Yaşlı adamın eşi evde tereyağı yapıyor, kocası ise her gün yakınlarındaki bakkala götürüp satıyor onunla geçiniyorlardı.
Bakkal, adamın getirdiği tereyağını hiç tartmıyordu.
Ancak bir gün “acaba” dedi, adam gittikten sonra tereyağını tartıya koydu, 900 gram olduğunu görünce çok öfkelendi ve “Yarın geldiğinde bunun hesabını sorar bir daha da ondan alışveriş yapmam” dedi.
Ertesi sabah yaşlı adam elinde tereyağı içeriye girdi, bakkal sert bakışlarıyla;
─ Bir daha senden tereyağı almayacağım, dedi.
Yaşlı adam üzülerek;
─ Efendim bir yanlışım mı oldu? Diye sordu çekinerek.
Bakkal;
─ Efendi senin bana verdiğin tereyağını tarttım 900 gram geldi ayıp değil mi bu yaptığın! dedi.
Yaşlı adam utanarak başını yere eğdi ve;
─ Efendim bizim terazimiz yok, sizden bir kilo şeker almıştık onu tartı olarak kullanıyoruz, dedi.
Bakkal utancından ne yapacağını şaşırdı.
Böyledir işte dünya…
Kime ne ağırlıkta kıymet verirsen o ağırlıkta kıymet bulursun.
Rastgele bir numara çevirdim, genç bir kız açtı.
“Pardon devlet memuru musunuz?”
“Sapık mısın?”
“Hayır. Memur musunuz?”
“Değilim.”
“Güzel. Ben sapık değilim siz de memur değilsiniz. Peki o zaman bu şehrin en işlek caddesi neresi acaba? Herkesin bir gün mutlaka geçeceği cadde.”
“Ne bileyim, istiklal Caddesi herhalde. Sen kimsin?”
“Bu hayatta rastgele çevirdiği telefon numaralarında karşısına çıkan seslerden başka kimsesi kalmamış biriyim. Belki de ben senin şuuraltınım.”
“Kaç yaşındasın sen?”
“Beni boş ver. Konu ben değilim ki. Hiçbir zaman da olmadım. Asıl sen kimsin? Senin heyecanların neler, tutkuların neler, hayal kırıklıkların neler? Şu hayatta başın sıkıştığında ilk kimi ararsın? Seni karşılıksız seven insan kimdir, ne halt yersen ye seni bağrına basacak insan kimdir? Eğer böyle biri varsa bu akşam onu ara, halini hatırını sor bu vesileyle. Yoksa sen de bir gün benim gibi yapayalnız kaldığında, ufacık bir şeyi danışmak için bile arayacak kimseyi bulamazsın. Bu sözlerimi harcanmış yıllarımın manifestosu olarak kabul edebilirsin. Çünkü büyük bir tecrübeyle konuşuyorum, tecrübe ıstıraptır güzelim ve zannettiğinden çok daha fazla ıstırap çektim. istersen sonra yine araşalım, daha 64 dakika bedava konuşma hakkım var çünkü…
sözlük yazarlarının geceye bıraktıkları hikayelerdir. gece değil ama bu başlığı açmak için 9 saat daha beklemek istemedim.
en sevdiğim hikayedir.
Mutluluğu kendinden vazgeçme olarak tanımlayan, umudu cennet olan bir rahip, serveti gördüğü her şeyi aşan bir prensle karşılaşmış.
Prensin çadırı dinlenmek amacıyla şehrin dışında kuruluymuş. Çadır çok kıymetli bir kumaştanmış. Hatta çadırı tutan çiviler bile altındanmış. Sade ve şatafatsız bir hayat sürmeyi savunan rahip, prense dünya varlıklarının geçici olduğunu, altın çadır çivilerinin anlamsızlığını, önemli olanın Tanrı' ya kulluk etmek olduğunu anlatmış. Diğer taraftan da kutsal yerlerin ne kadar ölümsüz ve görkemli olduğunu söylemiş.
Prens büyük bir ciddiyetle bunları dinlemiş. Rahibin elini tutmuş ve şöyle demiş:
"Benim için sözlerin yol gösterici "Dostum, benimle gel, kutsal yerlere yolculukta bana eşlik et."
Bu sözlerden sonra prens bir kez bile geriye bakmadan, yanına hiçbir şey almadan yola koyulmuş.
Rahip bu duruma şaşırmış,
"Prensim, kutsal yerlere gitme konusunda gerçekten ciddi misiniz? Eğer ciddiyseniz, gidip yanıma eşyalarımı ve paramı almak için beni bekleyin. Prens gülerek cevap vermiş:
"Ben servetimi, atlarımı, altınlarımı, çadırımı, uşaklarımı ve sahip olduğum her şeyi bıraktım. Senin ise eşyaların ve paran için geri gitmen gerekiyor."
Rahip, yine şaşkınlık içinde sormuş:
"Prensim, lütfen bana açıklayın, nasıl bütün servetinizi almadan gidebilirsiniz ?
Prens yavaş ama anlaşılabilir bir ses tonuyla şöyle söylemiş:
"Biz altın çadır çivilerini toprağa çaktık, kalbimize değil."
derin sularin dalgalarinda bir firtinaya tutulacagiz birazdan. Sıkı tutun bana. Oyleki tek beden olmaliyiz seninle. Heyecandan ve o birazdan dalgalar arasinda sisip inen göğüs kafeslerimiz değsin birbirine.
Önce sen ısıt beni. Zira soguk bir suyun icinde hipotermi gecirecek kadar üşüyorum yalnizlikta. Sonra su ver dudaklarima dudaklarindan akip yerleşen. Sicagini ver tenin ve sehvetle birlesen bedenlerimizi tipki simdi baslayan firtinanin etkisi gibi ciglik cigliga bulalim. Nasilsa gececek firtina ve nasilsa dinecek sehvetimiz. Birak dalgalarin gemiye carpmasi gibi bizde birbirimizi hissedelim. Özlemle sarilan kollarimiz ve yanan bedenlerimizi kiyiya vurduğumuz da bulsunlar.
Oyle bir hasretle ic gozlerimi. Oyle sehvetle sömür bedenimi.
Kelimelerimi bir bir ilmekleyecegim bedenine. Sende gel bir igne bir de iplik... Varligini dikecegim yokoluncaya kadar yokluğunun uzerine...
Sıradan kendi halinde bir çiftçi olan Pahom, daha zengin bir hayatın hayalini kurmaktadır. Uzak bir yerlerde, cömert bir reisin karşılıksız toprak verdiğini duyunca, daha çok toprak elde etmek için reise gidip talepte bulunur. Gerçekten de Reis herkese istediği kadar toprak veren cömert biridir. Pahom’a “Sabah güneşin doğuşundan batışına kadar katettiğin bütün yerler senin fakat güneş batmadan yeniden başladığın yere dönmen lazım. Yoksa bütün hakkını kaybedersin.” der.
Pahom güneşin doğuşuyla beraber başlar yürümeye. Tarlalar, bağlar, bahçeler geçer. Tam geri dönecekken gördüğü sulak bir araziyi es geçemez. Şu bağ, bu bahçe derken bakar ki güneşin batmasına az kalmış. Koşar, koşar, ama kesilir takâti. Halsiz adımlarla yürümeye devam ederken, Pahom’un burnundan kanlar damlamaya başlar. Tam başladığı noktaya yaklaşmışken, bir an yığılır yere ve bir daha kalkamaz.
Reis, atı üzerinde olanları yeis ile izlemektedir. Daha evvel kaç defa şahit olduğu hadise yeniden vuku bulmuştur. Adamlarına bir mezar kazdırır. Pahom’u defnederler. Reis Pahom’un mezarının başında durur ve hüzünle mırıldanır: “Bir insana işte bu kadar toprak yetiyor!”
Ve bazıları öyle bağlanır ki hayata, bu diyardan göçüp gideceği fikri zamanla yitip gider aklından...