Mehmed Âkif'in çok yakın arkadaşı olan mithat cemal kuntay, Mehmed Âkif'in hayatını anlattıığı kitabında onun her ne olursa olsun sözünde duran biri olduğunu anlatırken, başlarından geçen bir olayı şöyle anlatır: "kendisi ile bir zaman benim evimde buluşmak üzere sözleştik. o fatih'te ben üsküdar'da otuyordum. yani bana gelmesi için kayıkla karşıya geçmesi gerekiyordu. ancak bana geleceği gün çok şiddetli bir yağmur yağıyordu. durmak da bilmiyordu. ancak her ne olursa olsun sözünü tutan bir adam olan âkif, bana gelmek üzere eminönü'ne geliyor. her kime söylediyse bu havada hiçbir kayıkçı karşıya geçemeyeceğini söylüyor. bunun üzerine elbiselerini bir çuvala koyup, iple de beline bağladıktan sonra yüzerek karşıya geçiyor. âkif iyi bir yüzücüydü. bazen eminönü'nden avcılar'a kadar yüzüp geri dönerdi. konuya dönecek olursak, karşıya yüzerek geçtikten sonra vaktinde yetişmek için evime geliyor. bense havayı gördükten sonra âkif'in bu havada gelemeyeceğini düşünürek yan taraftaki komşuma çay içmeye gitmiştim. eve gelip beni soruyor. evdekiler komşuya gittiğimi söyleyince sinirleniyor. geleceğimi bildiği halde neden burada değil diye söylenip geri gidiyor. bense komşumdan dönünce onun geldiğini öğrendiğimde hayret ettim. bu havada nasıl gelebildi diye düşündüm. birkaç gün sonra kendisini gördüğümde özür dilemek için yanına yaklaştım. ben hiçbir şey söylemeden bana sitem etti. sen verdiğin sözde durmaz mısın dedi. bense mahçup bir şekilde kendisinin o havada gelemeyeceğini düşündüğümü söyledim. o da bana ben birine söz verdikten sonra allah ölüm vermedikten sonra her ne olursa mutlaka o sözde duracağını söyledi. o gün onun sözüne ne kadar sadık birisi olduğunu bir kez daha anladım. aradan zaman geçtikten ve aramızı düzelttikten sonra kendisine karşıya nasıl geçtiğini sorduğumda yüzerek cevabını alınca âkif'in gözümdeki değeri ve ona olan hayranlığım bir kez daha arttı."
üç arkadaş var. bu üç arkadaş bir yaz günü yaya olarak yolculuk yapmak zorunda kalıyorlar. biri türk, biri kürt, diğeri de ermeni. ama ermeni olan aynı zamanda papaz. sıcak, bir süre sonra yolda susuyorlar. etrafta su yok. bağların olgun zamanı. "iki salkım üzüm yiyelim de ağzımız ıslansın," diye bir bağa giriyorlar. bağın sahibi bir türk ama onu görememişler. "kaç paraysa veririz," diyerek yemeye başlamışlar. bu sırada bağın sahibi gelmiş. bakmış üç kişi üzümünü yiyor. fena bozulmuş ama üç kişiyle de başa çıkamayacağını düşünmüş. birine bakmış, kıyafetinden ermeni ve papaz olduğu belli. diğerine bakmış, konuşmasından kürt olduğunu anlamış. üçüncüsü de türk.
dönmüş ermeni'ye, "bak bu adam türk, yesin malımı. benim kanımdandır. helali hoş olsun. bu da kürt'tür ama din kardeşimdir. sen niye yiyorsun benim üzümümü?" demiş. bu laf, üzerlerine sorumluluk yüklenmeyen türk ve kürt'ün hoşuna gitmiş. adam, papazı bir güzel dövmüş. kıpırdayacak hal bırakmamış, yere uzatmış. bağ sahibi biraz sonra kürt'e dönmüş. "müslüman'sın da niye sahipsiz bağa giriyorsun. bu adam benim kanımdan yediyse afiyet olsun, çünkü o türk'tür. kardeşimdir," diyerek bir güzel onu da dövmüş ve yere uzatmış. bu durum türk'ün hoşuna gitmiş. biraz sonra türk'e dönmüş ve "tamam anladık türk'sün, aynı kandanız, aynı dindeniz ama sahibi olmadan başkasının bağına girilir mi?" diyerek türk'e de vurmaya başlamış. türk yumrukla yere yuvarlanınca kürt'e dönmüş ve "biz," demiş "papazı dövdürmeyecektik".
sözlük yazarlarının geceye bıraktıkları hikayelerdir. gece değil ama bu başlığı açmak için 9 saat daha beklemek istemedim.
en sevdiğim hikayedir.
Mutluluğu kendinden vazgeçme olarak tanımlayan, umudu cennet olan bir rahip, serveti gördüğü her şeyi aşan bir prensle karşılaşmış.
Prensin çadırı dinlenmek amacıyla şehrin dışında kuruluymuş. Çadır çok kıymetli bir kumaştanmış. Hatta çadırı tutan çiviler bile altındanmış. Sade ve şatafatsız bir hayat sürmeyi savunan rahip, prense dünya varlıklarının geçici olduğunu, altın çadır çivilerinin anlamsızlığını, önemli olanın Tanrı' ya kulluk etmek olduğunu anlatmış. Diğer taraftan da kutsal yerlerin ne kadar ölümsüz ve görkemli olduğunu söylemiş.
Prens büyük bir ciddiyetle bunları dinlemiş. Rahibin elini tutmuş ve şöyle demiş:
"Benim için sözlerin yol gösterici "Dostum, benimle gel, kutsal yerlere yolculukta bana eşlik et."
Bu sözlerden sonra prens bir kez bile geriye bakmadan, yanına hiçbir şey almadan yola koyulmuş.
Rahip bu duruma şaşırmış,
"Prensim, kutsal yerlere gitme konusunda gerçekten ciddi misiniz? Eğer ciddiyseniz, gidip yanıma eşyalarımı ve paramı almak için beni bekleyin. Prens gülerek cevap vermiş:
"Ben servetimi, atlarımı, altınlarımı, çadırımı, uşaklarımı ve sahip olduğum her şeyi bıraktım. Senin ise eşyaların ve paran için geri gitmen gerekiyor."
Rahip, yine şaşkınlık içinde sormuş:
"Prensim, lütfen bana açıklayın, nasıl bütün servetinizi almadan gidebilirsiniz ?
Prens yavaş ama anlaşılabilir bir ses tonuyla şöyle söylemiş:
"Biz altın çadır çivilerini toprağa çaktık, kalbimize değil."