"Şu internet üzerinde; herkesin sosyalleştiği, herkesin eski arkadaşlarını bulma bahanesiyle yeni arkadaşlar peşinde koştuğu bir site var ya, işte orada gördüm ilk onu... Yaşadığım yerde yapılan konserlere göz gezdiriyordum, biri ilgimi çekti, gidenlere baktım, eskiden sadece konseri verecek sanatçıyı bilmek yeterliydi hatırlarsın, artık kimlerin gideceğini de bilmek istiyoruz. Her geçen gün merakımız artıyor, mahallenin cam önünde oturan teyzelerine döndük, üstelik onun o merakına kızan bizler, şimdi tüm hayatımızı gözler önüne sunuyoruz, ne yapsak paylaşıp, alkışlanmak istiyoruz, ama şunu unutuyoruz belki de, insanlar sadece övündükleri şeyleri paylaşırlar diğerleri ile, kimse bugün yalan söyledim demez, kimse bugün hak yedim demez, ondan internet penceresinden baktığımızda bu kadar ideal gözüküyor toplumumuz... Dur, ben ne diyordum dağıldım bak, işte onu ilk kez orada gördüm, görür görmez de aşık oldum..."
"Çiçekler ilgi bekler senden, sulamazsan solarlar. Onu sulamanı, arada bir saksısını değiştirmeni beklerler. Tamam, estetiktirler, güzeldirler, ama sana ihtiyaç duyarlar, ilgilenmezsen ölürler. Oysa kaktüsler öyle mi, istersen günlerce sulama, yine bir şekilde hayata tutunurlar, hayatlarına devam ederler, sensiz de var olur, şımarıklık yapmazlar, güçlüdürler."
- Hmm
"Hem üstüne bir de düzenli olarak sularsan kaktüsü, o zaman çiçek de açarlar, sana güzelliklerini sunarlar, öyle herkese değil ama, sadece sana, çiçek oysa herkese güzeldir, herkesle cilveleşir, keşfedilecek bir yanı da yoktur, sadece ilgilendiğinde, sevdiğinde görebileceğin bir gizemi ise hiç."
Cep telefonu sonrası ilişkilerde, özlemeye fırsatımız hiç olmadı, ne kadar uzakta olsak bile sürekli haberleşebildik, sürekli konuşabildik, başta iyi gibi geldi bu bize, "Ne güzel, özlediğin zaman sevgilinin sesini duyabiliyorsun" diye düşündük, ama; özlemeye ihtiyacı olduğunu ilişkilerin, sevgilerin özlemle şarj olduğunu hiç hesaba katmadık, sürekli haberleşmenin ilişkileri hızla tükettiğini, heyecanı körelttiğini ya kabul etmedik ya da görmemezlikten geldik. Eskiden uzun mektuplar yazarken, artık kısa mesajlar yollamaya başladık, derinliği, duygusallığı kaybedip, tüketime koştuk, tükettik, tükettik, sonra da tatmin olamadığımızdan, göğüs kafesimizdeki boşluğun verdiği o kötü histen şikayet etmeye başladık.
Hayat bizi zamanla, açık büfe kahvaltı veren mekanlarda, tabağını tepeleme dolduran fakat yediği hiçbir şeyden zevk almayan yaratıklara çevirdi, oysa ki eskiden öğrenci evinde yapılan sahanda yumurtanın yağına banmak için elinde ekmek ile bekleyen ve o aldığı bir yudumdan inanılmaz keyif alan insanlardık.
Sevgilinin sesinin değerini unuttuk artık duya duya,
o an ne yaptığını hayal etmenin keyfini kaybettik,
haber beklemenin heyecanı artık çok uzak,
özlemek ise sadece tensel.
"Özlüyorum; çocukluğumun, gençliğimin geçtiği o şehri özlüyorum, sonbaharda "Seğmenler"'de yürürken, yanımdan gelen çıtırtıları duyup, bunların sevgilimin kurumuş yapraklara basış sesleri olduğunu farkettiğim anı özlüyorum.
Ben ezilen yaprak seslerinin yalnız olmadığımı hatırlattığı o şehri özlüyorum...
Sakarya'nın yeraltı barlarına tüneyip arjantin içmeyi, o dandik müzik kutusundan cepteki bütün bozuk paralar ile "Led Zeppelin" çalmayı, yan masada oturan memur amcalarla kaynaşıp, memurların sorunlarını dinlemeyi, emekli amcaların keyif rakılarına eşlik eden teneke tabaktaki beyaz peynirin kesildiğinde akan beyaz suyunu, "Net Piknik"'i, "Tavukçu"'nun hamsi tavasını, "Otlangaç"'ın yedinmi bir hafta üstüne kokusu sinen sarımsak sosuna bulanmış yanık midye tavasını, "Limon"'un kahverengi bez tavanını, "Tenedos"'un o entelektüel muhabbetlere çerez olan aromalı çaylarını özlüyorum.
"Tunalı"'da yürümeyi, "Karum"'un önünde sevgili ile buluşmayı, internetsiz, bilgiye ulaşmanın zor olduğu zamanların "Karum ne demek la?" muhabbetlerini, "Kızılay - Gaziosmanpaşa" otobüsünü, "Kıtır"'ın o teneke tepsilerde taşınan yağı emmiş kalın kesim patates kızartmalarını, kokoreçini, minik balkonunda sevgili ile diz dize oturmayı özlüyorum.
Kış akşamüstleri dostlarla "Dost Kitabevi"'nin önünde buluşmayı, beklenen geciktimi kitap bakmaya içeri girmeyi, dışarıda suratınıza düşen karların Dost'un sıcaklığıyla eriyerek burnunuzun ucundan damlamasını, tam da bir kitaba konsantre olmuşken sırtınıza dokunan o eli..."
"Yatana kadar altı saatim var ama yapacak hiç bir şeyim yok" diye düşündüm, bilgisayarı açtım, tüm dizileri izlediğimi fark ettim, "Yemek yiyeyim bari" dedim, bir şeyler sipariş ettim, balkona çıktım, bir sigara içtim, yemeğim geldi, internetten bir Kemal Sunal filmi buldum, yemeğimi tırtıkladım, uzandım.
Ev yaşanmamışlık kokuyor, aylardır içinde yemek pişmiyordu, tamir edilecek çok şey vardı ama yol gösterecek kimse yoktu.
Yatmadan önce birilerine "iyi geceler" demenin lüks olduğunu bu zamana değin fark edememiştim belki de.
Bana "Yat artık" diyecek biri yoktu, ama içimden film izlemek de gelmiyordu.
"Sallanabiliyorum." diye fısıldadım tekrar, başımı öne eğdim, aşınmış kumlara baktım, demek ki mecbur kalınca oluyordu, kimsen kalmayınca başarıyordun tek başına var olmayı.
Kocaman okyanusun ortasında yalnız bir sal olmuştum, batmamak için salınan bir sal.
Oysa ne de mutluyduk Susam Sokağı izlediğimiz yaşlarda. Okuldan çıkar eve koşar, annemizin hazırladığı ekmek arası peynir domatesi -ki şanslıysak ketçap bile olurdu içinde- yiyerek televizyonun karşısına kurulurduk. En büyük derdimiz olan ev ödevini yapmamız için biraz baskı gelirdi önce, lakin eğer annemizi kandırabilirsek; babamız eve gelene kadar televizyon izlemeyi bile başarabilirdik. Susam Sokağı bittikten sonra pembe diziler başlar, o zaman annemiz de yanımıza gelirdi. Çoğunlukla meyve olurdu elinde. Elmaları, ayvaları soyar bir dilim uzatırdı bize. Sonra babamız gelir, hep beraber yemek yenir, üstüne çay demlenir, çayın yanında ise kurabiye olurdu hep. O zamanları hatırladığımda, kafamda canlanan resimlerde hep güneşliydi hava, oysa şimdi karanlık ve kasvetli sürekli evler. Susam Sokağı yok artık, karanlık havalar, yalnız yaşanan evler, kocaman televizyonlar, kapalı perdeler, altyazılı diziler ve anne eli değmiş gibi (!) kurabiyemsiler var...
"Karanlık kasvetli bir hava,
Şaşırdım yolumu karanlıkta,
Bana söyler misiniz?
Nasıl gidilir Susam Sokağınaaaaa"
Türk Sanat Müziği, Cem Karaca ve Fikret Kızılok eşliğinde içmeye başladık. Sıklıkla Haklısın diyordum, mümkün olduğunca klişelerden kaçmaya çalışıyordum, "Sana kız mı yok" hiç demedim. Üçüncü kadehte, sürekli kızın kötü yanlarından bahseden arkadaşımın sırtına dokundum, "Küçük insanlar kişileri tartışır." dedim. Konuşma genel olarak ilişkilerin eleştirisine döndü. Bu onu biraz rahatlattı. Tüm kızlar aynıydı, o kız özel biri değildi, üzülmeye değmezdi. Fakat bu ikinci bunalımın kapısını açtı. Yeni bir kız ne zaman çıkacaktı karşısına? O da aynı olacaksa kızsız mı yaşanmalıydı? "Rakı da zararlı ama onsuz olmaz." dedim. Rolümü sevmiştim, büyük laflar eden bir kızılderili reis gibiydim. Beyaz adam kızlarımızı çalmıştı.
Gömleklerin omuz kısmı oturuyor, lakin düğmeleri yukarıdan aşağıya iliklemeye başladığımda, her geçen düğme ile birlikte hem ben hem de düğme delikleri acı çekmeye başlıyordu, sanıyorum nedenini anlamıştım, henüz giymediğim gömleklerden birini elime aldım, etiketine baktım, evet tahmin ettiğim olmuştu, etikette "slim fit" yazıyordu, oysa ki ben "fat boy slim fit" arıyordum, bu başımın belası "slim fit", omuz kısmı geniş, göbeği ince, üçgen vücutlu adamlar için tasarlanmıştı, oysa ben ters duran bir üçgen vücuda sahiptim, kızları etkilemek için amuda kalkmam gerekiyordu, slim fit'in tam tersiydim, tif milstim...
MÜHENDiS DiZiSi OLMAMASI...
(Mühendislerin makus talihi üzerine 1 )
"Dr. House" bir doktordu, dizisi vardı. Zaten her doktorun bir dizisi vardı, etraf doktor dizisinden geçilmiyordu hatta piyasada doktordan çok, doktor canlandıran oyuncu vardı.
Gerçi sadece onların değil, tüm mesleklerin bir dizisi vardı. Avukatlar, bilim adamları, öğretmenler, taksi şoförleri, tetikçiler, kapıcılar, lokanta işletmecileri, yazarlar, menajerler...
Kendine ait dizisi olmayan meslek grupları ise mesleğe özelleşmemiş dizilerde boy gösteriyordu; örneğin "Sex and the City" adlı dizideki dört ablamız, sanki bir amme hizmetiymiş, bir toplumsal sorumluluk projesiymiş gibi New York'un yarısı ile yakından ilgilenmişler; garsonlar, iş adamları, sanatçılar, borsacılar, marangozlar, postacılar, dur durak bilmemişlerdi, lakin altı sezon boyunca bir tane bile mühendis ilgilerine mazhar olamamış, taraflarınca şefkat görememişti...
Dakika: 45, Hız: 5.0
"Ya benim neden en çok kafam terliyor, göbeğe bak kupkuru, her yerim terlemiş, kafam erimiş, göbek kuru! Ya bu göbek neden kuru! içten dışarıya çıkamıyor mu terler acaba göbekten, yahu acıktım da... Ne yesem acaba, salata yapayım en iyisi ben kendime, şöyle marul salatası yapayım; ton balığı koyayım ona, peynir koyarım biraz, şöyle turşu keserim minik minik, sonra mısır, salata sosu ekerim, biraz rendelenmiş parmesan, bol zeytinyağı, karides, kapari, ançüez belki bir kaç parça... Yahu elin hamsisine ben de ançüez demeye başladım bu gavur ellerde, tüm Trabzon kemençe ile dövsün beni, iyi de tüm bunları koyunca salata oldu 1000 kalori, o zaman salata yerine dört tane "Snickers" yerim, o daha mantıklı bence, evet..."
Dakika: 8, Hız: 5.5
"Ehe ehe Türkiye'ye döndüğümde kimse tanıyamayacak beni... Of ya, böyle koşa koşa yakışıklı olacağım, Çisem Çisil içinde kalacağım galiba ben;
- Eksper bu sen misin?
+ Evet Çisil.
- Ayyyy inanmıyorum... Çok yakışıklı olmuşsun!
+ Oldum galiba biraz...
* O üstündeki gömlek "Slim fit"'mi Eksper?
+ Evet Çisem.
* Ay çok yakışmış!
- Eksper Kuzey'e benzemişsin resmen!
* Hayır, Güney'e benzemişsin bi kere!
+ Kızlar kavga etmeyin benim için...
- Hayır ama Çisem Güney diyor, bence Kuzey!
* Ne Kuzey'i, bariz Güney Çisil, saçmalama!
- Kuzey!
* Güney!
+ Ahaha... Yapmayın kızlar böyle, Ekvator diyelim ikinizde mutlu olun...
- Eksper süpersiiinnn! Akşam Babylon'a gelsene benle...
* Ya Eksper hayır! Benimle Indigo'ya gel...
+ Ehe ehe
"
Hepimizin hayatta kendimizi ortaya koymak için farklı yollarımız vardı, hepimizin başarılı olduğu, kendini adadığı farklı şeyler. Fakat bunları biz mi seçiyorduk gerçekten;
Benim ileride nasıl bir insan olacağımı takım kaptanım belirlemişti,
onu bu seçime iten ise göbeğim olmuştu.
Göbeğimin nedeni annemin süpersonik börekleri,
annemi börek yapmaya iten ise ananemin ona verdiği tariflerdi.
Hayatımın yufka arasına özenle serpiştirilmiş kıymalar tarafından belirlenmiş olmasına içerlemedim, börek severdim.
Macbook Air'ın klavyesi ellerime sığmıyor, iki elimi yan yana koyduğumda klavyeden büyük oluyordu, sinirim bozuldu. Espresso'm geldi, bir yudum alayım dedim ama fincan da elime küçük gelmişti, olmuyordu, her şey bana küçük geliyordu, 21. yy beni istemiyordu. Dolma parmaklarımı, kocaman ellerimi sindiremiyordu. Her şey küçük, her şey dokunmatik, her şey "I-pirşey"'di.
Parmağımdan zorlukla çıkardığım fincanı, rahatça yazı yazamadığım Macbook Air'ımın yanına bıraktım. Kendimi cüceler ülkesine gitmiş Gulliver gibi hissediyordum.
Beyaz eşyaların beyaz, diğer elektronik eşyaların ise siyah olduğu günleri özledim.
Teknoloji ilerledikçe ankastre mutfağa eklenmiş çamaşır makinasına dönmüştüm.
"Neden Evlenmedim" ilk kitaptı ve aşklar üzerineydi, başlayan ve biten ilişkileri anlatmıştım... Bakalım basılmasını bekliyoruz hep beraber...
"Gelmeyen Pazartesiler" ikinci kitaptı, her şey ile ilgiliydi, kısa kısa bölümler yayınlamaya başlamıştım ondan, her ne kadar farklı konularda olsa da tüm bölümlerin ortak özelliği mutsuz sonlara sahip olmasıydı. Araya giren yayınevi stresleri, şu an paylaşamayacağım başka bir çalışma, dördüncü kitabın temel hatlarına konsantre olmam (birincisi yayınlanmadan dördüncüsü yazan adama ne denir ) nedeniyle uzunca bir ara vermiştim, lakin şu an biraz rahatladım ve,
13 Ekim'de "Gelmeyen Pazartesiler"'den bölümlere devam edeceğim.
Aşklar; güzel, romantik, duygulu... Fakat bir de başarısız girişimler, tanışmaya çalışmalar, ekilmeler, ik buluşmalar, reddedilmeler var. O bölümler ile geri dönüyor "Gelmeyen Pazartesiler".
13 Ekim Pazartesi görüşmek üzere, herkese iyi bayramlar.
Sahi, "Sonu kötü bitecek biliyorum" demek için kaç kötü son yaşaması gerekir insanın?
Dove reklamındaki kadınlar gibiydi cildi, entelektüel bir havası olmasının yanında, bakımlı, şık, ağır ve de güzeldi. Kıyafetini inceledim, sanatla ilgili biri olduğu belliydi, kıyafetleri oldukça sade ve pastel tonlarındaydı. Düz, kumral ve uzun saçları, büyük bir ağzı, sivri bir burnu ve de uzun ince parmakları vardı. "Sen piyano çal, ben bass, geçinip gidelim be Günperi!" diye düşündüm. Julia Roberts'ın Fransa görmüşü, Zuhal Olcay'ın genci, Elizabeth Hurley'nin sürekli sırıtmayanıydı.
Bir gece balkonda, akşam yemeğine gelecek olan bir ceylanyüzlüye mum ışığında yenmek üzere güzel bir şarap sofrası hazırladım. Balkon mermerinin üzerinde de zor zamanlar için kağıt havlum hazır bekliyordu. Tam masada oturmuş; peynirleri, yok böyle daha şekil oldu, yok şöyle daha şekil oldu diyerekten yeniden yeniden tabağa dizerken, telefonum çaldı. Arayan ceylanyüzlüydü ve bir işi çıkmıştı.