kapılar kapalı, dünya buzlu cam
uyuşmuş gözlerimin önünde
hayat akıp gidiyor hiç kımıldamadan
ikimizin yerine dinliyorum
sevdiğin şarkıları
siyah tişörtünü giyiyorum yatarken
gömleklerini, kazaklarını, kokunu
senin rüyalarını görüyorum ölür gibi uyurken
gün boyu elimde kahve fincanı
kapıyı açmıyorum
telefonlara çıkmıyorum
başını bekliyorum geleceği olmayan hatıraların
Sevgilim,
yetimim benim,
nasıl da kayıtsız gülüyorsun hayata
öldüğünden haberi yok fotoğraflarının Murathan Mungan
yarısı boş şu bardak yarası loş bir dünya eder
yarım yamalak peşim sıra ıslığım, sizin
sizin için donsuz dolaşan karıncalar, siz ellerimde
yarısı sönmüş şu mum yarası gümüş bi rüyaya bedel
sizin bu avuç içlerime kustuğunuz romantizma
yanım yatalak sustu mu peş peşe susan Moda sizin
sonsuz patika, doyumsuz duvar ve kaçak elmek
hatta küflü ekmek aşkına; ona gitmeli miyim
bu bardağı paramparça saplayıp boşluğa
şu yarayı cilalayıp pasparlak ki isliğim sizin
size ait onsuz dolduğum bacalardan siz ellerinizle
arsızca kazımış ve unutmuştunuz karasında günün sevişmelerinizi
sizin şu avuç içlerinizden hissetmeye başladığınız ter
ağır aksak nemlendirmişti tüm şehri
ki bodrum katlarından boşalmaya başlayan şu Kadıköy, yine sizin
sizlik, haz, ereksiyon sonrası sigarası, sahte viski
ve trafik lambaları zaten sizin ama benim niyetim içliğine
bir pornografik taşı gömüp de kırmızı kalbine ışığın,
ona gitmeli miyim
oysa sizin içiniz kabarmış, tamam. üç vakte beş vuruşluk şiir
yazacaksınız, anladım. şimdi tam mevsimi kediniz halıları batırdı
ve kızgınsınız. soluk borunuzda avaz avaz siktir çeken perinizi
siktir edip o son dizeyi imgeye everdiniz, şık oldu. mümkündür şairlik hep
sizin. bu ağaçlar, çiçekler, börtü böcek ve yazlık havuzu
avmler, galeriler, smokinler ve kardan adam sizin
ama ben katlayıp da ikiye şu baharı cebime koysam
kırsam, çıksam, koşsam koşsam nefes nefese ona gitmeli miyim
onun şu ensemde nefesi hoşuma gidiyor
bir tramvay durduk yere, piçliğine patlatıyor istiklali
bir sokak soğuğu önümü kesiyor, para istiyor
onu şarap korkan ağzımla öpüyorum
bütün her şeyimi ama her şeyimi sıkıştırdım göğsüme,
göğsümü unutup da metroda, ağzımı yüzümü düşürsem ve yalınayak
ona gitmeli miyim
güneşin bilmediğim, rüzgarın duymadığım, denizin susmadığı sizin
olmadığınız her tepede onu bekliyorum
bir yanımla bekliyorken bir yanımı koparıp da kendimden
ona gitmeli miyim
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı, yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi
Sevgilin bitkin kalmalı öpülmekten
Sen bitkin düşmelisin koklamaktan bir çiçeği
insan saatlerce bakabilir gökyüzüne
Denize saatlerce bakabilir, bir kuşa, bir çocuğa
Yaşamak yeryüzünde, onunla karışmaktır
Kopmaz kökler salmaktır oraya
Kucakladın mı sımsıkı kucaklayacaksın arkadaşını
Kavgaya tüm kaslarınla, gövdenle, tutkunla gireceksin
Ve uzandın mı bir kez sımsıcak kumlara
Bir kum tanesi gibi, bir yaprak gibi, bir taş gibi dinleneceksin
insan bütün güzel müzikleri dinlemeli alabildiğine
Hem de tüm benliği seslerle, ezgilerle dolarcasına
insan balıklama dalmalı içine hayatın
Bir kayadan zümrüt bir denize dalarcasına
Uzak ülkeler çekmeli seni, tanımadığın insanlar
Bütün kitapları okumak, bütün hayatları tanımak arzusuyla yanmalısın
Değişmemelisin hiç bir şeyle bir bardak su içmenin mutluluğunu
Fakat ne kadar sevinç varsa yaşamak özlemiyle dolmalısın
Ve kederi de yaşamalısın, namusluca, bütün benliğinle
Çünkü acılar da, sevinçler gibi olgunlaştırır insanı
Kanın karışmalı hayatın büyük dolaşımına
Dolaşmalı damarlarında hayatın sonsuz taze kanı
Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var:
Yaşadın mı büyük yaşayacaksın, ırmaklara,göğe,bütün evrene karışırcasına
Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş bir armağandır
Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.
Saat On ikiyi Beş Geçiyordu Tuncel Kurtiz’in
sesinden
Zaman, can çekişirken,
Akrep yelkovan, arasında;
Bir adım öteye gidemezken geceden,
Ay, ışığını çekerken sinesine,
Yıldızlar çekilirken kuytu karanlıklara,
Hüzün, bakır bir çaydanlıkta demleniyordu,
Ve ben, son sigaramdaki dumanları da
hapsediyordum içime,
Saat on ikiyi beş geçiyordu.
Ekmek bıçağında dilimleniyordu ömrüm;
Masum, yalınayak çocukluğum;
Umudun kıyısından geçmeyen gençliğim,
Ulu orta seriliyordu, harami sofrasına,
Düş bahçelerim yağmalanıyordu,
Herkes payına düşeni alıp giderken.
Bütün kimsesizliğimle,
Bütün çaresizliğimle,
Bütün çıplaklığımla, kalıyordum karanlığın
koynunda;
Üşüyordum,
Tepeden tırnağa buz kesiyordu yalnızlık.
Saat on ikiyi beş geçiyordu.
Dişlerimle, şafağı sökmek isterken karanlığın
göğsünden;
Gün ağarıyordu saçlarıma,
Tel tel,
Raylarımdan çıkıyordum,
Vagonlarım kopuyordu bir biri ardına,
Savruluyordum,
Bir cinayete kurban gidiyordum,
Kaza süsü verilmiş,
Faili meçhul bir ölüm biçiyordu terzi
masasında,
Bir tabuta çivileniyordum.
Saat on ikiyi beş geçiyordu.