ÇIRILÇIPLAK BiR NiLÜFER...
Olduğum her şey olmaktan vazgeçiyorum...
Ve işte kendimi soyuyorum.
Türk değilim, müslüman değilim, sünni değilim, erkek değilim, kırk üç yaşında değilim, hiçbir meslekten değilim.
Olduğum her şeyi olmaktan utanıyorum.
Olduğum her şey olmaktan vazgeçiyorum ve onların yerine başka şey de olmuyorum.
Sonsuz bir nehirde hiçliğe akan köksüz ve kızıl bir nilüfer gibi çırılçıplak akıyorum.
Ve hep aynı şeyi soruyorum: Kendime kavuşabilmek için kendimden ne kadar soyunmalıyım?
Siz kendinize kavuşabilmek için kendinizden ne kadar soyunmalısınız?
Türk, Kürt, Müslüman, Alevi, Sünni, Yahudi olarak ne kadar kendinizsiniz?
Ne kadarınızı televizyon ve gazete haberleri oluşturuyor.
Olduğunuz şeyler sizi kendiniz mi yapıyor, yoksa ruhunuzla teniniz arasındaki o büyük engelleri mi oluşturuyor taşıdığınız sıfatlar?
Hepimizin gözlerinde biriken o ortak hüzün, ortaklaşa taşıdığımız bir yorgunluğun sırtımıza yüklediği çaresiz keder değil mi?
Ve artık kendimizden, yorgunluğumuzdan ve çaresizliğimizden soyunmamız gerekmiyor mu biraz?
Hepimiz bir sürüye sığınan zavallı bir kuzu ve hepimiz bir sürünün parçası olmanın verdiği cesaretle bir kurt değil miyiz ve hep kendi kendimizi yemiyor muyuz?
Kendinizden, olduğunuz şeylerden ve köklerinizden soyunmaktan korkuyor musunuz?
Soyunup çırılçıplak, köksüz ve kızıl bir nilüfer gibi hiçliğe akmak istemez misiniz?
Geçmişinizi, geleceğinizi ve anılarınızı bir anda reddetmek ve geriye eğer bir şey kalırsa, yalnızca o olmak.
Kızıl ve köksüz bir nilüfer çiçeği...
Çırılçıplak bir ruh, çırılçıplak bir zevk, çırılçıplak bir istek, çırılçıplak bir şefkat, çırılçıplak bir şehvet, çırılçıplak bir acı.
Latinler, eskiden saatlerinin üzerine şöyle yazarlardı: "Hepsi yaralar, sonuncusu öldürür."
Öldüren sonuncuya kadar yaralana yaralana gitmek istemiyorum ben artık...
En azından ortak yaralar istemiyorum...
Yaralanacaksam benim kendi yaralarim olsun, öleceksem benim kendi ölümüm.
Bütün ortaklıklarımı yakıyorum...
Ortak olduğum her şey utandırıyor beni.
Turgenyev'i okumuyorsunuz, Lermontov'u okumuyorsunuz, Refik Halit'i, Halit Ziya'yı, Ece Ayhan'ı, ismet Özel'i, Nazım'ı, Necip Fazıl'ı, Fazıl Hüsnü'yü, Mallarme'yi, Poe'yu, Dickens'i okumuyorsunuz.
Neden sizinle ortak olacağız?
Dinimizden ve ırkımızdan dolayı mı?
Ayni dinden, ayni ırktan olduğumuz için mi başka dinden başka ırktan olanları öldüreceğiz?
Ben ırkımı ve dinimi artık kitaplardan ve yazarlardan seçiyorum.
Irkdaşlarım ve dindaşlarımı da aynı kitapları aynı yazarları sevenlerden...
Hacı Arif Bey'i birlikte dinlemiyoruz.
Fauret'nin Pavan'ını birlikte sevmiyoruz.
Ne ortaklığımız var sizinle?
Bütün antlaşmalarımı yırtıyorum, bütün savaşlarımı bitiriyor, bütün barışlarımdan vazgeçiyorum.
Başkalarını öldürdüğünüzden dolayı ortak coşkularda beni aramayın, kutlama törenlerinizde ben yokum.
Sizden yana değilim, başkalarından yana değilim, kendimden yana bile değilim.
Bütün köklerimden kesiyorum kendimi.
Bütün ortaklarımdan ayrılıyorum.
Sizi yaralayan dakikalarda yaralanmayacağım, sizi öldüren saatlerle ölmeyeceğim, kendi yaralarımı, kendi ölümlerimi kendim seçeceğim.
Kendi dakikalarımı, kendi saatlerimi, kendi zamanımı yapacağım.
Ortaklarımı satırlardan, dizelerden, notalardan başka yerde aramayacağım.
Sizin silahlarınızdan korkmuyorum...
Sizin korktuğunuz hiçbir şeyden korkmuyorum.
Kendi korkularımı kendim yeniden yaratıyorum.
Kendi sevinçlerimi, kendi acılarımı, ellene ellene lekelenmiş ortak sevinçlerle ortak acıların arasından seçmiyorum.
Sürünüzden ayrılıyorum, ne sizin kuzunuz, ne sizin kurdunuzum...
Sevgilerinizde de yokum...
Ortak sevgileriniz boğuyor beni.
Tek tek seviyorum, seçerek, ayırarak, tanıyarak seviyorum.
Köklerimden kopup, kıpkızıl ve köksüz bir nilüfer gibi çırılçıplak bir hiçliğe akıyorum...
Kaybolmuş çalgıcılar bana kantatlar çalıyorlar kıyılarda.
O müziği duyanlarla ortağım, Mahmut Yesari'nin ölümüne ağlayanlarla ortağım.
Kendine dökülen bir şelale gibi kendi öfkelerimi içiyorum.
Sizin öfkeleriniz bana uzak.
Ortak öfkelerin sıradan güvenliği içinde kendime sığınacak bir yer aramıyorum.