cemal süreya'nın her dizesi ders olarak okutulabilecek lirik, pastoral, antropolojik, psikolojik, sosyolojik, felsefi, ölüm ve hayatın aşk ve hüzünle yol yol olduğu alamet i farika'sı şairinin hayatında gizli müstesna şiiri...
knut hamsun un behçet necatigil çevirisi romanı. bu kitabın cem yayınevinden çıkan bir tanesini bulup, seçip aldığım için kendimle gurur duyuyorum. saçma ama elimde değil gururlanıyorum, çünkü hatırı sayılır miktarda zavallılık var bende.
yarım saat boyunca bir sineği odadan çıkarmak için uğraşıp en sonunda kendim çıktıktan sonra daha beşinci sayfadayken yine zavallığımı hatırladım;
"dikkat ettim bir sinek geziyordu elinde, adam aldırmadı, farkına bile varmadı. sineklere karşı insan işte böyle olmalı"
kendi kendine göreceleşme... bir yerden başka bir yere giden insan bir yanıyla kendine ötekileşir. bu eylem sanıldığı gibi mekânsal değil, zihinseldir. yapılan yolculuk gücün ruhunadır. bu uğurda gücün ilk yokedeceği elbette benliktir. göçebe kendi bedeninin, zihninin yabancıdır artık. bir parti liderinin peşinden koşmak, popüler bir sanatçıya duyulan hayranlık, çalışma hayatı yüzünden kendi değerlerinden vazgeçmek göçebeleri vareden unsurlardandır. kendi içinden sürülen biri nerede varolabilir?
sen sık sık gülen gülerken de
sevecen bir akdeniz çizgisini
sol yanına ağzının
iliştiren çocuk özenle
yabana mı atıyorum yani seni
yabana mı atıyorum saat altı buçukları
çocuk ve allah'ın en eski baskısını
değil, değil bunların biri
gözlerimin gemileri kuş istiyor
açılıp kapandıkça sevdam
kapanıp açılıyor bir mavi
şahmaran süt istiyor kefeninden
üç aylık ölmüş çocukların
kerem ile arzu geliyor aslı ile kanber
ay kana kana batıyor
ay kana kana batıyor
eşkiyalar gecenin yangınını izliyor uzakta
kargapazarı dağlarını dolanan yaşlı ve öfkeli bir
otobüsteyim
jandarma daima nesirde kalacaktır
eşkiyalar silahlarını çapraz astıkça türkülerine
ve bu dağlar böyle eşkiya güzelliği taşıdıkça
patronun karısını zimmetine geçirip
amasya'dan kars'a kaçmakta olan sayman yardımcısıyla
alevilikten konuşuyoruz uzun süre
yanımdaki hep bir gazetede marilym monroe'nun
resimlerine bakıyor
marilyn monroe öldü diyorum ona
ölümü siyah bir kakül gibi alnına düşürmesini bildi
şimdiyse cennette nietzsche'nin metresi olması gerekir
bunları diyorum daha ne varsa diyorum
işte hiçbir sebep olmadığını sevişmemeye
işte çocukluğumdan beri içimde bir önsezi olduğunu
bunun bir gün birine rastlamak gibi bir şey olduğunu
belki de bir günler bunun için aydın'da
bulunduğumu
zaten nedense hep bir şehirden bir şehre yolcu
olduğumu
işte eflatun kakalı çocuklar olduğunu kütahya'da
ankara'da dokunak yozgat'ta becerik olduğunu
van'da güreşçi develer gibi süslediklerini kamyonları
istanbul'da minarelerin lirik olduğunu köprülerinse
dialektik
acemi bir bulut bozuyor bütün görüntüyü eski bir şarkı
gibi
bu şarkıyı ne zaman duysam aklıma
sinirli bir elin uysal bir bardağa
çok yukardan döktüğü bir içki gelir
sonsuz ve olağanüstü bir bira
köpüklene köpüklene biçimlendirir
soyunarak ağlayan bir kadını
acı bilincinde sonrasızlığın
ama bırakalım bırakalım bunları
yoldan piyade erleri geçiyor tahta bavullarıyla ve
büyük yakalarıyla
ve faytoncular görüyorum
yere basışlarındaki ağırlığı azaltmak için
tanrısal bıyıklarıyla durumlarını paraşütlendiren
kars'tayım bu ne biçim kars bir kenarda
pekala yalçınlık iddiasında bulunabilecek bir tepenin
üstünde
kars kalesi yükseliyor
gökyüzünü ankara kalesine göre daha soyut ve daha
elverişli bir şekilde
hırpalayan bu kale de olmasa
n'olacak bakalım hırpalayan bu kale de olmasa
kuşkusuz artacak yalnızlığım sevgili çocuk
biliyorsun ben hangi şehirdeysem
yalnızlığın başkenti orası
bir de yine sevgili çocuk
biliyorsun kişi tutkularıyla
yalnızlığını adlandırıyor o kadar
arkada bir su devrile devrile akıyor
rastgele bir ağaca soruyorum
bir şey var sanki onu soruyorum
değil orda diyor belki biraz daha ilerde
tanrı meleğini ağırlamaya çalışan
ataerkil bir aile gözümü alıyor
dedelerin yüzlerinde erozyon
silip götürmüş bütün evetleri
sıralanmışlar su boylarına
bıçakla soyuyorlar kelimeleri
ya suya giden küçük kızlar
onlar
tıpkı o kuşlar gibi
uçan daha bir süre
sonra da vurulduktan
bir mezarın doğurduğu iştahlı bir çocuktur anadolu şiiri
ey şiir arayıcısı ey esrik kişi
şu son dönemecini de aşınca gecenin
doğacak gün artık gündüze ilişkin değil
bu ağartı ancak yürekle karşılabilir
bütün iş orda işte, ordan usturuplu geçmesini bil
tutsaksan ellerini sıvışır gibi zincirlerinden
ve balyozla vursalar mısralarına
soylu bir demir sesi yükselir
soylu büyük ve mavi bir demir sesi
ellerim gece yatısına çağrılmış
ve
teleşsız görünmeye çalışan bir kafka gibi
yüzüm giyotine abone
Cemal süreya
-Okuduğum en güzel şiirlerden biri...
Edit: TDK 1966 şiir ödülü aldığını öğrendim az önce.
günümüzde de benzer şekilde örnekleri bulunan, genellikle hayvancılığa dayalı bir yaşam süren, yazın yaylalarda, kışın da genellikle korunaklı çadırlarda yaşayan, sabit ikametgahı bulunmayan insan, insan topluluğu.
aslında kökenleri çok çok eskiye, m.ö. 5000'li yıllardaki avrasya steplerindeki ve yaylalarındaki davar güdücü kavimlere dayanmaktadır.
genellikle savaşçı yapıdalardı, başlarında aristokrat diyebileceğimiz klişiler de bulunabilirdi ve zaman zaman konfederasyon olarak adlandırılan yapılar ile birbirlerine bağlanır, güç paylaşımı ve birleşimi yaparlardı.
bu yapılar, genellikle et haricinde (zaman zaman hayvansal diğer yan ürünler, kürk, deri vs.) yerleşik kavimlere bağımlı durumdaydı. aynı şekilde yerleşik kavimler de, tarım dışı beslenme kaynağı olarak ete ihtiyaç duyuyordu. bu karşılıklı gereksinimler, aralarında bir ticaret oluşmasını sağlıyordu.
bu ticaret bir şekilde aksadığında, göçebe kavimler ihtiyaçlarını zorla gidermek için yerleşik devletler veya oluşumlar ile savaşmaktan kaçınmıyordu.
(burada bölüyorum, ikinci dünya savaşı öncesinde, diğer ülkeler gibi hammadde zenginliği bulunmayan japonya-italya-almanya grubunun saldırgan tavırları da bu göçebe kavimlerin ihtiyaçlarını zorla gidermesi durumuna benzemiyor mu?)
şimdi, ta mezopotamya uygarlıklarından başlayıp, roma dönemine kadar sürekli olarak bir iki kutuplu dünya görüyoruz. biri göçebe kavimler (savaşçı aristokrasi), diğeri ise yerleşik yaşama geçmiş kitle (zanaatkarlar, köylüler, krallar, zamanla din adamları vs.). bu karşıtlık, bir şekilde o zamanların en büyük etkileşimi olmuş, hem uluslararası diplomasinin oluşumuna katkı sağlamış, hem de yerleşik uygarlıklarda üretilen kültürün ve değerlerin, göçebe kavimlere aktarımını hızlandırmıştır.
işte, basit şekilde göçebe dediğimiz, davar güdücü, hayvan yetiştirici kavimler olarak adlandırılan bu kitle aslında uygarlığın oluşumundaki iki temel oluşumdan biri oluyor.