mevlana döneminin en bilgin adamı, onunla tanışmak için şems adında bir adam gelir... tanışırlar, konuşurlar.. mevlana içindeki aşktan emindir, doğaya tanrıya insana ama yine de bir boşluk hissettiğini söyler... bunun üzerine şems,.mevlana'ya en sevdiği 3 kitabını sorar, mevlana kararsız kalsa da bu yabancıya en sevdiği 3 kitabını gösterir... ardından şems bu kitapları alır ve hepsini suya atar, kitaplar buruşur, mürekkepler akar, mevlana
ağlamaklı şekilde 'neden yaptın onlar benim kıymetlimdi' der... şems ise 'bir cevap arıyordun değil mi, bir boşluk vardı'' der ve devam eder.
aradığın şey o kitaplarda değil, aradığın şeyi okuyarak bulamazsın.
sende eksik olan şeyi gözlerinle tamamlayamazsın.
aradığın şeyi dünya’da arayacaksın, aradığın şeyi yüreğinle bulacaksın.
dünya’da ki tüm kitaplar, tüm hesaplar, akıl oyunları, sayfalarca laflar, sevginin yerini tutmaz.
okuyarak öğreneceksin ama severek anlayacaksın. ..
...
Bir Meksika sahil kasabasına yolu düşen Amerikalı iş adamı, kıyıya yanaşan kayıktaki balıkçıyla konuşur.
Kayığın içinde, henüz tutulmuş birkaç ton balığı bulunmaktadır.
Amerikalı iş adamı balıkların iriliğinden dolayı balıkçıyı över ve bu birkaç balığı ne kadar zamanda yakaladığını sorar.
Balıkçı, “Fazla sürmedi, senyör” der.
Amerikalı hayretle sorar: “Öyleyse neden daha fazla denizde kalıp da daha çok balık tutmadın?”
“Bu kadarı bugünlük aileme yeter.”
“Peki”, der Amerikalı iş adamı.
“Geri kalan zamanın nasıl dolduruyorsun?”
“Sabahları geç kalkıyorum. Sonra birkaç balık tutuyorum. Sonra çocuklarla oynuyorum. Öğleden sonra eşimle biraz şekerleme yapıyorum. Akşamları da kasabaya iniyorum; Amigolarla birşeyler içip gitar çalıyoruz. Böylece hayatı dolu dolu yaşıyoruz, senyör.”
Amerikalı iş adamı bu hayatı son derece sevimsiz bulur.
“Ben Harvard mezunuyum, sana yardımım dokunabilir” der.
“Herşeyden önce, daha fazla balık tutmalısın.”
Balıkçı hayretle sorar: “Niçin senyör?”
“Artan balıkları satar, daha çok kazanırsın.”
“Sonra senyör?”
“Zamanla kendine daha büyük bir tekne alırsın.”
“Sonra senyör?”
“Daha büyük tekneyle daha çok balık tutar, daha çok kazanırsın.”
“Sonra senyör?”
“Daha başka tekneler alır, bir filo kurarsın.”
“Sonra senyör?”
“Sonra balıkları işlemek için kendin konserve tesisleri kurarsın. Böylece kârın önemli bir kısmını başkalarına kaptırmamış olursun.”
“Sonra senyör?”
“Tabii, bütün bu işleri böyle küçük bir sahil kasabasında yürütemezsin. bu arada Los Angeles veya New York gibi büyük bir dünya kentine taşınmış olursun.”
“Sonra senyör?”
“Yeteri kadar büyüyünce halka açılır, hisse senetlerini satarsın. Büyük zengin olursun. Milyonlarca doların olur.”
“Sonra senyör?
“Bu kadar paran olduktan sonra çalışmana gerek kalmaz. Emekliye ayrılır, bir sahil kasabasında kafanı dinlersin. Sabah geç saatlere kadar uyursun. Biraz balık tutar, çocuklarla oynar, öğlenleri de şekerleme yaparsın. Akşamları ise amigolarınla bir şeyler içip gitar çalarsın.”
Büyük kubbeli serin divan, bugün daha sakin, daha gölgeliydi. Pencerelerinden süzülen mavi, mor, sincap rengi bahar aydınlığı, çinilerinin yeşil derinliklerinde birikiyor, koyulaşıyordu. Yüksek ipek şiltelere diz çökmüş yorgun vezirler, önlerindeki halının renkli nakışlarına bakıyorlar, uzun beyaz sakalını zayıf eliyle tutan yaşlı sadrazamın sönük gözleri, çok uzak, çok karanlık şeyler düşünüyor gibi, var olmayan noktalara dalıyordu.
– Yürekli bir adam gerekli, paşalar… dedi. Biz onun sırmalara, altınlara, elmaslara boğarak gönderdiği elçisine padişahımızın elini öptürmedik, ancak dizini öpmesine izin verdik. Kuşkusuz o da karşılıkta bulunmaya kalkacak.
– Kuşkusuz.
– Hiç kuşkusuz.
– Mutlaka.
Kubbealtı vezirlerinin tamamıyla kendi görüşünü paylaştıklarını anlayan sadrazam düşündüğünü daha açık söyledi:
– O halde bizden elçi gidecek adamın çok yürekli olması gerek! Öyle bir adam ki, ölümden korkmasın. Devletinin şanına dokunacak hareketlere karşı koysun. Ölüm korkusuyla, uğrayacağı hakaretlere boyun eğmesin…
– Evet!
– Hay hay.
– Çok doğru… Sadrazam sakalından çektiği elini dizine dayadı. Doğruldu. Başını kaldırdı. Parlak tuğları ürperen vezirlere ayrı ayrı baktı:
– Haydi öyleyse… Yürekli bir adam bulun!.. dedi… Hoca takımından, Enderundan, divandan benim aklıma böyle gözüpek bir adam gelmiyor. Siz düşünün bakalım…
– …
– …
– …
Sofu, barışsever, sessiz padişahın koca devletine, sessiz küçük bir beyin olan divan düşünmeye başladı.
Bu elçi, yedi yıl sonra takdirin “Yavuz!” namındaki yaman sillesiyle her gururunun, her cinayetinin cezasını bir anda gören ismail Safavi’ye gönderilecekti. Şehzadeliğini ata binmekten, cirit oynamaktan, silah kullanmaktan çok, kitapla geçiren bilge Bayezid’in yaradılışı son derece uysaldı. Yalnız şiiri, bilgeliği, tasavvufu sever; savaştan, mücadeleden nefret ederdi. Vezirler, sevgili padişahlarının rahatını bozmamayı en büyük görevleri sanırlardı… Bununla birlikte sınırlarda yine kavganın önü alınamıyordu. Bosna, Eflak, Karaman, Belgrat, Transilvanya, Hırvatistan, Venedik seferleri birbirini izliyor; Modon, Koron, Zonkiyo, Santamavro ele geçiriliyordu. Sanki istanbul fatihinin kararlılığıyla dehası -tahta geçer geçmez, babasının heykelini, “Gölgesi yere düşüyor” diye kırdırıp savaşa girmeye kalkan- halefinin zamanında da sönmüyor; sönmez bir alev, bir ruh gibi yaşıyordu. Rahat istendikçe dert çıkıyordu. Hele Doğu…
Kan içinde, ateş, kıyım içinde kıvranıyordu. Yıkılan, sönen Akkoyunlu hanedanının yıkıntıları üstünde Şah ismail serserisi saltanat kurmuştu. Geçtiği yerlerde dikili ağaç bırakmayan, babasıyla büyükbabası Cüneyd’in öcünü aldığı için delice bir gurura kapılan bu kudurmuş şah, akla gelmedik canavarlıklarla sağına soluna saldırıyordu. Kendine sığınanları bile, çağırdığı şölende, yemekmiş gibi kaynattırdığı büyük kazanlara atıp söğüş yapan, yendiği Özbek padişahının kafatasıyla şarap içen bir acımasız şah, dünyada gerçekten eşi görülmemiş bir kıyıcıydı. Bayezit divanının çelebi, sessiz, temiz huylu, dinine bağlı vezirleri onun işkencelerini hatırlamaya dayanamazlardı. Bu kıyıcı, bir gün mutlaka bizim sınırımıza da saldıracak, Doğu illerini ele geçirmeye kalkacaktı. Bunu herkes biliyordu. Geçen yıl Zülkadriye egemeni Alaüddevle’den nikahla kızını istemişti. Alaüddevle kızını vermedi, ismail uğradığı bu aşağılamaya öfkelendi; öç için padişahın toprağından geçti. Savunmasız Zülkadriye topraklarına girdi. Diyarbekir, Harput kalelerini aldı. Sarp bir dağa kaçan Alaüddevle’nin oğlu ile iki torunu eline tutsak düştü.
Şah ismail, bu zavallıları ateşte kızartıp kebap ettirdi. Etlerini kuzu gibi yedi. Böyle korkunç bir şey Doğu’da yeni duyuluyordu. Savaş istemeyen padişah, Ankara’ya, Yahya Paşa kumandasında bir ordu göndermekten başka bir şey yapmadı. Bu şah, kıyıcı olduğu kadar da kurnazdı… Osmanlı toprağına geçtiği için özür diliyor, birbiri arkasına elçiler gönderiyordu. O zamanlar Trabzon Valisi olan Şehzade Yavuz, babası gibi dayanamamış, Tebriz sınırını geçmiş, Bayburt’a, Erzincan’a kadar her yeri yağmalamış, hatta şahın kardeşi ibrahim’i tutsak etmişti. ismail’in elçisi şimdi bu saldırıdan da yakınıyor, Osmanlı toprağına son akınlarının padişahın devletine karşı değil, sırf Alaüddevle’ye karşı olduğunu tekrarlıyordu. işte divanda bu kurnaz, bu kıyıcı, acımasız türediye gönderilecek uygun bir elçi bulunamıyordu; çünkü kendini Osmanlı Hakanı’yla bir tutan, hatta bütün Doğu’da egemenlik kuran bu serseri, karşısında devleti temsil edecek adama kuşkusuz birçok densizlik yapacak; densizliklerine karşılıkta bulunanı ola ki kazığa vuracak, derisini yüzecek, akla gelmedik korkunç bir işkenceyle öldürecekti. Sadrazamın sağındaki, deminden beri bir mezar taşı gibi kımıltısız duran kırmızı tuğlu kavuk, yerinden oynadı. Yavaş yavaş sola döndü:
– Ben, tam bu elçiliğe uygun bir adam biliyorum, dedi, babası benim yoldaşımdı. Ama devlet memurluğunu kabul etmez.
– Kim?
– Muhsin Çelebi.
Sadrazam bu adamı tanımıyordu. Sordu:
– Burada mı oturuyor?
– Evet.
– Ne iş yapıyor?
– Biraz zengindir. Vaktini okumakla geçirir. Tanımazsınız efendim. Hiç büyüklerle ahbaplık etmez. Büyük mevkiler istemez.
– Niye?
– Bilmem ama, belki “düşüşü var” diye.
– Tuhaf…
– Ama çok yüreklidir. Doğrudan ayrılmaz. Ölümden çekinmez. Birçok kez savaşmıştır. Yüzünde kılıç yaraları vardır.
– Bize elçi olmaz mı?
– Bilmem.
– Bir kere kendisini görsek…
– Bilmem, çağırınca ayağınıza gelir mi?
– Nasıl gelmez?
– Gelmez işte… Dünyaya minneti yoktur. Şahla dilenci, gözünde birdir.
– Devletini sevmez mi?
– Sever sanırım.
– O halde biz de kendimiz için değil, devletine hizmet için çağırırız.
– Deneyiniz efendim….
Sadrazam, o akşam kahyasını Muhsin Çelebinin Üsküdar’daki evine gönderdi. Devlet, ulus hakkında bir iş için kendisiyle konuşacağını, yarın mutlaka gelmesi gerektiğini yazmıştı.
Sabah namazından sonra sarayının selamlığında, Hint kumaşından ağır perdeli küçük loş bir odada kâtibinin bıraktığı kâğıtları okurken, sadrazama, Muhsin Çelebinin geldiğini bildirdiler.
– Getirin buraya…. dedi.
iki dakika geçmeden odanın sedef kakmalı, ceviz kapısından palabıyıklı, iri, levent, şen bir adam girdi. ince siyah kaşlarının altında iri gözleri parlıyordu. Belindeki silahlık boştu. Bütün kullarının etek öpmesine, secdesine alışan sadrazam, bir an eteğine kapanılmasını bekledi. Oturduğu mor çuha kaplı sedirin hep öpülen ağır sırma saçağındaki yumağı, altından, içi boş küçük bir kafa gibi şaşkın duruyordu. Sadrazam söyleyecek bir şey bulamadı. Böyle göğsü ileride, kabarık, başı yukarı kalkık bir adamı ömründe ilk defa görüyordu. Kubbe vezirleri bile huzurunda iki büklüm dururlardı. Muhsin Çelebi çok doğal bir sesle sordu:
– Beni istemişsiniz, ne söyleyeceksiniz efendim?
– Şey…
– Buyurunuz efendim.
– Buyur oğlum, şöyle otur da…
Muhsin çelebi, çekinmeden, sıkılmadan, ezilip büzülmeden çok rahat bir hareketle kendine gösterilen şilteye oturdu. Sadrazam hâlâ ellerinde tuttuğu kıvrık kağıtlara bakarak içinden, “Ne biçim adam? Acaba deli mi?” diyordu. Ama hayır… Bu çelebi, çok akıllı bir insandı! Yiğide, alçağa gerek duymayacak kadar bir serveti vardı. Çamlıca ormanının arkasındaki büyük mandırayla büyük çiftliğini işletir, namusuyla yaşar, kimseye eyvallah demezdi. Yoksula, zayıflara, gariplere bakar, sofrasından konuk eksik olmazdı. Dinine bağlıydı. Ama tutucu değildi. Din, ulus, padişah aşkını ta yüreğinde duyanlardandı. Devletin büyüklüğünü, kutsallığını anlardı. Tek ülküsü, “Tanrı’dan başka kimseye secde etmemek, kula kul olmamak”tı… Bilgisi, olgunluğu, herkesçe biliniyordu. ibni Kemal ondan söz ederken, “Beni okutur!” derdi. Şairdi. Ama ömründe daha bir tek kaside yazmamıştı. Hatta böyle övgüleri okumazdı bile…
Yaşı kırkı geçiyordu. Önünde açılan yükselme yollarından daha hiçbirine sapmamıştı. Bu altın kaldırımlı, mine çiçekli, cenneti andıran nurlu yolların sonunda, hep “kirli bir etek mihrabı” bulunduğunu bilirdi. insanlık onun gözünde çok yüksek, çok büyüktü. insan yeryüzünün üzerinde, Tanrı’nın bir çeşit temsilcisiydi. Tanrı insana kendi ahlakını vermek istemişti. insan, her varlığın üstündeydi. Kuyruğunu sallaya sallaya efendisinin pabuçlarını yalayan köpeğe yaltaklanma pek yakışırdı ama, insan… Muhsin Çelebi her türlü aşağılanmayı sindirerek yüksek mevki tepelerine iki büklüm tırmanan maskara, tutkulu insanlardan, kendine saygı duymayan kölelerden, güçsüzler gibi yerlerde sürünen pis kölelerden tiksinirdi. Hatta bunları görmemek için insanlardan kaçar olmuştu. Yalnız savaş zamanları Guraba Bölüklerine kumandanlık için ortaya çıkardı. Huzurda serbest, içinden geldiği gibi oturuşu sadrazamı çok şaşırttı. Ama kızdırmadı:
– Tebriz’e bir elçi göndermek istiyoruz. Tarafımızdan sen gider misin oğlum?
– Ben mi?
– Evet
– Ne ilgisi var?
– Aradığımız gibi bir adam bulamıyoruz da…
– Ben şimdiye kadar devlet memurluğuna girmedim.
– Niçin girmedin?
Muhsin Çelebi biraz durdu. Yutkundu, Gülümsedi.
– Çünkü ben boyun eğmem, el etek öpmem, dedi. Oysa zamanın devletlileri mevkilerine hep boyun eğip, el etek, hatta ayak öpüp, bin türlü yaltaklanmayla, ikiyüzlülükle, dalkavuklukla çıktıklarından, çevrelerine hep bu aşağılayıcı geçmişlerin çirkin hareketlerini tekrarlayanları toplarlar. Gözdeleri, nedimeleri, korudukları, hep alçak ikiyüzlüler, ahlâksız dalkavuklar, namussuz maskaralardır. Yiğit, doğru, kendisine saygılı, özgür vicdanının sesine kulak veren bir adam gördüler mi, hemen kin bağlarlar, yıkmaya çalışırlar. Gedik Ahmet Paşa niçin hançerlendi, Paşam?
Sadrazam yavaşça dişlerini sıktı. Gözlerini süzdü. Tuttuğu kâğıdı buruşturdu. Öfkelenmiyordu. Ama öfkelendiği zamanlarda olduğu gibi, yanaklarına bir titreme geldi. Vezirken değil, hatta daha beylerbeyiyken bile karşısında akranlarından kimse ona böyle açıkça söz söyleyememişti. Yine “Acaba deli mi?” diye düşündü. Deli değilse… bu ne küstahlıktı? Bu derece küstahlık, dünya düzenine karşı çıkmak değil miydi? Gözlerini daha beter süzdü. içinden: “Şunun başını vurdursam…” dedi. Kapıcılara bağırmak için ağzını açacaktı. Ansızın vicdanının -neresi olduğu bilinmeyen bir yerinden gelen- derin sesini işitti: “işte sen de yaltaklanma, ikiyüzlülük, dalkavukluk yollarından yükselenler gibi, dürüstçe bir sözü çekemiyorsun! Sen de karşında yiğit bir insan değil, ayaklarını yalayan bir köpek, hor görülmenin altında iki kat olmuş bir maskara, bir rezil istiyorsun!”
Süzük gözlerini açtı. Avucunda sıktığı kâğıdı yanına koydu. Yine Muhsin Çelebi’ye baktı. Ortasında geniş bir kılıç yarasının izi parlayan yüksek alnı… al yanakları… yeni tıraşlı beyaz, kalın boynu… biraz büyücek, eğri burnu… ince sarığı… tıpkı Şehname sayfalarında görülen eski kahramanların resimlerine benziyordu. Evet, bu alnında yarası görülen kılıcın yere düşüremediği canlı bir kahramandı. insaflı sadrazam, vicdanının ruhunda yankılanan sesini, gururunun karanlığıyla boğmadı. “Tam bizim aradığımız adam işte…” dedi. Bu kadar korkusuz bir adam, devletine, ulusuna yapılacak hakareti de çekemez, ölümden korkarak, göreceği hakaretlere eyvallah diyemezdi. Kavuğu hafifçe salladı:
– Seni Tebriz’e elçi göndereceğiz. Muhsin Çelebi sordu:
– Katınızda bu kadar nişancılar, kâtipler, hocalar var. Niçin onlardan birini seçmiyorsunuz?
– Sen Şah ismail denen kötü ruhlu adamın kim olduğunu biliyor musun?
– Biliyorum.
– Devletini seviyor musun?
– Seviyorum.
Yüce sadrazam doğruldu. Arkasına dayandı:
– Pekala öyleyse… dedi, bu kötü ruhlu adam “elçiye zeval yok” kuralını kabul etmez. Bizimle boy ölçüşme davasındadır. Er meydanında bize yapamadıklarını, bizim göndereceğimiz elçiye yapmak ister. Ola ki işkenceyle idam eder. Çünkü Tanrı’dan korkusu yoktur. Oysa elçimize yapılacak hakaret devletimize demektir. Bize öyle bir adam gerekli ki, hakaret görünce başından korkmasın… Bu hakareti aynen o kötü ruhlu adama iade etsin… Devletini seversen, sen bu fedakârlığı kabul edeceksin!
Muhsin Çelebi hiç düşünmedi:
– Ettim efendim, ama bir koşulum var… dedi.
– Ne gibi.
– Madem ki bu bir fedakârlıktır, ücretle olmaz. Karşılıksız olur. Devlete karşı ücretle yapılacak bir fedakârlık, ne olursa olsun, gerçekte kişisel bir kazançtan başka bir şey değildir. Ben maaş, makam, ücret filan istemem… Karşılık beklemeden bu hizmeti görürüm. Koşulum budur!
– Ama oğlum, bu nasıl olur? Onun elçisi çok ağır giyinmişti. Atları, hizmetkârları kusursuzdu. Bizim elçimizin atları, hizmetkârları, giysileri daha gösterişli, daha ağır olmalı… Bunlar için mutlaka hazineden sana birkaç bin altın vereceğiz. .
Muhsin Çelebi döndü. Önüne baktı. Sonra başını kaldırdı:
– Hayır, dedi, hazineden bir pul almam. Gerekli göz alıcı muhteşem takımlı atları, süslü hizmetkârları ben kendi paramla düzeceğim. Hatta…
Sadrazam gözlerini açtı.
– … Hatta sırtıma Şah ismail’in ömründe görmediği ağır bir şey giyeceğim.
– Ne… O kadar parayı nereden bulacaksın, oğlum? Sadrazamın şaşmaya hakkı vardı. Bir ay önce tamamlanan, üzeri ender bulunur pembe incelerle işlemeli bu kaftanın ününü istanbul’da duymayan yoktu. Vezirler, elçiler, padişaha armağan etmek için Toroğlu’na başvurdukça, o fiyatını artırıyordu. Muhsin Çelebi bu ünlü kaftanı nasıl alacağını anlattı:
– Çiftliğimle mandıramı ve evimi rehine vereceğim. Tüccarlardan on bin altın borç toplayacağım, iki bin altını atlarla hizmetkârlara harcayacağım. Geriye kalan sekiz bin altınla da bu kaftanı alacağım.
Sadrazam bu davranışı uygun bulmadı:
– Geldikten sonra bu kaftan senin işine yaramaz. Yalnız bir gösteriş aracıdır. Mallarını elinden çıkaracaksın. Yoksul düşeceksin.
– Hayır, sekiz bin altına alacağım kaftanı altı ay sonra Toroğlu benden yedi bin altına geri alır. Yedi bin altınla ben çiftliğimi rehinden kurtarırım. Geri kalan borçlarımı ödeyemezsem, varsın babamın yadigâr bıraktığı mandıram devlete feda olsun… Devletten hep alınmaz ya… Biraz da verilir!
Muhsin Çelebi’yle konuştukça sadrazamın şaşkınlığı artıyordu. Yüreği rahatladı. işte küstah, türedi bir hükümdara haddini bildirmek için gönderilecek uygun bir adam bulunmuştu. Gülüyor, ağır ağır kavuğunu sallıyordu. Divanın nazik, korkak, hesapçı çelebileri canlarıyla mallarını çok severlerdi. Bunlardan biri elçi gönderilse, devletinin onurundan çok alacağı bağışı düşünerek, kendisine yapılan her hakareti kabul edecekti. Sadrazam, Muhsin Çelebi’yi yemeğe alıkoymak istedi. Başaramadı, giderek onu ta sofaya kadar uğurladı.
… Altı ay içinde Muhsin Çelebi büyük çiftliğini, mandırasını, evini, dükkânlarını, bahçesini, bostanını rehine koydu. Tüccarlardan para topladı. Atlarını düzdü. Bunların hepsi gerçekten eşi görülmedik derecede göz alıcıydı. Dönüşte yedi bin altına iade etmek koşuluyla Toroğlu’ndan ünlü Pembe incili Kaftanı da aldı. Genç karısıyla iki küçük çocuğunu akrabasından birinin evine bıraktı. Altı aylık nafakalarını ellerine verdi. Sonra padişahın mektubunu koynuna koyarak yola düzüldü. Konak konak ilerledikçe bu yeni elçinin gösterişi, zenginliği, hele incili kaftanının ünü bütün Anadolu’dan geçerek Şah ismail’in ülkesine ulaşıyordu. Muhsin Çelebi bir gün Tebriz Kalesi’ne büyük bir gösterişle girdi. Bu küçük başkentin, süse, zenginliğe, renge, süs eşyasına tutkun halkı, istanbul elçisinin kaftanını görünce şaşırdı. Kent, saray, bütün encümenler kaftanın hikâyesiyle doldu. Şah ismail, “Pembe inci”yi yalnız masallarda işitmiş, daha nasıl şey olduğunu görmemişti. Kendisinin daha görmediği şeye sahip olan bu zengin elçiye karşı içinden derin bir kin duydu. Onu hakareti altında ezmeye karar verdi. Huzuruna kabul etmezden önce tahtının arkasına cellatları hazırlattı. Tahtının önündeki ipekli kumaştan şilteleri, ipek seccadeleri kaldırttı. Sağında vezirleri, solunda savaşçıları duruyorlardı.
Muhsin Çelebi, geniş somaki kemerli açık kapıdan rahat adımlarla girdi. Yürüdü. Başı her zamanki gibi yukarda, göğsü her zamanki gibi ilerideydi. Koynundan çıkardığı padişah mektubunu öptü. Başına koydu. Sonra altın tahtın üstüne -allı, yeşilli, mavili, morlu ipek yığınlarına sarılmış, sarmalarla, tuğlarla, sancaklarla çevrelenmiş- garip bir yırtıcı kuş sessizliğiyle tünemiş şaha uzattı. Ayağı öpülmeyen şah kızgınlığından sapsarı kesildi. Gözlerinin beyazları kayboldu. Mektubu aldı. Muhsin Çelebi, tahtın önünden çekilince şöyle bir çevresine baktı. Oturacak bir şey yoktu. Gülümsedi. içinden, “Beni zorla ayakta, saygı duruşunda tutmak istiyorlar galiba…” dedi. Bir an düşündü. Bu harekete nasıl karşılık vermeliydi? Hemen sırtından Pembe incili kaftanını çıkardı. Tahtın önüne yere serdi. Şah ismail, vezirleri kumandanları aptallaşmışlar, şaşkınlık içinde bakıyorlardı. Sonra bu değerli kaftanın üzerine bağdaş kurdu. Dev, ejderha resimleri işlenmiş sivri kubbeyi, yaldızlı kemerleri çınlatan gür sesiyle:
– Mektubunu verdiğim büyük padişahım. Oğuz Kara Han soyundandır! diye haykırdı. Dünya yaratıldığından beri onun atalarından kimse kul olmamıştır. Hepsi padişah, hepsi hakandır. Ataları doğuştan beri hükümdar olan bir padişahın elçisi, hiçbir yabancı padişah karşısında divan durmaz. Çünkü dünyada kendi padişahı kadar soylu bir padişah yoktur… Çünkü…
Muhsin Çelebi Türkçe olarak bağırdıkça; Türkçe bilmeyen şah kızıyor, sararıyor, morarıyor, elinde heyecandan açamadığı mektup tir tir titriyordu… Tahtının arkasındaki cellatlar kılıçlarını çekmişlerdi. Muhsin Çelebi bağırdı, çağırdı. Danışmanlar, vezirler, cellatlar, savaşçılar hükümdarlarının sabrına, buna dayanmasına şaşıyorlardı. Hatta içlerinden birkaçı mırıldanmaya başladı. Muhsin Çelebi sözünü bitirince izin filan istemedi, kalktı. Kapıya doğru yürüdü. Şah ismail taş kesilmişti. Çaldıran’da kırılacak olan gururu, bugün bu tek Türk‘ün ateş bakışları altında erimişti. Muhsin Çelebi dışarı çıkarken, kendi gibi şaşkınlıktan donan nedimelerine:
– Şunun kaftanını veriniz! dedi.
Savaşçılardan biri koştu. Tahtın önünde serili kaftanı topladı. Türk elçisine yetişti:
– Buyurun, kaftanınızı unuttunuz.
Muhsin Çelebi durdu. Güldü. Çıktığı kapıya doğru dönerek şahın işiteceği yüksek bir sesle:
– Hayır, unutmuyorum. Onu size bırakıyorum. Sarayınızda büyük bir padişah elçisini oturtacak seccadeniz, şilteniz yok… Hem bir Türk, yere serdiği şeyi bir daha arkasına koymaz… Bunu bilmiyor musunuz? dedi.
Geçtiği yollardan gece gündüz dört nala döndü. Üsküdar’a girdiği zaman, Muhsin Çelebi’nin cebinde tek bir akçe kalmamıştı. Süslü hizmetkârlarına dedi ki:
– Evlatlarım! Bindiğiniz atları, haşaları, takımları, üstünüzdeki giysileri, belinizdeki değerli taşlarla süslü hançerlerinizi size bağışlıyorum. Bana hakkınızı helal ediyor musunuz?
– Ediyoruz… Ediyoruz…
– Anamızın ak sütü gibi.
Karşılığını alınca onları başından savdı. Derin bir soluk aldı. Evine uğramadan, deniz kıyısına koştu. Bir kayığa atladı. Sadrazamın konağına gitti. Mektubu şaha verdiğini, hiçbir hakarete uğramadığını, şahın iznini bile almaksızın habersizce kalkıp istanbul’a döndüğünü söyledi. Zaten sadrazam, onun görevini hakkıyla yerine getireceğine son derece güveniyordu. Yollar, derebeyleri, aşiretlerle ilgili bazı şeyler sordu. Çelebi kalkıp çekileceği zaman:
– Ben satın almak istiyorum oğlum, kaftanın burada mı? dedi.
– Hayır, getirmedim.
– Acemistan’da mı sattın?
– Hayır, satmadım.
– Çaldırdın mı?
– Hayır.
– Ya ne yaptın?
Sadrazam üsteledi, tekrar tekrar sordu. Kaftanın ne olduğunu bir türlü anlayamadı. Muhsin Çelebi yaptığıyla övünecek kadar küçük ruhlu değildi. O akşam Üsküdar’a döndü. Ertesi gün yedi bin altını geri almak için kendisini bulan sırmakeş Toroğlu’na da, kaftanı ne yaptığını söylemedi. Meraklı istanbul’da hiç kimse, ünlü “Pembe incili Kaftan”ın “Nasıl, nerede, niçin” bırakıldığını öğrenemedi. Tebriz Sarayı’ndaki serüven, tarihin karanlığına karıştı, sır oldu. Ama eski zengin Muhsin Çelebi, bu kaftan için girdiği borçları verip, çiftliğini, mandırasını, iratlarını rehinden kurtaramadı. Elçilikten yadigâr kalan atıyla değerli taşlarla süslü takımını satıp, Kuzguncuk’ta minimini bir bahçe aldı. Onu ekip biçti. Çoluğunun çocuğunun ekmeğini çıkardı. Ölünceye kadar Üsküdar Pazarı’nda sebze sattı. Pek yoksul, pek acı, pek yoksun bir hayat geçirdi. Ama yine de ne kimseye boyun eğdi, ne de bütün servetini bir anda yere atmakla gösterdiği fedakârlık üzerine gevezelikler yaparak, boşu boşuna övündü.
Merhum Allame Eminî (el-Gadir kitabının yazarı) Gadir-i Hum hadisesini ve hadisini islam kaynaklarından derlemek maksadıyla birçok islam ülkesine yolculuklar yapmış, çeşitli şehirlerde çok sayıda Müslüman âlimlerle görüşmüş ve toplantılara katılmıştır.
Ehlisünnet'in yoğunlukta olduğu şehirlerden birine yaptığı bir yolculukta, Sünnî âlimler Allame'nin şehirlerine gelişinden haberdar olurlar. Bunun üzerine bir araya toplanıp Allame Eminî'yi bir akşam yemeğine davet etme kararı alırlar. Davetlerini ilettiklerinde Allame ilk başta reddetse de aşırı ısrarları sonucu onları kırmaz ve sadece akşam yemeğini birlikte geçirmek şartıyla daveti kabul eder. Yemekten sonra mecliste bulunan 70-80 Sünnî hadis hafızlarından biri Allame Eminî'ye bazı sorular sormak ve bir nevi tartışma ortamı yaratmak ister. Allame ise buraya sadece yemek için geldiğini ve tartışmalı konulara girmeyeceğini söyler. Fakat onlar, en azından meclis bereketlensin, kalpler nurlansın diye herkesin bir hadis okumasında ısrar ederler, böylece herkes sırayla bir hadis okur...
Sıra Allame Eminî'ye geldiğinde herkesten, hadisin senedinin sahih veya geçersiz oluşu konusundaki görüşünü dile getirmesine dair söz alır. Kabul ettiklerinde ise Resulullah'ın (s.a.a) şu hadisini okur: "Kim zamanının imamını tanımadan ölürse cahiliye ölümü üzere ölmüştür." (Sahih-i Müslim, c.6, s.22; Müsned-i Ahmed bin Hanbel, c.4, s.96)
Mecliste bulunan âlimlerin hepsinden hadisin sahih olduğuna dair itiraf aldıktan sonra da, "Şimdi size bir sorum var." der: "Acaba Peygamberimizin (s.a.a) kızı Hz. Fatıma (a.s) babası vefat ettikten sonra kendi zamanının imamını tanıyor muydu, tanımıyor muydu? Eğer tanıyor ve kabul ediyordu ise, imamı kimdi?"
Yaklaşık 20 dakika kimseden ses çıkmaz. Herkes sessizliğe bürünmüştü. Başları aşağıda derin bir düşünceye dalmışlardı; verecek cevapları yoktu çünkü. Ardından da bir bir meclisi terk etmeye başlarlar.
Galiba şunu düşünüyorlardı: Eğer Hz. Peygamber'den (s.a.a) sonraki o üç aylık veye Ehlisünnet'e göre altı aylık dönemde imamını tanımıyordu desek, Fatıma'nın cahiliye ölümü üzere öldüğünü söylememiz gerekir. Hâlbuki o, cennet kadınların efendisidir ve cahiliye ölümü üzere ölmesi imkânsızdır. Yok, eğer kendi zamanının imamını tanıyordu desek, bu da doğru değil; çünkü Sahih-i Buharî'de Aişe'den naklen Fatıma'nın (s.a), ölene kadar Ebu Bekir'den uzaklaştığı, ondan razı olmadığı ve eşi tarafından geceleyin gizlice defnedildiği yazılır. (Sahih-i Buharî, c.5, s.82-83; c.8, s.3; c.4, s.42)
Ayrıca Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu da biliyorlardı: "Fatıma benim bir parçamdır, kim onu öfkelendirirse beni öfkelendirmiştir." (Sahih-i Buharî, c.4, s.210)
Bir dağ köyünde, tek başına yaşayan hamile bir kadın varmış. Günün birinde kadın, dağda yaralı bir gelincik bulmuş. Vahşi bir hayvan olmasına rağmen, gelinciği çekinmeden evine götüren kadın, onu iyileştirmiş ve evinde beslemeye başlamış. Zamanla gelincik uysallaşmaya başlamış, öyle ki artık kadının yanından hiç ayrılmıyormuş. Birkaç ay sonra kadının bebeği doğmuş. Hem eviyle ilgilenmekle hem de bebeğine bakmakta oldukça zorlanan kadın, bir gün, kısa bir süreliğine de olsa evden uzaklaşmak zorunda kalmış. Günün ilerleyen saatlerinde eve dönen kadın; kapının önünde ağzı kanlı bir şekilde duran gelinciği görmüş. Gelinciğin, bebeği ile evde yalnız kaldığını hatırlayan kadın çıldırmışçasına gelinciğe saldırmış ve onu oracıkta öldürmüş. Ancak tam o sırada, içeriden bebeğin ağlama sesini duymuş. Hızla bebeğinin odasına giren kadın, beşiğin içindeki bebeği ve bebeğin yanı başında duran, gelincik tarafından parçalanmış yılanı görmüş. Anlayacağınız vahşi gelincik kadına olan vefa borcunu ödemiş.
yalnızım, asiyim, sert çıkışırım, hakkımı yedirtmem, korkusuzum, içimdeki yalnızlığa ulaşmasınlar diye dışım ile bir olduğunu anlatıyorum, kalabalığın arasına dalıyorum, eğlence parkındayım, lunapark adı, bana zarar veren şeyleri hiç sevmem, zarar verme ihtimali olan araçlara binemem ben, çarpışan arabaya bineceğim sıra bekliyorum, dört yabancı uyruklu hak yiyen, akşam akşam en sinirimi bozan şey, uyardım hepsini, dinlemediler beni, sert de çıkışmıştım aslında, beni kaale almadılar, onlara o sırayı yar etmeyecektim, sıra bize geldi, dörtlü ve bana, bizden biletleri alacak olan gence anlattım, sanki dünyayı kurtarıyordum, anladı beni, gönderdi hepsini en arka sıralara, nasıl bindim ama arabaya bir görseniz, çocuk benden bilet almak istemedi, alacaksın, kimsenin hakkına giremem dedim, aldı sonunda, o da bindi çarpışan arabaya, sürekli bana çarptı, anlam veremedim, iner inmez arkadaşıma anlattım, çocuğun yüzüne bile bakamadım utandım, hep geldim o parka, sürekli birbirimize bakıyorduk, sonra gelmemeye başladım, unuttum çocuğu haliyle, gelmememin tek sebebi kalbi olmayan birini sevmeye çalışmamdı, bayram geldi, herkes akın akın o parka gidiyordu, biz de gittik, arkadaşım ve ben, bindik bir kaç alete, sıra gondola geldi, ben korkuyorum tabii binmedim, o çocuk, onunla bir an göz göze geldim, hatırladım onu, muhtemel o da beni hatırladı, kitlendi bana, parktan ayrılana kadar bana baktı, insanım sonuçta o gece onu düşünmeden edemedim, ertesi gün yine gittik, bu sefer hayatımın en mutlu gününü yaşayacağımı nerden bilebilirdim ki, ondan kaçtım ama o bir şekilde benimle konuşmayı başardı, yenilmiştim, korkusuz olmaya çalışan kız kaçıyordu, tanıştım o çocukla, şu ana kadar 8 kez gördüm, 3 kez buluştuk, bu gerçek hikayenin burada kalmasını istedim ve yazdım, yirmi dört ağustos iki bin on sekiz.
bu geceki hikayemiz, tam 14 asır önce yazılmış eski bir hikaye kitabından alıntıdır. uyumanıza yardımcı olacağını umuyorum.
Firavun, "Eğer benden başka bir ilâh edinirsen, andolsun seni zindana atılanlardan ederim."
Mûsâ, "Sana apaçık bir delil getirmiş olsam da mı?" dedi.
Firavun, "Doğru söyleyenlerden isen haydi getir onu," dedi.
Bunun üzerine Mûsâ, asasını attı, bir de ne görsünler, asa açıkça korkunç bir ejderha olmuş.
Elini koynundan çıkardı, bir de ne görsünler, bakanlara bembeyaz olmuş. (Ya allah Süpanallah bak sen şu işe)
Firavun, çevresindeki ileri gelenlere, "Şüphesiz bu, bilgin bir sihirbazdır" dedi.
"Sizi, yaptığı sihirle, yurdunuzdan çıkarmak istiyor. Ne dersiniz?"
Dediler ki: "Onu ve kardeşini alıkoy. Şehirlere de toplayıcı adamlar gönder."
"Sana bütün usta sihirbazları getirsinler."
Böylece sihirbazlar, belli bir günün belirlenen bir vaktinde bir araya getirildiler.
insanlara da "Siz de toplanır mısınız?" denildi.
"Umarız, üstün gelirlerse sihirbazlara uyarız" (dediler.)
Sihirbazlar gelince, Firavun'a, "Eğer biz üstün gelirsek, gerçekten bize bir mükâfat var mı?" dediler.
Firavun, "Evet, hem o takdirde mutlaka bana yakın kimselerden olacaksınız" dedi.
Mûsâ onlara, "Hadi ortaya atacağınız şeyi atın" dedi.
Bunun üzerine onlar iplerini ve değneklerini attılar ve "Firavun'un gücüyle elbette bizler üstün geleceğiz" dediler.
Mûsâ da asasını attı. Bir de ne görsünler, asa onların düzdükleri sihir takımlarını yutuyor.
Bunun üzerine sihirbazlar derhal secdeye kapandılar.
"Âlemlerin Rabbine inandık" dediler.
"Mûsâ'nın ve Hârûn'un Rabbi'ne."
Firavun, "Ben size izin vermeden ona inandınız ha? Mutlaka o, size sihri öğreten büyüğünüzdür. Yakında bilip göreceksiniz siz! Andolsun, ellerinizi ve ayaklarınızı çaprazlama keseceğim ve hepinizi asacağım" dedi.
Sihirbazlar şöyle dediler: "Zararı yok, mutlaka Rabbimize döneceğiz."
(Burada) ilk inananlar biz olduğumuz için şüphesiz Rabbimizin, hatalarımızı bağışlayacağını umuyoruz.
Hani Laf mı sokuyor yoksa normal mi konusuyor diye düşündüğümüz insanlar vardır.
Şuna benzer şiir gibidirler hayatımızda.
Azm-ü hamam edelim,sürtüştürem ben sana,
Kese ile sabunu,rahat etsin cism-ü can..
Lal-ı şarab içirem ve ıslatıp geçirem,
Parmağına yüzüğü,hatem-i zer drahşan..
***
Eğil eğil sokayım,iki tutam az mıdır?
Lale ile sümbülü kahkülüne nevcivan..
***
Diz çökerek önüne ılık ılık akıtam,
Bir gümüş ibrik ile destine ab-ı revan..
***
Salınarak giderken arkandan ben sokam,
Ard eteğin beline,olmasın çamur aman..
***
Kulaklarından tutam,dibine kadar sokam,
Sahtiyandan çizmeyi,olasın yola revan..
***
Öyle bir sokayım ki,kalmasın dışarda hiç,
Düşmanın bağrına,hançerimi nagehan..
***
Eğer arzu edersen ben ağzına vereyim,
Yeterki sen kulundan lokum iste her zaman..
***
Herkeze vermektesin,birde bana versene
Avuç avuç altını,olsun kulun şaduman..
***
Sen her zaman gelesin,ben Vehbi'ye veresin,
Esselamun aleyküm ve aleykümüsselam...
Hah işte bu insanların amına koyayım ben. Direk kafa göz dalın, ağız burun bırakmayın.
Bakın size, anlarsanız(!) eğer tokat gibi inecek bir hikaye anlatmaya çalışayım.. Vakti zamanında bir adam, bir başka binayla paylaştığı bahçesi olan bir evde yaşarmış.. Bahçeler ortak, binalar ayrı.. Adam evinde işiyle o kadar meşgul ki, bir kez bile bahçeye dönüp bakmamış, bahçe çer çöpten, ölmüş bitkilerden, tenekeden geçilmiyormuş.. Bir gün yan binaya bir kadın taşınmış, kadın evindeki ve kendi diğer işlerini bitirince bahçe dikkatini çekmiş ve bahçesini düzeltmeye karar vermiş.. Kadın kendi tarafındaki ölmüş bitkileri toplamış, yenilerini ekmiş, çimler sermiş.. Bir kaç haftaya kendi bahçesi mis gibi olmuş.. Kendi tarafı bittikten sonra, yan tarafın halini görüp burayı böyle bırakmayayım diye düşünerek adamın tarafını da düzenlemeye başlamış.. Aynı kendi bahçesi gibi cennete çevmiş; rengarenk çiçekler, yemyeşil ağaçlar.. Şans eseri bunu camdan gören adam bahçeyi çok beğenmiş ve bahçeden çok memnun yaşamaya devam etmiş.. Bir kaç gün sonra kadın yeniden bahçeye çıkarak bahçeye farklı şeyler ekmek istemiş.. Kendi tarafına da adamın tarafına da farklı farklı ağaçlar dikmiş.. Adamın kendi tarafına şeftali ağacı edildiğini görünce öfkeden deliye dönmüş.. Bu adamın hayatta en nefret ettiği şey şeftaliymiş meğer.. Derhal kapısına dayanmış kadının.. Bugüne kadar bir kez bile iletişim halinde olmadığı bu kadına hemen o ağacı ordan sökmesini söyleyerek bağırıp çağırmış.. Kadın üzülmüş fakat sessiz sedasız ağacı söküp atmış.. Madem istemiyor bir daha da ilgilenmem bahçeyle diyip asla adamın tarafına ilişmemiş.. Adamın bahçesi bir kaç hafta içinde yeniden çöplüğe dönmüş.. Gelelim ana temaya; hepiniz hikayeyi okur okumaz adamın ne kadar kaba olduğunu düşünüp, insan bir teşekkür eder falan dediniz.. Fakat sınırlar.. Bahçede bir çit ya da benzeri bir şey yoktu.. Adam teşekkür edebilirdi ama rica etmemişti ki.. Kimse istemedikçe birinin bahçesine girmeye ve sırf siz istediniz diye düzenleyip teşekkür beklemeye hakkınız yok.. Biz de insanların hayatlarına çok burnunu sokan, kimse istemeden bir şeyler deneyen ve teşekkür bekleyen insanlardık.. Ama haklılar, çünkü istemediler.. insanların bahçelerinden çıkın arkadaşlar..