Takvimler yılın son gününü de tüketip bir tarafa kaldırılınca insan kendisine bıkkınlık veren her şeyin de o takvim yapraklarıyla birlikte tedavülden kaldırılacağı gibi bir hisse kapılıyor. Yeni bir yıl, yeni bir takvim ve sanki o yeni yılın ilk günüyle birlikte her şey yeniden başlayacak hissi... Yok böyle bir şey tabii, yeni yıl denen illüzyona kapılıyoruz sadece. Bir şeyin bittiği de yok, yeni bir şeylerin başladığı da... Zaman hiç sektirmeden döngüsünü sürdürüyor, bir yılın son günüyle, diğer bir yılın ilk günü arasında bir fark yok zamanın mezurasında. Akışta ufacık bir sıçrama bile olmuyor.
Bugünün insanı seviyor böyle illüzyonlara kapılmayı; bir şeyler bir yerlerde dursun, sonra başka bir yerden başka bir şeyler başlasın. Televizyon kanallarını değiştirebildiğimiz gibi hayatın aktığı kanalları da değiştirebilelim istiyor. Değişiklik bir takıntıya dönüşmüş durumda, değişikliği tetikleyen her yenilik de bir tür fetiş nesnesi haline geliyor kısa zamanda. Bu işlerin uzmanı sayılmam; ama hemen herkesin içinde bulunduğu sürüklenme hissinin, kapılmışlık halinin ve kendimizle ilgili neredeyse hiçbir şeyi değiştirememe aczinin bilinçaltımızdaki birikiminden oluştuğunu sanıyorum ben bu değişiklik histerisinin.
Şu bir gerçek ki, hepimiz bize dayatılan yeni yaşama biçiminin, yeni hayat kurgusunun oyuncakları haline geldik. Daha çocukluğumuzun farkına varamadan bir cenderenin içine kapatılıyoruz. Beş yaşında başlıyor okul öncesi eğitim günleri... Yani kontrol altına alınmış çocukluk dönemi... Sonra adeta birer yarış atına döndürüldüğümüz zorunlu eğitim yılları geliyor. Hem hayatın zenginleştirici tabiatından, hem kendi benliğinin derinliklerinden kopartılmış birer test çözücü olarak üniversite kapısına dayanıyoruz. Zorunlu değil üniversite eğitimi; ama biz bırakınız zorunlu olmayı, hayati derecede önemli buluyoruz nedense. Sonra iş bulma, kariyer edinme, yine başkaları tarafından konmuş standartları yakalayabilecek bir hayat kurma yılları başlıyor. Bunları elde edebilirsek başarılı bir insan sayılıyoruz, edemezsek bir parazit... Sonrası hayatın sonunu bekleyişle geçiyor, yaşa yaşa gelmeyen emeklilik günleri, birkaç kalp krizi, kanser tedirginlikleri, bunama, dışlanma, ötelenme zamanları...
Daha parmak kadar bir çocukken başlayan bu dayatmalar, insanı fıtratına ters biçimde yaşamaya zorlayan, kişiyi neredeyse ömrü boyunca kendi benliğiyle çatışma halinde tutan bir mecburi istikamet gibi bizim için... Değiştirmek mümkün değil mi? Elbette mümkün ve hatta kolay... Eğer bu döngünün içinde savrulup durduğumuz yıllar insan olma melekelerimizi bu kadar örselemiş, bu kadar arızaya uğratmış olmasaydı başarabilirdik bunu. Şimdi korkuyoruz; çünkü hiç ayaklarımızın üstünde durmadan büyüdük, insan olmanın sancısını hiç çekmeden büyüdük, yaşamanın derinliğini hiç kavrayamadan yaşadık ve nereden gelip nereye gittiğimizi hiç bilemeden tükettik bize bahşedilmiş zamanı.
Bu yanlışlığımız, bu çaresizliğimiz, bu boşluğumuz birikiyor durmadan içimizde, bilinçaltımızda, ruh derinliklerimizde. Ve bir şeyleri değiştirmek konusundaki ölçüsüz ihtiraslarımız da bundan belki de. Ama değiştirmekten anladığımız şey, bizi her gün daha fazla sıkan, içimizi daraltan, çaresizliğimizi çoğaltan o cenderenin elini güçlendiriyor ne yazık ki!
Bir yıl daha sona erdi, şimdi yeni bir yılın eşiğindeyiz. Ya da hayat cephesinde yeni bir şey yok ve insan olamamak noktasındaki mahkûmiyetimiz sürüyor.
Bize gerekli olan yeni bir yıl değil, yeni bir insan!