Dergahta soğuk bir rüzgar esmekteydi. Kimseden çıt çıkmıyor. Nefesler tutulmuş halde, herkes mürşidin gözlerinden gözlerini kaçırıyor ve mübareğin sinirlenmemesi için rablerine yakarıyordu. Mübarek sol eliyle buruşturduğu gözlerini hiç açmadan en net sesiyle konuştu:
-Götürün şunu buradan!
Hemen 2 sofi adamın kollarına girdiler. Haydi kardeş gel sen, şeyh yorgun, zorluk çıkartma, haydi mübarek Sadece Peki dedi.
Dışarı çıktığında hafiften yağmurun başladığını gördü. Uzun süredir yıkanmamıştı. iyi olacağa benziyordu. Damlalar hafifçe düşer ve ona sadece beklemek kalırdı. Yaz yağmuru bedeninden esip geçer, dere yakınlarında kurbağalar bu seremoniye tempo tutarlar ve kurtçuklar mezarlardaki ziyafetlerine ara verip gökyüzüne bakarlar. iyi olacak gibi.
Parka girip bir banka oturdu. Çok kötü kokuyor olmalıydı. Güzel dedi kendi kendine. Kaskatı olmuş saçlarını yana çektirdi. Yerdeki su birikintisinden kendini gördü. Bir kez daha Güzel dedi. Ben güzelim.
Yanına 2 çocuk yaklaştı. Ona yabani bir hayvana bakar gibi bakıyorlardı. Sırıtmak istiyor ama sırıtamıyorlardı sanki. Adam sordu:
-Ne var?
-Bir şey yok amca. Öyle merak ettik.
-Ha Pekala
-Neden elbiselerin yırtık?
-Bilmem. Seninkiler neden değil?
-Eskiyince annem yenilerini alıyor da ondan.
-Evet.
-Senin annen var mı?
-Hatırlamıyorum.
-insan annesini unutur mu ya!
Burnuna parmağını sokarak cevap verdi: Karıncalar ihanet etmez.
Çocuk yanındaki dönüp fısıldadı: Çatlak galiba bu be!
Peki. Amca böyle çıplak ayakla üşümüyor musun?
Kabuk. Pus. Alıştım. Yatacağım.
Çocuklar ona çözmeye çalışan gözlerle bakarken uykuya daldı. Yağmur yine hafif hafif atıyordu. Bitkilerin duyabildiklerini hiç düşünmüş müydü? Hatta hissedebildiklerini. Oysa biz sürekli kendi basitliğimizden bahsederek onu taçlandırıyoruz.
Yanındaki 29 kuşla birlikte günlerdir uçuyordu. Etrafına bakındı. Kanatları kopmak üzereydi. Arkadaşlarının çoğu ölmüştü. Hepsi belli yerlere kadar dayanabilmişlerdi. Onun bu denli dayanması ise tam bir mucizeydi. Dondurma olsaydı keşke. Kaf dağını aşmak üzereydiler. Herkes artık bu son duraktan sonra mucizeyi görebileceklerini, kimbilir ne de müthiş olduğunu söylüyor, dayanmaları için birbirlerine metanet aşılamaya çalışıyordu. Aradan bir gün batımı geçtiğinde alacakaranlıkta dağın ucundaki mağaraya ulaştılar. Dondurma istiyorum. Mağarada ne kadar bakınırlarsa bakınsınlar mucizeyi bulamadılar. Neredeydi? Hepsi bir kandırmacadan mı ibaretti yani? Büyük bir hayal kırıklığı. Baştan çok üzülenler oldu. Daha sonra sinirlenenler ve sırasıyla küfür edenler. Bir de şimdi o kadar yolu geri dönmek var. Of ulan of!
Uyandı. Hava hala aydınlık gibiydi. Elbiseleri iyiden iyiye nemlenmişti. Yürüyüp yola çıktı. Elini açıp yolda beklemeye başladı. 1 saat civarında yolda dikildi. iki lokma bir şey yiyecek ve şarap alacak parayı anca toparladı. Markete doğru giderken kendi kendine söylenmeye başladı:
Ulan hoca ben sana ne yaptım! Puşt hıyar! Benden daha iyi biliyor sanki. Su. Toplamış yanına 30 tane ahmak ahkam kesiyor. Ulan ben o kuşun kendisiyim. Sakal. Cama çıkan yok hiç. Yok efendim. Orada ilham varmış. inananlara pek çok ibret varmış. Konzeküle. Sen kaç yüz tane kuşu orada telef et ondan sonra bakalım anladı mı? Benciller. Sütlü börek. O kuşlar sadece kandırıldı. Ahmakça hem. Mucize aslında sizsiniz! Haha! Aklınıza osurayım. Osturtu. Bir de Yok değilmiş. Geri zekalılar!
Markete girdi. Ekmek arası bir şeyler yaptırdı. Bir şişe de gazeteye sardırdı. Geri dönüp çilekli dondurma aldı ve doğru inşaata
Annesinin onca tembihine rağmen lanete büyüyle tutulmuştur Narcissus. Su içerken yanlışlıkla kendini görür ve ağılanır. Hareket dahi edemez. Yemeden içmeden kesilir bu güzelliği bozmamak uğruna. Tabi patetik şekilde bu hareketi yavaş yavaş güzelliğini mahveder. Ama o bunu fark edemeyecek kadar sarhoştur.
Yeryüzünde yalnız biz vardık.
Bir kuştan daha cesur ve hafiftin.
Bir hayal gibi,
Merdivenleri uçarak,
Yağmurlarla ıslanmış
Leylakların arasından...
Geçirip, aynanın ötesindeki
Ülkene götürürdün beni.
Gece çöktüğünde,
Bana mutluluk verirdi.
Mihrabın kapıları açılır,
ışıldardı yavaşça,
Yere uzanan çıplak bedenin.
Ben uyanır,
"Tanrı seni kutsasın" derdim.
Oysa bilirdim bunun ne kadar
Cüretkar ve manasız olduğunu.
Sen uyurdun.
Aslında burada anahtar kelime pişmanlık. insan geçmişine baktığında en çok pişmanlıklarını okur. Bunu en çok aksinizi seyrederken yaşarsınız. insan kendi yüzüne baktığında gördüğü her çizgi pişmanlıklarını anımsatır ona. Amnezi ile yiteni tekrar gün yüzüne çıkarır. Bir nevi sinestezidir aslında bu hal. Negatif de olsa mucizevi bir yanı vardır. Çünkü tam da bu noktada baktığınız ile gördüğünüz tam olarak farklıdır. işte sinemanın büyüsü de buradan gelir.
Ve Andriy dersi böylece kapatmıştı.
Öğrencisinin getirdiği suyu içerken şeyhin elleri titriyordu. Her türlü melun da onu bulurdu ya zati. Boş bardağı müridine uzattı. Kafasını hafifçe kaldırıp konuştu:
irşad yolunda çekilen her çile Allah a (celle celalüh) ulaşma yolunda bir adımdır. Bizim isteğimiz ise cennetten ziyade Cemalullahtır. Kamil kişi metanetini kaybetmeyendir.
Şarabın mantarını ittire ittire içine düşürmüş ve içmeye başlamıştı. Yağmur durmuştu. Toprak kokusu insanın paçalarından içeri süzülüyordu. Böcekler bu güzel banyodan sonra keyifle duyargalarını sallıyorlar. Prizmatik yeşil sinekler yeni düşmüş sımsıcak bir at boku etrafında çılgınca koşuşuyorlar ve örümcek ağır ağır tırmanıyor
Zaman mefhumundan yoksun her ruh özgür. Zaman olmasaydı pişmanlık olmazdı. Tahta ve taşın önünde saygıyla eğil. Geçmişin sırlı camına saplanan bizler çoktan yok olmuşuz. Ve buna rağmen kendimizin basitliğini överek bataklıkta çırpınıyoruz. Çabamız boşuna.
Tüm bunların sonunda şeyh az da olsa haksız oluşuna kızgın, Andriy ölü, kuşlar sukut-u hayale düşmüş, iki çocuk unutkan, uğur böcekleri kavuşmuş, dinamit kıçımızda, kanalizasyonlar taşmış, ve pişmanlığın üryan çölünde hışırdayan bir bitki kalıntısından beter halde anlam beklerken ve defalarca, bir amok gibi, kızgın ama neye? Ve nerede? Sorularım. Kırmızı kalemimle hayatın altını çizmem. Ve benim bilmem gerekli değil miydi? Sorular doğuran çirkin fahişeler. Kan ve kusmuk içinde, ölümün güzelliği ile, yıkanmış, hepsinden uzak iki kaskatı ayak! Ey krallar söyleyin sizden daha kutsal değil mi?
Tanrı bu düşüncelere boğulmuş hafifçe gülümseyerek onu izlerken tüm bu afili sözlerden bihaber olan geri zekalı sadece şarabını içiyordu.
rüyasında simurg olan, ama simurg'a yolun hiçbir şey olmadığını, kandırıldığını söyleyen; dergahtan kovulmasını sağlayan şeyh'ten daha samimi ve içten olan; dahası daha özgür olan hem de bitkilerin nefes alışına kadar düşünebilecek duyarlı bir benliğe sahip olan makbüllerin içinde deli ama aslında uyumsuz bir ruhun, hayatının sıradan bir gününün absürdün en güzel tonunda bize otuz kuşla, dondurmayla, tarkovski'nin ayna'sıyla, narcissus'un sudaki yansımasıyla, amok dercesinde saldırgan, lahım gibi kirli, kokuşmuş dünyadan hayat kadar ölümün güzelliğinin, kralların değersizliğinin anlamsızlığıyla bizi saran; sonra da derbeder abdalın şarabını kutsal bulacak kadar onun özgürlüğüne öykünmemizi sağlayan pek özel hikaye.
öyküye hayran kalmamak elde değil. hatta kahramanımız şerefine şarap açıp, onunla karşılıklı tüm bu muhteşemliği yudumlamak en güzeli.
bir de ingeborg bachmann'ın malina'sından yol ve pişmanlık üstüne malina'nın söylediği; şu cümleleri de şarapla birlikte içtik mi; ruhumuz en afilli uçuşunu gerçekleştirecektir kesin:
--spoiler--
yol, hiçbir şeye yaramaz, herkes için vardır sadece, ama herkesin o yoldan gitme zorunluluğu yoktur. fakat insan günün birinde bir değişim yapmak, yeniden bulunan ben ile artık eski ben olamayacak, gelecekteki ben arasında gidip gelebilmek zorundadır. çaba harcamaksızın, hasta olmaksızın, pişmanlık duymaksızın.
Buram buram Andrei tarkovsky kokan bir öykü. Yazarın eski öykülerini de hatırladığımızda, edebiyat tatlarını öğrenmeye devam ediyor ve o tatları kendisine tattırmış üstadlara olan iade-i saygısının bu öyküde de devam ettiğini görüyoruz.
Tabi öykünün oluşturulma şekli, anlatıcı, karakter, olay örgüsü gibi noktalarının böylesi kaotik yansıtılmasının sebebi tarkovskynin tarzıyla oldukça paraleldir. Burada asıl sorulması gereken; hangi tarkovsky? Bu noktada iki sinema filmi canlanıyor zihnimde: zerkalo ve andrei rublev.
Bu öyküyü okumak, bu iki filmi anımsamak demek biraz da. Yazar okuyucuya kanalları oldukça geniş ve açık malzemeler sunuyor. Haliyle okuyucuya dikkatli bir okuma ve değerlendirme gerekliliğini yaratıyor.
Öyküdeki ana karakter, oldukça garip tasvir edilmiş bir evsiz. Hadi evsiz demeyelim, direk garip diyelim. Yıkanmayan, alkolik, akli dengesini yitirmiş gibi görünen ki ileride öyle olmadığını anlıyoruz- bir garip. Bu garip hikayede ilk olarak bir tarikatle olan kontağıyla karşımıza çıkıyor. Tabi karakterle bu ilk tanışmamız, tarikate de oldukça sert darbeler vurulduğuna tanıklık etmemizle beraber oluyor.
Böylesi garip birinin tarikatten adeta kabaca kovulması, tarikatin ya da genel manada dinin içindeki olası ya da olan yozlaşmışlığa bir gönderme gibi. Ancak ne bu karakterin bir tarikatle ilişkisinin olması ne de tarikatin öyküdeki yeri gereksiz, olay örgüsü olsun çabasıyla yaratılmamış. Öncelikle kısa olduğu için tarikate değineyim.
Bu tarikat (ya da cemaat her neyse) öykünün ayna temasının bir parçası evet ayna teması oldukça iyi gizlenmiş öyküye- öyküdeki ilk karşımıza çıkışı, görünüşünden ötürü bir adamı uzaklaştırmaları şeklinde gerçekleşiyor. Ki buradaki anahtar kelime: görünüş. Bir şeyh, ya da bir tarikat, bildiğim kadarıyla zahiri görüntünün ardını görmeye çabalayan bir anlayışa sahiptir. Görünüşe aldanıp yargıda bulunmaz, aksine sorumlu şeyh kendisinin de bir zamanlar ne olduğunun bilincinde olup, insanlara da öyle yaklaşır. Gelin görün ki öyküdeki tarikat böyle davranmak yerine bu garip karakteri oldukça kaba bir şekilde bünyesinden uzaklaştırıyor. Buradaki anahtar kelime olan görünüş hem karakterin hem de tarikat anlayışının iki farklı çözümlemesi olarak karşımıza çıkıyor. Bir düzleme bakmayan, baktığında kendisini ya da geçmişini geçmiş, öyküdeki ikinci anahtar kelime- görmeyen bir tarikat lideri ve görünüşünün ardında başka dünyalar saklayabilecek garip bir adam. Ayna teması burada haliyle okuyucuya çift yönlü bir görüntü sunuyor.
Tarikatın öyküden ilk geçmesinin ardından öykü yine hemen karaktere ve kendi ayakları üstünde duracağı alıntılara, göndermelere dönüyor.
Dışarı çıktığında yağmurun yağmasını, tarkovskynin filmlerinde sıkça kullandığı ani hava değişimleri ile oldukça ilişkili buldum ben. Hemen sonrasında bu garip karakterin ağzından çıkan cümleler yine ayna temasını okuyucuya oldukça usta bir şekilde sunuyor. Suda yansımasını görmesi üçüncü anahtar kelime su- ve okuyucuya göre garip gelen o görünüşünün karaktere güzel gelmesi birçok noktaya göz kırpıyor. Bunlardan birisi narsizm dördüncü anahtar kelime ve ileride tekrar karşımıza çıkacak. Ki ayna temasıyla gayet uygun bir diğer unsur- bir diğeri de okuyucunun direk garip olarak tasvirleyeceği bu adamın suda gördüğü görüntüsünün aslında benliğinin ta kendisi olması. Narcissus sudaki yansımasını ilk gördüğünde kendi güzelliğine aşık olmuş ve bunu kaybetmemek için yemeden içmeden kesilmişti hatırlarsanız. Ve zaman sonra hayatını kaybetmişti. Tabi bu ölümün altında sadece biyolojik nedenler değil egonun varlığı da yatıyordu. Tam bu noktada karaktere döndüğümüzde, bankta otururken suda yansımasını görüp kendini güzel görmesiyle, aslında garip, uzun zamandır yıkanmamış, aç sefil gezen bir adamın kendisine olan özgüveninin bir kanıtına ulaşıyoruz. Karakter burada egoist olmanın çok ötesinde kendi benliğini gururla alkışlıyor. işte tam bu noktada hemen öykünün başına dönüp o tarikate bir tokat daha atıyor yazar. Bir yanda ne olduğunu bilen ve bununla gurur duyan bir karakter, diğer tarafta adeta nerden geldiğini unutmuş bir tarikat şeyhi ve onun önyargıları.
Hemen sonrasında öyküye dahil olan diyalog öykünün adeta tuzu biberi, neşesi. Karakteri daha derinlemesine okuyucuya sunan bu diyalog iki çocuğun katılımıyla gerçekleşiyor. Yazar Burada çocuklara verdiği cevapların aslında ne kadar da dolu bir adama ait olduğunu tarikatın gözlerine okuyucununda algısına sokuyor adeta. Bu diyalogda altı çizilmesi gereken cümlenin: karıncalar ihanet etmez olmalı kanısındayım. Karıncalar kendi türlerine ihnet etmemeleriyle bilinir evet. tarikatten kovulmuş ya da hiç kabul görmemiş bir insanın kendi ırkına olan serzenişlerini, ihanete olan, insanın insana yaptığı ya da dinsel mevkilerin toplumlara yaptığı ihanetlere olan sitemini dile getiriyor bu garip karakter. Ve yine diyalogda öyküye dahil olan çocuklar da beşinci anahtar kelimesi bu öykünün.
Zaman sonra uykuya dalan karakterle birlikte okuyucu zerkalo filminden repliklerin (eğer yanlış hatırlamıyorsam) yazarın kendi kattığı yorumuyla karşılaşıyor. Bitki-insan benzetmesinin filme göre dinamiği, hayata olan bakış açılarının farklılıklarından oluşmakta. Bizler oturduğumuz yerde yüzümüze nazikçe çarpan meltem rüzgarlarını olduğu gibi hissetmekten aciz, rekor amaçlı dağa tırmanırken o dağın arkasındaki ihtişamlı manzaranın tadını çıkarmaktan aciz insanlarken, bitkilerin o mülayim ve kibar sallanışları, doğanın kendilerine sundukları o ahengi dinleyen, o ahenge uyum sağlayan naif varlıklar olmasıdır tüm mesele. filmde izleyiciye sunulan şahane bir hayat tasviriydi o cümleler. Yazarın bu öyküde, karakter uykuya daldıktan hemen sonra okuyucuya sunduğu şu cümleleri bu açıdan değerlendirince, iki farklı tadın zevkini yaşıyoruz: bitkilerin duyabildiklerini hiç düşünmüş müydü? hatta hissedebildiklerini. oysa biz sürekli kendi basitliğimizden bahsederek onu taçlandırıyoruz.
Bu kısımdan sonra gelen paragraf okuyucuya oldukça zengin bir içerik sunuyor. Sanıyorum bu paragraf (yanındaki 29 kuşla diye başlayan) uyuyan karakterin rüyası. Ancak öylesi bir rüya değil. Yine sanıyorum karakter bu rüyada geçmişinden kareler görüyor. öykünün bir diğer anahtar kelimesi geçmiş demiştik. Kendi Geçmişi olmasa bile bu paragraftaki çocukluk anıları oldukça önemli.
Tarkovskynin zerkalo filmi, ayna temasıyla oldukça güçlü bir filmdir. Film asla bir düzen içinde gitmeyen, bir fotoğraf karelerinin ardı sıra dizilişi gibi yaratılmış. Filmin tarkovsky için önemi, bir aile filmi olmasıdır. Kendi hayatının bir fotoğraf karesi adeta. Haliyle filmde tarkovsky geçmişiyle yüzleştiği, geçmişini ve ilişkilerini anlattığı birçok malzeme veriyor izleyiciye. işte filmdeki o içerik, öyküdeki bu karakterin rüyasında karşımıza çıkıyor. Geçmişin pişmanlığı (pişmanlık=diğer anahtar kelime demiştik) filmde olduğu ve tarkovskynin de dillendirdiği gibi bu öyküde de oldukça katı ama naif bir şekilde sunulmuş.
Rüyada karakter, bir grup çocuk ya da insanın (çocuk diyelim) mucize görmek amaçlı kaf dağına seyahatini görüyor. çocuk, çocuk olmanın verdiği basitlik ile göremediği mucizenin bünyesinde bıraktığı hayal kırıklığını ve bir türlü yiyemediği dondurmasının üzüntüsünü yaşıyor. Seyahat bir nevi pişmanlıkla sona eriyor. Ve bu noktada bu çocuğu, o garip karakterin bilinç altı, geçmişi olarak ele alırsak öyküde birçok parça yerli yerine oturuyor. Ancak ilgincime giden, pişmanlık duymuş bu kendine güvenen, kendi halinde karakterin hala neden bir tarikate gittiği. Acaba pişmanlık, normal bir insanda bıraktığı o ağır izleri bu karakterde bırakmıyor da, aksine arayış içine mi sürüklüyor? Bu soru önemli. Rüyadaki kuş da yine zerkalo filmine bir gönderme. Ancak rüyada kuş olarak beliren bu grup hemen ardından bir grup insana dönüşüyor. Sanırım burada rüyanın mantığına, obje-soyut ilişkisinin değişkenliğine bir gönderme var. Yine de kuş olayını, zerkalo filminin çoğu sahnesini hatırlamadığımdan ötürü eksik bırakmak zorundayım.
Karakter uyanıyor, alkol ve yemek için dilenmeye başlıyor. Bunu yaparken yine tarikate eleştiriler yağdırıyor yazar. Ancak uyandıktan sonra tarikate yüklendiği o paragraf, yazının tarkovskynin tarzıyla olan paralelliğinin en gerçekçi kanıtı olarak çıkıyor karşımıza. Zerkalo ya da andrei rublev filmlerinde tarkovsky asla bir sinematografik özellik peşinde olmamıştır. Aksine bir fotoğrafik şiir anlayışını benimsemiş, babasına ait şiirin, hayatını anlattığı film kareleriyle harmanlayıp izleyiciye sunmuştur. Bu sahneler çoğu zaman birbirinden bağımsız hareket ediyor. Anlam vermeye çalışmıyorsunuz çünkü tarkovsky bu filmin ne felsefik ne de metaforik olmadığını itiraf ediyor. Haliyle izleyici filme oldukça naif ve kırılgan bir portre olarak bakıyor. işte bu noktada öyküdeki karakterin tarikate yaptığı eleştiriler boyunca arada geçen su. sakal. sütlü börek. Gibi duraklı kelimeleri ben tarkovskynin sanki biraz da v.woolfun bilinç akışına benzeyen- o üslubuna bağlıyorum. Ha tarkovsky bu bağımsız gibi görünen sahnelerde illaki kendinden bir şeylerden bahsetmiştir. Yazar da öyküsündeki bu kelimelerle bunu yapıyor olabilir. Ancak neticede bu paragraf ile tarkovsky arasında oldukça yoğun bir bağ kurdum ben.
Hemen sonrasında giren narcissus hikayesini anlatan öğretmen ve bu öğretmenin adının da andriy olması, tarkovskynin andrei rublev filmine bir gönderme. Narcissus isminin geçtiği yer de zaten, yazarın, öykünün başından beri öyküye gizlediği ayna temasının artık ben buradayım diye bağırttığı kısımdır. Ve bu paragrafta geçen şiir, tarkovskynin zerkalo filminde babası tarafından yazılmış ve seslendirilmiş (yanlış hatırlamıyorsam) bir şiirdir. Burası öykünün zirve noktası (climax) kabul edilebilir kanaatindeyim.
Bu paragraftan sonra tarikat ikinci kez öyküde beliriyor. Şeyhin içtiği sudan sonra verdiği nasihat da önemli. irşadın öneminden ve üslubundan bahsediyor. Ancak ben yine bir ironi seziyorum bu konuşmalarda. Şeyh amacın cennet değil allahın yüzünün olduğunu (cemalullah. inanış o ki inananlar için en güzel hediye allahı görmek olacaktır) ve kamil kişinin metanetini kaybetmeyen olduğunu söylüyor. Bu metanet kısmında da sanki bizim o garip karaktere bir gönderme yapıyor. Yani yazar sanki bu tarikat üzerinden o garip karakterin (ki bana göre mükemmel bir karakter. Yani durumundan şikayet etmeyen, pişmanlıklar yaşamış ama arayışa devam etmiş ve kendinden oldukça emin, kendiyle barışık) de açıklarını belirliyor gibi. O karaktere de bir eleştiri getiriyor. Çünkü kendini fiziken kaybetmiş, hayatını günü geçirme üzerine kurmuş bir karakterin metanetini kaybetmiş olması oldukça muhtemel. Hani yazar bunu burada o girişteki tarikat eleştirisini dengelemek, aslında bunun için kovuldu ya da kabul edilmedi demek maksadıyla değil de, sanki garip karakterin mükemmeliyetçi bir düzlemde ele alınmasını engelleme maksadıyla yapıyor. Çünkü ayna temalı, içinde kendini olduğu gibi kabul etmiş haliyle egodan kurtulup mütevazi olmuş bir karakterin olduğu öyküde yazar ya kaleminde bir kusur yaratıp kendi egosunu ayakları altına alacak ve okuyucuya hayır ben de egoist değilim, egoist olmamam tıpkı karakterin benliğini kabul etmesindeki mütevaziliğin mükemmelliyetçi zihniyete dönüşmesi anlamına da gelmesin mesajı veriyor ya da karakterin o başından beri okuyucuda bıraktığı o egoist olmayan, özgüveni tam, kendi haline iyi bir adam görüşünün mükemmel adama dönüşmesini engelliyor. iki durumda da ben bunu tarkovskynin zerkalo filminde çok iyi hatırladığım bir teknik hatasına olan bakış açımla ilişkilendirdim. Filmde bariz görülen bir teknik hata tarkovskynin filmde verdiği anti-mükemmelliyet alt metinleriyle çelişmemesi için adeta mütevazi bir kalem kırma ya da hata yaratma kıvamında. Tabi bu benim olaya bakış açım. Ki tarkovsky yaşadığı pişmanlıkları, kusurlu olmayı tüm hücrelerinde hisseden bir adam. Haliyle mükemmelin peşinde olabileceğine ben ihtmal vermiyorum.
Tarikatın da son kez öyküye dahil olduktan sonraki kısım da öykünün bitişi oluyor. Burada garip karakter içkisini içmeye başlıyor. Yine öykünün bize sunduğu o tattan, tuzdan birisi de şarap şişesinin içine giren o mantar, öncesinde tasvir ettiği at pisliğinin o canlılığıdır. iki farklı tadı ya da kokuyu okuyucuya oldukça keskin hatlarla hissettiriyor. Devamında monolog şeklinde geçen cümleler de yazarın tamamen kendi iç dünyasını okuyucuya özgürce, kendi tarzında tıpkı tarkovsky gibi- sunduğu paragrafa dahildir. Ki tarkovsky filmlerinde izleyiciye bir ayna tutar. izleyen bu benim der adeta. Yazar da bu öyküsnde kendi iç dünyasını acaba okurumla benzeşir miyim tatlılığında okuyucuya sunuyor ve öyküsünü bitiriyor. Tabi bitiş cümlesi de olukça manidar. Tanrı kavramının tarkovskynin lügatinde oldukça derin izleri var. Andrei rublev filminde bahsettiği ideal rusya dünyasınının kıyısndan geçen din, tanrı, inanç, nedense bu bitirişte farklı ele alınmış. Belki de bu farklılığın (tarkovskynin ideal rusya tasvirindeki malzeme andrei rublevin kardeşlik-inanç-sevgi üçlemesinden başkası değildir) nedeni, bu idealin andrei rublev filminde işe yaramamasına ve rusyayı sosyalist rejimin pençelerinden kurtaramamasına bir göndermedir. Neticede bu ideal tutmuyor ve saf dışı bırakılan din ve beraberinde karşımıza çıkacak tanrı kavramı öyküde, düşünceler içine dalmış tanrının karaktere sarkastik yaklaşımıyla vurgulanıyor olabilir. Sovyet idealizmi de andrei rublevin buna sunduğu alternatif de çöküyor ve kazanan yine tanrı oluyor..