Bugün iki tane italyan kadın, tabi dil bilmediğimiz ve tercümana ulaşamadığımız için translate üzerinden anlaşıyoruz herneyse o kadar çok konuştular ki...
Gerçekten türklerle çok benzerler. Bir şeyi ebesinin kızlık zarına kadar soruyorlar. Tam bir "çene" ler. Sayelerinde ilk öğrendiğim kelime safran oldu. Onu da anlayana kadar bin türlü ihtimalin etrafında döndük. Çeviri safranı nasıl mızrak olarak algıladı. Biz niye "ne yapacak lan götüne mi sokacak." Diye çirkinleşip, gülüştük. Kadın konumuzla alakası yokken ne diye safran istedi asla bilmiyorum.
işten sonra bir yarım saat beynim italyanca konuştu. Kulaklarımdan dumanlar ve zafferanolar çıktı. ( evet ben bunu daha çoook kullanıcaaam.) Bu kadar yorulduğum bir gün illa ki olmuştur.
Ama bugün sırat köprüsüden geçiş gibiydi. Hala çok yorgunum. Yarın psikolojim bozuldu izni almayı düşünüyorum. Vermeyecekler biliyorum ama yine de şansımı denemek istiyorum. Ben babasının piremsesi olamadım ama koçişosunun kraliçesi olup ne zaman bu elem ve keder dolu amelelik hayatıma son vereceğim bilmiyorum. Konu buraya nasıl geldi asla bir fikrim yok. Mazur görün lütfen
Herneyse...
Vakti zamanında hamamda tek başına yıkanan yaşlı bir adam varmış.
Bir gün hz. Hızır, hamamda yalnız başına yıkanmaya çalışan bu ihtiyara yanaşmış ve:
+ ey ihtiyar, gençliğinde yaşlılara yardım etseydin şimdi gençler de sana yardım ederdi.
- Ben gençliğimde yaşlılara yardım ederdim ama zamane gençliği şimdiler de yardım etmez olmuş.
Bu sırada hz. Hızır as, ihtiyar adamın sırtını keselerken konuşmaya devam etmişler:
+ demek ki yaptığın yardımları içinden gelerek yapmamışsın. Allah'ın sevgisini kazanmamışsın. Yoksa ettiğin o hayrı neden görmeyeceksin ki?
- eğer yaptığımı Allah için yapmasaydım, onun sevgisini kazanmasaydım, Allah bugün benim sırtımı Hızır'a keseletir miydi?
Duyduğu bu laf karşısında çok şaşıran hz. Hızır, hamamdan sonra Allah'ın huzuruna çıkmış ve:
+ yüce rabbim, bana verdiğin seni sevenlerin listesinde o yaşlı adamın ismi yoktu. Bu nasıl olur?
- ey Hızır! biz, bizi sevenlerin listesini sana verdik.
Fakat bizim sevdiklerimizin listesi bizim yanımızdadır.
Rastgele bir numara çevirdim, genç bir kız açtı.
“Pardon devlet memuru musunuz?”
“Sapık mısın?”
“Hayır. Memur musunuz?”
“Değilim.”
“Güzel. Ben sapık değilim siz de memur değilsiniz. Peki o zaman bu şehrin en işlek caddesi neresi acaba? Herkesin bir gün mutlaka geçeceği cadde.”
“Ne bileyim, istiklal Caddesi herhalde. Sen kimsin?”
“Bu hayatta rastgele çevirdiği telefon numaralarında karşısına çıkan seslerden başka kimsesi kalmamış biriyim. Belki de ben senin şuuraltınım.”
“Kaç yaşındasın sen?”
“Beni boş ver. Konu ben değilim ki. Hiçbir zaman da olmadım. Asıl sen kimsin? Senin heyecanların neler, tutkuların neler, hayal kırıklıkların neler? Şu hayatta başın sıkıştığında ilk kimi ararsın? Seni karşılıksız seven insan kimdir, ne halt yersen ye seni bağrına basacak insan kimdir? Eğer böyle biri varsa bu akşam onu ara, halini hatırını sor bu vesileyle. Yoksa sen de bir gün benim gibi yapayalnız kaldığında, ufacık bir şeyi danışmak için bile arayacak kimseyi bulamazsın. Bu sözlerimi harcanmış yıllarımın manifestosu olarak kabul edebilirsin. Çünkü büyük bir tecrübeyle konuşuyorum, tecrübe ıstıraptır güzelim ve zannettiğinden çok daha fazla ıstırap çektim. istersen sonra yine araşalım, daha 64 dakika bedava konuşma hakkım var çünkü…
Bir gün bir kız bir oğlanı seviyormuş ama oğlan hiç pas vermiyormuş. Oğlanın kankası kıza çok iyi davranıyormuş enayi gibi kendini kullandırtıyormuş (aşıkmış). Kız da sevdiği oğlanı kıskandırmak için kankasına aşık rolü yapmış. Sevdiği oğlan da hiç kıskanmamış ve kızın kankasıyla sevgili olmuşlar. Kızın kankası ve kız kavga etmiş küsmüş. Oğlan ve oğlanın kankası da kavga etmiş. Oğlanın kankası esas kızı korumak için dayak yemiş komaya girmiş. Esas kız da komadaki oğlanı komaya sokan oğlana aşık olmuş evet bunu yapmış... Komadaki oğlan çıkmış (enayi) ve olaylar gelişmiş. Sonra türk dizisi senaristi bunlara teklifle gelmiş sizin hayatınızı dizi yapalım çok izlenir diye. Çok izlenmiş gerçekten.
Arkadaşlar bir gün bir kız varmış. Uzun zamandır kitap okumadığını fark etmiş. Allah allah hayatımda eksik olan bu muydu acaba demiş. Kitap okumaya başlamış. Eksikliğin yüzde otuzu gitmiş. Geri kalan eksikliğin sebebi ne acaba diye düşünmeye başlamış. Heh buldum, spor demiş. Ertelemiş şimdi kalkamazmış. Eh başka bir sebep daha olmalı demiş. Kaosmuş. Kaos istiyormuş kız.
akıl hastanesinin bahçesinde sigara içiyordum. merakımdan sanırım bir şekilde orada buldum kendimi. kendi hâlinde, oldukça normal davranan, yüz çizgilerinden kırklarında olduğunu düşündüğüm ve adamla göz göze geldik. ben birkaç defa kafamı çevirsem de o gözlerini üzerimden hiç çekmedi. kıyafetlerinden anladığım kadarıyla misafirdi burada. hasta demeye dilim varmıyor şimdi. önce biraz çekindim sonra cesaretimi toplayıp küçük adımlarla yaklaştım yanına.
sigara versene, dedi hemen.
sigarayı uzatırken neden buradasınız, demiş bulundum. sigarasını yaktı ve tekrar gözlerini dikti üzerime. kırpmıyordu bile, korkmadım desem yalan olur. iyi günler, diyerek uzaklaşmaya karar verdim. belki de yanlış bir soru sormuşumdur, ya da ne bileyim adam deliymiş demek ki diye geçirdim içimden.
sen neden burada değilsin, diye bağırdı arkamdan. öyle bir bağırdı ki arkamı dönmeye korktum. cinnetle bağırır gibi...
döndüm yüzümü, olduğum yerde yaklaşmadan baktım yüzüne. bu sefer sesini daha da yükselterek tekrarladı; "sen neden burada değilsin?" devam etti.
"onca sahtekarın, onca vicdansızın, onca ihanetin içerisinde durabilmeyi nasıl başarabiliyorsun? çocukların vurulduğu, çiçeklerin koparıldığı, sevgilerin harcandığı, umudun tükendiği, renksiz; yapay bir dünya var dışarıda. uyuşmadan uyum sağlayamadığım, gürültüsünden uyuyamadığım kirli, kibirli bir dünya var. çıkarları uğruna seni çakıyla son model bir arabayı çizer gibi çizecek binlerce insan var; kanını emecek bir sürü vampir. sana kullanılıp köşeye atılmış pis bir mendil gibi hisssetirecek bir sürü katil... sen neden burada değilsin?"
utnapiştim, tanrılar insanlara ceza vermeyi tartışırken kulağını duvara dayar ve onları dinler. tanrılardan bazıları itiraz etse de insanlığa bir felaket salmaya karar verirler. bunu duyan utnapiştim halkını uyarır. gemi yapmamız lazım seller bizi yutacak ama kimseyi inandıramaz. ona inananlarla bir gemi yapar ve inanlarla birlikte kurtulur.
Sıradan kendi halinde bir çiftçi olan Pahom, daha zengin bir hayatın hayalini kurmaktadır. Uzak bir yerlerde, cömert bir reisin karşılıksız toprak verdiğini duyunca, daha çok toprak elde etmek için reise gidip talepte bulunur. Gerçekten de Reis herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir. Pahom’a “Sabah güneşin doğuşundan batışına kadar katettiğin bütün yerler senin fakat güneş batmadan yeniden başladığın yere dönmen lazım. Yoksa bütün hakkını kaybedersin.” der.
Pahom güneşin doğuşuyla beraber başlar yürümeye. Tarlalar, bağlar, bahçeler geçer. Tam geri dönecekken gördüğü sulak bir araziyi es geçemez. Şu bağ, bu bahçe derken bakar ki güneşin batmasına az kalmış. Koşar, koşar, ama kesilir takâti. Halsiz adımlarla yürümeye devam ederken, Pahom’un burnundan kanlar damlamaya başlar. Tam başladığı noktaya yaklaşmışken, bir an yığılır yere ve bir daha kalkamaz.
Reis, atı üzerinde olanları yeis ile izlemektedir. Daha evvel kaç defa şahit olduğu hadise yeniden vuku bulmuştur. Adamlarına bir mezar kazdırır. Pahom’u defnederler. Reis Pahom’un mezarının başında durur ve hüzünle mırıldanır: “Bir insana işte bu kadar toprak yetiyor!”
Ve bazıları öyle bağlanır ki hayata, bu diyardan göçüp gideceği fikri zamanla yitip gider aklından...
Hz. isa’nın var gücüyle kaçtığını gören bir adam merak edip peşine düştü. Zar zor, nefes nefese ona yetişti ve sordu:
“Arkandan kimse kovalamıyor, neden böyle
kaçıyorsun?”
Hz. isa cevap vermeden yeniden kaçmaya başlayınca adam bağırdı:
“Peşinden gelecek takatim kalmadı. Allah rızası için dur da söyle, seni ne kaçırıyor, çok merak ettim.”
Hz. isa durdu ve adama yanına gelmesini işaret etti. Adam yaklaşınca,
“Evet, arkamdan kovalayan yok ama, biraz önce ahmağın birine rastladım, şimdi ondan kaçıyorum” dedi.
Adam, hayreti artmış bir şekilde sordu:
“Körlerin gözlerini, sağırların kulaklarını açan, topraktan kuşlar yapıp canlandıran, nefesinle ölüleri dirilten sen değil misin?”
Hz. isa,
“Evet, Allah’ın izniyle benim” dedi.
Adam:
“Peki bu kadar mucizeye sahipken korkman ve kaçman neden?”
Hz. isa cevap verdi:
“îsm-i Âzam’ı köre okudum, gözleri açıldı; sağıra okudum, işitmeye başladı; ölüye okudum, dirildi; cansıza okudum, canlandı. Fakat ahmağa okudum, fayda etmedi. Hatta tekrar tekrar okudum, hiç etkisi olmadı. Onu taşlar kadar hissiz, kumlar kadar verimsiz gördüm. işte ondan kaçmamın sebebi bu!”
Ahmaklık Allah'ın en büyük cezalarından biridir, belki her derdin devası vardır ama sıkıntı akılda, idrak kabiliyetinde olunca tedavi çok zordur. işte bu yüzden bazen kaçmak lazım dostlar...
Yaşlı adamın eşi evde tereyağı yapıyor, kocası ise her gün yakınlarındaki bakkala götürüp satıyor onunla geçiniyorlardı.
Bakkal, adamın getirdiği tereyağını hiç tartmıyordu.
Ancak bir gün “acaba” dedi, adam gittikten sonra tereyağını tartıya koydu, 900 gram olduğunu görünce çok öfkelendi ve “Yarın geldiğinde bunun hesabını sorar bir daha da ondan alışveriş yapmam” dedi.
Ertesi sabah yaşlı adam elinde tereyağı içeriye girdi, bakkal sert bakışlarıyla;
─ Bir daha senden tereyağı almayacağım, dedi.
Yaşlı adam üzülerek;
─ Efendim bir yanlışım mı oldu? Diye sordu çekinerek.
Bakkal;
─ Efendi senin bana verdiğin tereyağını tarttım 900 gram geldi ayıp değil mi bu yaptığın! dedi.
Yaşlı adam utanarak başını yere eğdi ve;
─ Efendim bizim terazimiz yok, sizden bir kilo şeker almıştık onu tartı olarak kullanıyoruz, dedi.
Bakkal utancından ne yapacağını şaşırdı.
Böyledir işte dünya…
Kime ne ağırlıkta kıymet verirsen o ağırlıkta kıymet bulursun.
derin sularin dalgalarinda bir firtinaya tutulacagiz birazdan. Sıkı tutun bana. Oyleki tek beden olmaliyiz seninle. Heyecandan ve o birazdan dalgalar arasinda sisip inen göğüs kafeslerimiz değsin birbirine.
Önce sen ısıt beni. Zira soguk bir suyun icinde hipotermi gecirecek kadar üşüyorum yalnizlikta. Sonra su ver dudaklarima dudaklarindan akip yerleşen. Sicagini ver tenin ve sehvetle birlesen bedenlerimizi tipki simdi baslayan firtinanin etkisi gibi ciglik cigliga bulalim. Nasilsa gececek firtina ve nasilsa dinecek sehvetimiz. Birak dalgalarin gemiye carpmasi gibi bizde birbirimizi hissedelim. Özlemle sarilan kollarimiz ve yanan bedenlerimizi kiyiya vurduğumuz da bulsunlar.
Oyle bir hasretle ic gozlerimi. Oyle sehvetle sömür bedenimi.
Kelimelerimi bir bir ilmekleyecegim bedenine. Sende gel bir igne bir de iplik... Varligini dikecegim yokoluncaya kadar yokluğunun uzerine...
Handan’ın kahverengi gözleri vardır. Handan’ın çok güzel kahverengi gözleri vardır. Handan’ın kocaman, çok güzel kahverengi gözleri vardır. Handan’ın kocaman, çok güzel kahverengi gözlerinin kuyruğunda beni vardır. Handan’ın gülerken belli olan gamzeleri vardır. Handan’ın ağlarken gözyaşlarının toplandığı gamzeleri vardır. Handan’ın siyah, düz saçları vardır. Bir de Handan’ın siyah, düz saçlarını arkaya atışı…
sakın okuma 18 + bir erkek akşam
okuldan gelir gelmez bilgisayarı
açmış.bilgisaya r acılır acılmaz
"annen öldü demiş".diger odaya
bakınca annesini ölü bulunmuş.
... ... annesini seytan ısırmıs bilgisayara
şeytan girmiş,eger sen annenin
ölmesini istemiyorsan 15 yere
paylaş özür dilerim mecburum...(ya
of bikere okudum okumasam
kesinlikle böyle birsey
yapmamsana okuma dedik dimi
yapıştırsimdi 15 yere.
“Gün gelecek Allah’a bana yaşattığı bu sıkıntılar için şükredeceğimi biliyorum” demişti bir arkadaşım. Belki de hayatının en zor günlerini yaşıyordu. Zorlukların insana ne kadar büyük dersler verdiğini uzun uzun konuşmuştuk. Bir acının öğrettiğini bin kahkahanın öğretemeyeceği üzerine birçok örnekler vermiştik o konuşmamızda.
Aradan iki yıla yakın bir zaman geçince arkadaşımın haklı çıktığını gördük. O günlerin acı görünen olaylarının, kendisine ne kadar büyük kapılar açtığını gördükçe “verdiğin acılar için sana şükürler olsun Allah’ım!” demeye başladı.
Gündüzleri fırsat buldukça bir araya geldiğimiz arkadaşıma o günlerde aşağıdaki hikayeyi yollamıştım. “Strese girenin imanından şüphe ederim!” başlıklı yazımı anlamayan ve/veya yanlış anlayan arkadaşlar umarım bu sefer beni doğru anlarlar.
Yaşlı kadın, bir antika dükkanından aldığı yüzyıllık fincanı özenle salon vitrinine yerleştirdi. Fincanın biçimi, üzerindeki işlemeler, renkler onun bir sanat eseri olduğunu söylüyordu. Ödediği fiyatı hatırladı; hayır, hiç de pahalıya almamıştı.
Hayranlıkla fincanı seyretmeye devam etti. Derken, birden fincan dile geldi ve kadına şöyle dedi;
“Bana hayranlıkla baktığının farkındayım. Ama bilmelisin ki, ben hep böyle değildim. Yaşadığım sıkıntılar beni bu hale getirdi.
Kadın şimdi hayret içindeydi. Önündeki kahve fincanı konuşuyordu!
Kekeleyerek: “Nasıl? Anlayamadım?” diyebildi yaşlı kadın.
“Demek istiyorum ki, ben bir zamanlar çamurdan ibarettim ve bir sanatkâr geldi. Beni eline aldı, ezdi, dövdü, yoğurdu. Çektiğim sıkıntılara dayanamayıp:
“Yeter! Lütfen dur artık!” diye bağırmak zorunda kaldım.
Ama usta sadece gülümsedi ve; “Daha değil!” diye cevapladı beni.
“Sonra beni alıp bir tahtanın üzerine koydu. Burada döndüm, döndüm, döndüm. Döndükçe başım da döndü. Sonunda yine haykırdım:
“Lütfen beni bu şeyin üzerinden kurtar. Artık dönmek istemiyorum!”
Ama usta bana bakıp gülümsüyordu:
“Henüz değil!”
“Derken beni aldı ve fırına koydu. Kapıyı kapayıp ısıyı arttırdı. Onu şimdi fırının penceresinden görebiliyordum. Fırın gitgide ısınıyordu. Aklımdan şöyle geçiyordu: Beni yakarak öldürecek”
Fırının duvarlarına vurmaya başladım. Bir taraftan da bağırıyordum:
“Usta usta! Lütfen izin ver buradan çıkayım!”
“Pencereden onun yüzünü görebiliyordum. Hala gülümsüyor ve “Daha değil!” diyordu.
“Bir saat kadar sonra, fırını açtı ve beni çıkardı. Şimdi rahat nefes alabiliyordum, fırının yakıcı sıcaklığından kurtulmuştum. Beni masanın üstüne koydu ve biraz boyayla bir fırça getirdi.
“Boyalı fırçayla bana hafif hafif dokunmaya başladı. Fırça her tarafımda geziniyor ve bu arada ben gıdıklanıyordum.
“Lütfen usta! Yapma, gıdıklanıyorum!” dedim. Onun cevabı ise aynıydı: “Henüz değil!”
“Sonra beni nazikçe tutup yine fırına doğru yürümeye başladı. Korkudan ölecektim. “Hayır! Beni yine fırına sokma, lütfeeen!” diye bağırdım.
Fırını açıp beni içeri iteleyip kapağı kapattı. Isıyı bir öncekinin iki katına çıkardı. “Bu sefer beni gerçekten yakıp kavuracak!” diye düşündüm. Pencereden bakıp ona yine yalvardım, ama o yine “Daha değil!” diyordu. Ancak bu defa ustanın yanaklarından bir damla gözyaşının yuvarlandığını gördüm.
“Tam son nefesimi vermek üzere olduğumu düşünüyordum ki, kapak açıldı ve ustanın nazik eli beni çekip dışarı çıkardı. Derin bir nefes aldım, hasret kaldığım serinliğe kavuşmuştum. Beni yüksekçe bir rafa koydu ve usta şöyle dedi:
“Şimdi tam istediğim gibi oldun. Kendine bir bakmak ister misin?”
Ona “Evet” dedim.
Bir ayna getirip önüme koydu. Gördüğüme inanamıyordum. Aynaya tekrar tekrar baktım ve “Bu ben değilim. Ben sadece bir çamur parçasıydım.”
“Evet bu sensin!” dedi usta. Senin acı ve sıkıntı diye gördüğün şeyler sayesinde böyle mükemmel bir fincan haline geldin.
Eğer seni bir çamur parçası iken üzerinde çalışmasaydım, kuruyup gidecektin.
Döner tezgahın üstüne koymasaydım, ufalanıp toz olacaktın.
Sıcak fırına sokmasaydım, çatlayacaktın.
Boyamasaydım, hayatında renk olmayacaktı.
Ama sana asıl güç ve kuvveti veren ikinci fırın oldu.
Şimdi arzu ettiğim her şey var üzerinde.”
Ve ben kahve fincanı, şu sözlerin ağzımdan çıktığını hayretle fark ettim:
“Ustam! Sana güvenmediğim için beni affet!
Bana zarar vereceğini düşündüm.
Beni benden fazla sevip iyilik yapacağını fark edemedim.
Bakışım kısaydı, ama şimdi beni harika bir sanat eseri yaptığını görüyorum.
Benim sıkıntı ve acı diye gördüğüm şeyleri bana verdiğin için teşekkür ederim…
Teşekkür ederim.
Usta fincanı, yaratıcı insanı şekillendirir. Yeter ki acıdaki hikmeti görelim. Kahrın da hoş, lutfun da hoş demesini bir öğrenebilsek.
alıntı.
anca hikayelerde olacak şeyleri de insanın yazası geliyor.
"orta doğu'da bir ülke varmış. insanları mutlu mesut yaşarmış. " kitlendim. bu kadarı bile çekici.