bir edebiyat şaheseri nasıl harcanır, bu kadar yoğun ve derin bir kitabın içi nasıl boşaltılır, örnek film. çok özensiz ve acele çekilmiş, kast müthiş, ama oyuncular tiyatro provası yapıyorlar sanki. 'sinematograf ve tiyatro arasında ikisini de telef etmeyecek bir birleşme mümkün değildir', der bresson. bir köylü öyle mi konuşur? hiç çalışılmamış hiç kafa patlatılmamış. hepsinin haber spikerlerinden daha düzgün türkçesi var.
aynı şekilde sinema ve müziğin arası da, sanılanın aksine, pek iyi değildir. özellikle kısa filmciler ve yeni yönetmenler görüntüdeki zayıflıkları kapatmak amacıyla müziğe başvururlar. daha doğrusu medet umarlar. aynı şey gölgesizler'de de var. öyle yerlerde giriyor ki müzik, atmosfer arabesk bir mizansene dönüşüyor.
bana öyle geliyor ki yönetmen iki tür arasında kalmış. gişe filmi mi yapacaksın, sanat filmi mi? eğer gişe filmi yapmayacaksan popüler trüklerden, klişelerden uzak dur. yok eğer gişe filmi yapacaksan en başta gölgesizler'i seçme.
halbuki roman mucize gibidir. ben kendimi şanslı hissettim önce romanı okudum diye. bekçinin sevgilisine söylediği beni çarpan bir cümle vardır; kendi yoklukları ile ilgili, yok filmde. bir diyalog vardır romanda, filmde o da yoktu.
-yani hayat tekrarlardan ibaret.
-hayır, tekrarların tekrarından.
Son dönem türk sinemasının başarılı örneklerindendir.
Tanrının bile unuttuğu, izbe bir köyde ardarda gerçekleşen esrarengiz kaybolma vakalarıyla seyircinin ilgisinin üzerine çekmeyi başarıyor ve bir daha da filmin pençelerinden kendinizi kurtaramıyorsunuz. Yer yer kopukluklar olsa da ilginç senaryosuyla ben buradayım diyen bir yapım.
Var mıyım yok muyum?
Varlığımın, "yok oluşunu", aslında "yok" olduğumun farkına varıp tekrar "var" olduğumu hissettim. Hani, bir rüya görürsünüz, rüyanızda çığlık atarsınız kimse duymaz. Siz bile duymazsınız kendi çığlığınızı. Sessizliğin çığlığı kulaklarınızı sağır eder ya hani.. işte böyle bir filmdi.
aslında hepimiz bir rüyanın içindeyiz belki de.
bir filmi başarılı yapan, karmaşık ve anlaşılmaz olması değildir. ki sırf seyirci anlayamasın, güzel olduğu içgüdüsüne kapılsın diye değil; anlamaya çalıştıkça, deştikçe karşısına anlamlar çıksın diye ve boşlukları kendisi doldurdukça, farklı biçimlerde doldurabileceği boşlukların alternatiflere yer açmasıyla kişiye sağlanan filmi sahiplenme duygusunun hissettirdiği mutluluk o filmi başarılı kılar. bu filmde de öyle.
ayrıca tüyap 2010'da hasan ali ağabeye imzalattığım kitabı da zeytinyağlı yaprak sarma kadar lezzetli bir türkçe romanı.
golgesizler filminin sonunda muzik duzenlemelerinin kimlere ait oldugunu okudugumda (bkz: tolga gorsev)(4 duzenleme), (bkz: goksun cavdar)(1 duzenleme) , (bkz: mustafa suder)(1) ve alper erinc(1 duzenleme)' in isimlerine rastliyorsunuz ve dogal olarak su soru akla geliyor ; filmin muziklerini candan ercetin yapmamismiydi ? basin bultenlerinde afislerde oyle gecmiyormuydu ? yahu peki bu adamlar kim diye sormazlarmi adama candan hanim. (bkz: faydalanmak), (bkz: telif hakkı), (bkz: egoizm)
okuduğum en zor, en sağlam, okuyucuyu en çok yoran romanlardan biri. inanılmaz bir kurgusu var ve yazar bu müthiş kurguyu yaparken her cümleyi tartıp biçip okuyucuyu darmadağın edecek şekilde oluşturuyor eseri.
kitabı tamamen anlayabildiğimi de düşünmüyorum aslında. ama kitap konusunda fikirlerine çok güvendiğim bir abimin sözüyle bitireyim;
''türkiye' de orhan pamuk' tan sonra biri nobel alacaksa o da hasan ali toptaş' tır.''
yazar başka bir kitabında da konusuz roman yazmaya çalışan bir yazarı anlatır ki sanırım bu bilgi yazarın ve bu kitabın ne kadar zor olduğu konusunda yeteri kadar ipucu verir size.
kitabı ayrı güzel filmi ayrı güzel olmuştur.
aklımda kalan iki replik hala da beni derin düşüncelere götürür.
" herkes hem burada olmak istiyor, hem de çok uzakta."
"kar neden yağar, kar?"
varlık ve yokluk üzerine işlenmiş, soundtrack i candan erçetin e ait eksantrik film.
ümit ünal tarafından sinemaya uyarlanmış hasan ali toptaş romanı.
filmden akılda kalanlar:
* kar neden yağar? kar?
* demek ki bir insan ölüpte gömülmeyince böyle oluyormuş.
* asker hamdi nin 9 karıdan olma bir avlu dolusu çocuğu ve bunların kaybolması.
* köyün en güzel kızının bir ayı tarafında kaçırılması ve tecavüze uğrayan kızın bir ayı doğurması.(burada ayının bir metafor olduğu ve enseste gönderme yapıldığı söylenmektedir.) muhtar karakterin de ayı benzeri özürlü bir çocuğunun olması.
* altan erkekli nin şaşkın şaşkın etrafında olup bitenleri anlamaya çalışan ifadesi ve selçuk yöntem in başarılı oyunculuğu.
hasan ali toptaş tan alıntılar:
"kendini kendi varlığında bir kez daha yok edenlere ne yapılabilir ki?"
"o zaman anlamış bütün gerçeği; ne yürüyormuş, ne duruyor. yürüyorum dediği, durmanın ta kendisiymiş. düş gibi bir şey yani... koşarsın koşarsında varamazsın hani; içindeki umut, varamadığın kadar büyür..."
Hasan ali toptaş'ın başyapıtlarından biri... Dili çok iyi kullanmasının yanında romanın geneline yayılan yurtsuzluk, adressizlik, bir yere ait olamama hali insanı derinden etkiler. ismi, yeri yurdu belli olmayan bir köy, yine yeri yurdu belli olmayan bir şehrin hemen yamancındadır. Kalfasını jilet almaya gönderen berber, çırağı aramaya çıktığında o köye rahatlıkla gelir. Çünkü onun aradığı çırağı değil, yurdudur. evet "herkesin bir hiçkimsesi var" ve aynı zamanda "herkesin bir kayıplığı", "herkesin bir kayboluşu" da var...
Herkes filme yoğunlaşmış ama kitap okunmazsa hem yazara, hem varoluşçuluğa, hem de topyekün türk edebiyatına ayıp edilmiş olunur ki bunu hiç istemeyiz.
"falanca gece oldu, filanca gün oldu ağardı, zaman arabaların camlarına biriken egzoz dumanı oldu" gibi bol bol duyu aktarımı yapılan, hunharca ağdalı dil kullanılan kitap. seven sever fakat ben sevemedim gitti bu tarzı. arkadaş, şu ruslar gibi sade, duru, net, anlaşılır yazamıyor musunuz ya ? cidden, kafa karıştırmaya kasınca iyi yazar olacaksınız diye bir kaide yok. kimden öğrendiniz siz bu teknikleri yahu. düz olun hasan abicim ya. biraz da psikoloji falan. lütfen.