bundan yirmi beş Ekim önce ensemden tutup Tanrı
hayata bıraktı bırakalı
sudan çıkmış balık misali
ölüme çarpa çarpa yaşadım
Tanrı görmüyor
Tanrı duymuyor
Tanrı bilmiyor
Tanrı üç maymunu oynuyor
siz Tanrı'ya ne çok benziyorsunuz bayım
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar madem ki yâr vardır
Yoktan da vardan da öte bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Az daha dizi ismi yazıyordum. Sonra düşündüm türkçe dizi ne alaka lan, türk dizi değil mi o derken bir entryi de şiirsel okuyunca zannettim dizilerde geçen bir söz mü acaba falan derken sonra çaktım köfteyi.
bugün çarşamba, kasımın biri.
bu gün beş bin yıllık çin bastı dört yaşına.
pekinde geçilmiyor türkü sesinden.
yollara döküldü millet
yediden yetmişine,
hepsin de mavi işbaşı elbiseli.
pekinde fağfur kulelerde güneş
kırmızı sütunlarında ak güvercinler.
li-çan-çen'le konuştum, ahmet,
hunan köylülerinden.
uzun aksakallı tel tel,
alnı çin yazısı gibi kırışık.
dedi ki bana:
toprağım yoktu,
var.
öküzüm yoktu,
var.
insandan sayılmazdım,
insanım artık.
daha da güzel günler göreceğiz, diyorlar,
yalan değil.
göreceğiz.
işte ben
li-çan-çen
yoklar geri dönmesin
varlar yok olmasın
daha da güzel günler görelim diye
oğlumun birini okula yolladım
öbürünü kore'ye...
li-çan-çenin oğlu bu yüzden orda,
ya sen?
pekin günlük güneşlik,
kore'de yağmur mu yağıyor ahmet?
yüzükoyun sürünüyor musun çamurda
peşince namlunun?
elâ gözlerin dumanlı,
kabarmış damarları alnının
kimi öldürmeye gidiyorsun?
yedi deniz ardında kaldı anadol
hane halkıyla beraber.
onlar bu yıl vermedi vergiyi.
öldü sarı öküz,
dayı oğluna göründü gurbet
kimi öldürmeye gidiyorsun ahmet?
yedi deniz ardında kaldı anadol
köy halkıyla beraber.
onlar bu yıl toprak istedi ali bey çiftliğinden.
dövüşüldü candarmalarla.
dursun vuruldu,
yaralandı koca anan,
hapse düştü millet.
kimi öldürmeye gidiyorsun ahmet?
şu ellerine bak,
sapanın sapından koparılan ellerine.
akşamları sofrada, çıra ışığında
bazlamayı bölen onlardı.
sarı öküzün ve ayşe kızın yüzünü
onlar aynı şefkatle okşardı,
ve ağanın karşısında çaresizlikten, öfkeden,
enseni kaşırlardı.
köy kıyısından geçen yolculara
kaç kere yol gösterip su verdiler
ve en kederli.
en yorgun
en tembel günlerinde senin
senden ayrı yaşayıp düşünmekte devam ederdiler.
onlar,
ellerin
şimdi kan içinde bileklerine kadar,
kimi öldürmeye gidiyorsun ahmet?
başka bir orduyu da gördü bu memleket.
büyük kuzeydendiler.
japon zulmünü yendiler.
diktiler yemiş fideleri gibi bu toprağa
bahtiyarlığın imkanlarını,
hem de karşılığında hiçbir şey beklemeden.
sonra dönerken evlerine
şu sözlerle uğurlandılar:
"- bağışlayın bizi kardeşler
dilediğimiz kadar
kılamıyorsak âşikâr
minnetimizi sözlerimizde.
yaşayacak hâtıranız, kardeşler,
fabrikalarımızın tüten bacalarında,
sırmalı dağlarında ekinimizin
ve içi gülen gözlerimizde.
hani bahar sabahları vardır, ahmet,
çıkarsın evden
karşında bir müjde gibidir dünya.
işte böyle bir dünyaydı artık kuzey koreli için
her sabah
her akşam
her gece memleket.
söz hürriyetindi.
toprağı bölüşmüştüler.
demiryolları
altın,
gümüş,
kömür,
ovada yağmur,
dağda rüzgâr,
deniz
bulut,
güneş,
çocuk bahçeleri, hastaneler, okullar
ve fabrikalar milletindi.
bahtiyardılar.
kimi öldürmeye gidiyorsun ahmet?
bu toprakta gerçekleşen kendi hasretini mi?
korede yağmur mu yağıyor?
evini yaktığınız çocuk
anasının ölüsüne kapanarak
haykırıyor mu altında yağmurun?
yoksa onu görmüyor musun bile?
yoksa artık kanıksadın mı?
yoksa, amerikan askeri sin-şana girdiğinde
sen de beraber miydin?
gördün mü insanların çırılçıplak soyulup
benzinle yakıldığını?
sen de japon palasıyla kelle kestin mi?
belki de samvandaydın?
ağaçlara saçlarından asılan insanlara
nişan aldın mı sen de?
gebe kadınların ırzına geçip
sonra dövdün mü öldürene kadar?
biliyorum,
san-sen ri'de gözlerini oydukları çocuğun
fotoğrafını çektiler
hâtıra diye.
bu hâtıranın sende de bir kopyası var mı?
biliyorum.
vu-mal-şoyu alnından mıhladılar duvara,
bir kağıtla beraber.
işçiydi, on bir çocuk babasıydı.
ve geniş alnıyla birlikte mıhlanan kağıt
emek kahramanlığı diplomasıydı.
bilmiyen var mı?
yaktınız ekinleri,
şehirleri uçurdunuz.
ve onların en ucuz ölüm aleti sendin, ahmet,
vebalı farelerinden de ucuz.
kore'de yağmur mu yağıyor?
dinecek.
ya defolup gideceksiniz,
ya denize dökecekler sizi.
ne halt edeyim? deme ahmet,
teslim ol.
hâneni,
köyünü,
memleketini seviyorsan şu kadarcık,
teslim ol.
hâneni,
köyünü
memleketini,
seni, celebe satanlara
söylenecek bir çift sözün varsa ahmet,
teslim ol.
yitirmedinse insanlığını
çoluk çocuk naşıyla dolu bir çukurda,
teslim ol.
biz türkler yiğitizdir.
yiğitliğin zerresi kaldıysa sende,
teslim ol.
teslim ol ananın başı için,
teslim ol türk halkı adına,
ahmet, kardeşim,
kardeşlerine teslim ol.
topuklu ayakkabılarımın iç gıcıklayan sesi
belirginleşen yüz çizgilerim
ya da yokluk emzirdiğim göğüslerime aldırmayıp
defalarca buruşturup attım kadınlığımı
sadece sevişirken kadın oluyorum
pardon bayım; siz sevişmeden de adam olabilmek ister miydiniz?
sen miydin o yalnızlığım mıydı yoksa
kör karanlıkta açardık paslı gözlerimizi
dilimizde akşamdan kalma bir küfür
salonlar piyasalar sanat sevicileri
derdim günüm insan içine çıkarmaktı seni
yakanda bir amonyak çiçeği
yalnızlığım benim sidikli kontesim
ne kadar rezil olursak o kadar iyi
kumkapı meyhanelerine dadandık
önümüzde altınbaş altın zincir fasulye pilakisi
aramızda görevliler ekipler hızır paşalar
sabahları açıklarda bulurlardı leşimi
öyle sıcaktı ki çöpçülerin elleri
çöpçülerin elleriyle okşardın beni
yalnızlığım benim süpürge saçlım
ne kadar kötü kokarsak o kadar iyi
baktım gökte bir kırmızı bir uçak
bol çelik bol yıldız bol insan
bir gece sevgi duvarını aştık
düştüğüm yer öyle açık seçik ki
başucumda bir sen varsın bir de evren
saymıyorum ölüp ölüp dirilttiklerimi
yalnızlığım benim çoğul türkülerim
ne kadar yalansız yaşarsak o kadar iyi
Ömer hayyamın akılla bir konuşmam oldu bu gecesi. fazıl say-serenad bağcan'la dinlemek ayrı bir güzelliktir.
Akılla bir konuşmam oldu dün gece;
Sana soracaklarım var, dedim;
Sen ki her bilginin temelisin,
Bana yol göstermelisin.
Yaşamaktan bezdim, ne yapsam?
Birkaç yıl daha katlan, dedi.
Nedir; dedim bu yaşamak?
Bir düş, dedi; birkaç görüntü.
Evi barkı olmak nedir? dedim;
Biraz keyfetmek için
Yıllar yılı dert çekmek, dedi.
Bu zorbalar ne biçim adamlar? dedim;
Kurt, köpek, çakal, makal, dedi.
Ne dersin bu adamlara, dedim;
Yüreksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi.
Benim bu deli gönlüm, dedim;
Ne zaman akıllanacak?
Biraz daha kulağı burkulunca, dedi.
Hayyam' ın bu sözlerine ne dersin, dedim;
Dizmiş alt alta sözleri,
Hoşbeş etmiş derim, dedi.