Başı, evet, ben?.. dedi.
Sevildiğini bilmek istersin.
Evet.
Ama sevildiğinin söylenmesini istemezsin. Beni söylenmemiş bir sevgide
boğabilirsin.
Evet.
Çünkü...
Çünkü?..
Bilemiyorum. Galiba... Korkuyorsun.
Evet.
Oyunu kestim. Tatsızlaşıyordu.
Kesmedi o.
Bekliyorum, dedi, evet...
Vazgeç, dedim başımla. Başka öksürdü. Kıpırdamıştım. Dondum.
Ağaçların arasında dönmeden önce bacaklarıma sürünen kediye bile
bakmadım. Kedi geçti gitti. Açtı; yorgundu belki. Ölmüştür şimdi. Göçmüştür bu
bahçede.
Başkan beni unutmuştu. Oysa ben, küçücük piyade
aşağıları savunuyordu şimdi,
oysa ben, küçücük piyade, vezirden başkasını düşünmüyordum. Ne yapıp
edip onu
Ama... Oyun bitmişti. Bitmişti benden yana. Bir tek adım atmam
yetiyordu işte. "Ne yapıp edip"in gereği yoktu artık. iyi oyuncu değildim ama
atılacak adım açıkça ortadaydı. Üstelik, istediğimin gerçekleşmesi bundan
kolay olamazdı.
Alanda bir kıpırtı oldu. Nerede, nasıl, bilmiyordum. Bildiğim, sıranın
bana geldiğiydi.
Her şey durmuş beni bekliyordu. Ben Başkanın sözünü bekliyordum.
Başkan başka bir şey söyleyemezdi, besbelli. Her yanım gerilmişti, atılmağa
hazırdım. Bir adımla vezire çıkıyordum. Yeşillerin veziri ister istemez beniim
oluyordu ardından...
Başkan susku içinde düşünüyordu. Bana dikilmiş yeşil gözleriyle
başını, ilk kez, "hayır" dercesine salladı o.
Neye hayır?
Düşündüğüne.
Gülünç olma, tam bu noktaya geldikten sonra... Seni almamı istemezsin
elbet, ondan öyle...
Hayır. Ama...
Konuşmak istiyordu şimdi. Üstünlük taslamaktan, tepeden bakıp alaycı
davranarak sırt okşamaktan vazgeçiyor, konuşmak istiyordu. Usumdan geçeni o
nasıl anlıyorsa, ben de öyle anlamalıydım onun usundan geçenleri. Mor değil,
Yeşildi anlaşmaya, uzlaşmaya varmak isteyen. Bütün gücümü kullanıp
anlamalıydım onu.
Hayır, diyordu, düşündüğün yanlış.
Birden toparlandım. Beni oyalıyordu. Yapmak istediğimi sezmiş,
önlemeğe çalışıyordu. Şu anda bir düşmanlık durumu içindeydik.
Dost olmamış mıydık bugüne dek? Hiç yan yana durmamış mıydık?
Görüştüğümüz anda büyülemişti beni. Ama ben mi ona yaklaş
Düşündüğümden vazgeçmek istemiyordum. Ona bakmağı bile bıraktım, yan
gözle Başkanın ağzını kollamağa başladım. Başkan kararını verdi, ağzını
araladı.
Çıkacak sesi beklemedim. Bir tek uzun adım attım. Binlerce insanın
göğsünden bir körük sesi çıktı.
Uğultu dindiğinde onun sesini işittim. "Mat" diyordu. Üstümdeki,
elimdeki demirlerin göğü tutan gümbürtüsü içinde yığıldım durduğum yere.
"Oyun üzerine ne biliyorsam ondan öğrenmiştim. Ustam karşımda
duruyordu. Ama oyunun oynanması üzerine bilgi vermemişti. Satranca çok
benzeyen bu oyunda taşların, yani bizlerin adı, satrançtaki gibiydi, kurallar
hemen hemen aynıydı. Bir iki noktada satrançtan ayrılınıyordu. O noktaları da
Başkan anlatmıştı bu sabah. Ne ki, satranç oynamasını bilip bilmdeiğimi kimse
sormamıştı. Morların bilmesi gereksizdi zaten. Bir zamanlar biraz oynamış
olduğum için, oyunu bilmiyorum diyerek işten sıyrılmağa da kalkmamıştım.
Oynamak istemiştim, başından beri, onu gördüğümden, oyuna katılıp
katılmayacağımı soruşundan beri.."
üslup ve dil dersi için zerrelerine kadar tadılması gereken bir başyapıttır. alsemender i ne açıdan okursanız okuyun, başka bir şey var burada dersiniz.
kendi kafamızdan uydurduğumuz bir zaman içerisinde gördüğümüz kedi düşleridir. karasu'nun diğer bütün yapıtlarından daha güçlü bir eserdir. okuduktan sonra uzun bir süre hazımsızlık sorunları yaşatır, diğer kitaplardan soğutarak bünyede doygunluk yaratır.
bir kedinin gözlerine bakmak gibi, haz ve korkuyu-bilinmezi aynı anda aşılıyor. türkiye'de bunun gibi bir eser ortaya koyulabilmişken hala daha türk edebiyatı'nı yeterince güçlü görmeyenlere açıkçası gülmekteyim.
şair, şiiri kastetmiş olsa da, diyelim ki, "göçmüş kediler bahçesi bir baş dönmesinden başka nedir ki?!"