uykusuz alma sebebi oluyor çoğu zaman tek başına.
hayran olmadım ben hiçbir ünlüye. küçükken üç bej futbolcu posteri asardım odama, ünlülerle tüm ilişkim bu.
tam anlamıyla işte budur üstat demedim kimseciklere.
bu adam hariç.
kendimi durduracak değilim kitabını 2 defa okuduktan sonra artık yorum yapma isteğimi durduramadım. ve yazıyorum.
ya arkadaş, bi insan gündelik olanı çok garip bir şeymiş gibi bu kadar güzel anlatabilir mi?
tüm enerjisini kısacık bir cümleyle okuyana bu kadar güzel iletebilir mi?
her yazısını okuduktan sonra yanaklarını sıkıp, yerim ulan seni deme isteği uyanıyorum içimde, affola.
kitabında cosmopolitan kadınları'nı öyle bir tanımlamıştır ki, buyrun;
her şeyin iyelik ekiyle sonlandığı, tüm dünyanın müthiş ben dili yardımıyla onların çevresinde döndüğü, muhteşem cosmopolitan kadınları'nın dünyasına hoş geldiniz.
onlar kahve yerine kahvem demeyi çok seviyor. bildiğiniz kahve aslında, etiyopya'da günlüğü 1 dolara çalışan işçilerin ürettiği ve starbucks'ın bardağını ortalama 3 dolardan sattığı bir çeşit ofis içeceği. tabii, hiçbir cosmopolitan kadını'na etiyopya ve starbucks'ın aynı cümle içinde kullanıldığı bir saptama yapmamanız gerekir. böyle bir hata, kısılan gözler ve büzülen dudaklar arasında, zamanın ruhunu kavrayamayan asosyal bir anguda dönüşmenizle sonuçlanabilir...
yaşadığı olayları, başından geçen türlü badireleri olağanca içtenliğiyle çarpıtmadan anlatan uykusuz dergisi yazarı. günümüz dünyası insanı ve karakteristiğini, inceden inceye eleştiriyor. yazılarında daima bir aykırılık konusu var. bu da daha fazla olayı mercek altına alması demek oluyor. yazılarında günlük aktiviteleri ve şehir yaşantısı olaylarının etkilerini müthiş sürükleyici ve etkili bir şekilde okuyucusuna aksettiriyor. toplumun ikiliklerini, kargaşayı derinlere inerek anlatır. ufak bir hadiseyi son derece ehemmiyetli bir durumu getirmesi, sinekten yağ çıkardığının göstergesidir.
kati surette es geçilmemesi gereken yazar, her geçen hafta yeni bölümünü beklediğimiz bir dizi kadar bizi sabırsızlatandır.
9 eylül sayısında basketin pivotu kerem ve futbolun sağ beki adnan karşılaştırmasıyla beni benden almış insan.
--spoiler--
basketin pivot kerem'i, futbolun sağ beki adnan'ı her zaman geride bırakmıştır. kerim'in teri antrenman zamanları gri tişörtünün arkasında seksi bir üçgen oluştururken, adnan'ın teri tüm vücuda yayılarak sınırları belirsiz bir kokuya dönüşür. bunu her iki soyunma odasında takımda olmamama rağmen bulunma şerefine erişmiş biri olarak söylüyorum. kerem'le adnan'ın liseden sonra neler yaptığını bilmiyorum. kerem, bir plaza çalışanı olup basketi bırakarak, kulağında ipod'la koşu bandına yönelirken (teri mutlaka yine üçgendi), adnan'ın kaderi halı saha dolaylarında "iyi topçu" seviyesinde kalmış olmalı.
--spoiler--
ne dese inanırız, ne yazsa okuruz insanı. gerçekten bağımlılık yapıyor.
geçen hafta sevgilisinin Javier Bardem* hakkındaki eleştirilerinden bahsettikten sonra yazdığı minik ayet(!) gerçekten etkileyiciydi:
"Her kim ki bir insanı haddinden fazla kötülüyorsa, biliniz ki o, tam tersini düşünüyordur..."
okumaktan zevk alınan bir uykusuzdur kendisi. hayata dair ince tespitleri vardır. insanları bulundukları ruh haline göre adlandırması da takdire şayandır.
bayıralarak okuyoru'z'.
--spoiler--
Doktor, "çok alkol alıyor muyuz?" diye sordu. çoğul konuşmayı seven insanlardan biriyle karşı karşıyaydım. sanki doktorla her gece beraber içiyormuşuz da, o bilincini kaybedip sabah ayılınca durumu bana soruyormuş etkisi yaratan bu çoğul soruya gülmek zorunda kaldım...
--spoiler--
5. ankara kitap fuarında tanıştığım dünya tatlısı uykusuz yazarı. efendim kendileri benim uykusuz alma sebebim bir buçuk yıldır. alıyorum, onun 'kendimi durduracak değilim' isimli köşesini okuyorum bir solukta. derginin geri kalanını daha sonra okumak üzere bırakıyorum bir köşeye. fuarda, diğer yazar ve çizer abilerimizin yanında bu kadar dürüst olmasam da ona bu hislerimi anlattım. karşılığında da 'kendimi durduracak değilim' kitabına afilli bir imza ve sevgi selam cümleleri aldım kendisinden. çok iyi bir yazardır vesselam.
--spoiler--
'' hayatı yaptığı diyetlerı kamuoyuna açıklamakla geçen Sibel Can, son diyetinde 7 kilo verdiğini açıkladı. Bu 7 kiloyla birlikte Sibel Can'ın son 7 yıldaki açıklamalarına göre verdiği kilo toplam 152'ye ulaştı. 7 yılda aşağı yukarı 2.5 Sibel Can'ın eriyip sonra tekrar oluşması üzerine yaşanan bu korkunç biyolojik döngü, her yaz olduğu gibi zayıflamak için Sibel Can'ın reçetesini bekleyen binlerce ev hanımını peşinden sürükledi"
--spoiler-- *
çok enteresan bi adam, sözlük yazarı olmasından şüpheleniyorum. eğer aramızdaysa kendini ifşa etsin lütfen.
yazılarını okuyunca sanki az önce yanıma gelmiş de anlatıp gitmiş gibi hissettiren uykusuz yazarı.
kendisiyle öncelikle arkadaşlıkla başlayan sonrasında evliliğe doğru emin adımlarla ilerleyen bir ilişkim olmasını istediğim yazar. evliyse sadece arkadaş da olabiliriz sorun değil, yan gözle bakmam emin olabilir. uykusuz'u alma sebebim. yazılarını sevdiğiniz bir yemeği ya da tatlıyı bitmesin diye yavaş yavaş ve sindire sindire yersiniz ya hah işte aynen öyle okuduğum insandır kendisi, hep yazsın.
köşesinin hem kendisi, hem de adı çok sevilen yazar kişisi. 'kendimi durduracak değilim. ' ki bu söylence ben ve uykusuz sever arkadaşlarım tarafından hep kullanılmıştır. bütün dergi bitirildikten sonra köşelere geçişte en sona bırakılan köşedir, çok sevilerek sindirilerek okunur. en son yazdığı bir yuva kurmaya hazır mısınız yazısına tarafımızdan bayılınmıştır. süperdir o süper.
havuzunda yaşıtlarının ortalığa yaydığı hangi oyuncağa el atsa, babası tarafından uyarılıyor: "rüzgar hayır! o bizim değil!" Oysa zavallı rüzgar'ın her şeyi kendine ait sasnması çok normal. sonuçta, her an herşeye sahip olma ihtimalimiz varmış hissi yaratan kapitalist bir düzende yaşıyoruz. rüzgar, çinli falan olsa, dudaklarını yuvarlatarak "hımm devletin olmalı" der, ikna olurdu. ya da küçücük değil de, ergenliğini ele almış, boru sesli bir genç olsa, "e o zaman ne bizim a..na koyim!" diyebilirdi. ama rüzgar henüz beş yaşında ve her beş yaşındaki insan evladı gibi kendini modern hayatın kuralları konusunda uyaran ebeveynlerinin aklıyla idare ediyor. bu normal çünkü rüzgar kendi aklıyla yaşasa içinden çıkamayacağı fantezilerin esiri olurdu. mesela kendisine kum havuzunda bir noktayı gösterip "bak rüzgar, burdan kazmaya başlar ve sürekli kazarsan dünyanın öbür tarafında senin yaşlarında ama başka bir dilde konuşan yaşıtlarına ulaşırsın, haydi başla!" desek, kazmaya başlar. üç kürek sonra "daha çok mu?" diye sorar, ama "yok rüzgarcım az kaldı" cevabını alınca da devam eder. böyledir çocuklar: umutlu, dirençli, neşeli ama az akıllı.
rüzgar kenar yönetiminden aldığı uyarılara rağmen başka çocukların oyuncaklarını almaya devam ediyor. çocuklar eşyalarını rüzgar'la paylaşmamak konusunda dirençli. biri hariç. oyuncaklarının yağmalanmasına ses çıkarmayan, malından bihaber bu çocuk benim oğlum. adı umut. aslında anlatacaklarım tam burada başlıyor. bu hikaye, parktaki çocukların olduğu kadar, bu çocukları üstten bir bakışla gözlerken işin içine kendi evladı girince bir anda sığlaşan bir babanın da hikayesidir.
bu çocuk neden böyle oldu bilmiyorum. oğlumun, büyük küreği alan rüzgar'a ses çıkarmayıp küçük kürekle işine devam etmesi, gani gönüllüğünden değil nezaketinden kaynaklanıyor. can sıkıcı olan bu nezaketin bazen eziklik sınırlarına dayanması. oğlum paylaşmasın demiyorum, paylaşsın ama hiç olmazsa küçük küreği versin rüzgar'a. bir baba ne kadar hümanist olursa olsun, şu acımasız dünyada oğlunun taşeron ruhlu olmasını istemez. rüzgar'ın patron(umut'a 'sen şurayı kaz' gibi direktifler veriyor), evladımın taşeron olduğu bu hafriyatı bir süre daha izledikten sonra dayanamayıp oğlumun kulağına eğilerek, "biraz da sen büyük kürekle kaz" diyorum. (bu uyarımı küçük insanın sinsiliği olarak algılamayın, burada 'büyük kürek' bir simge. amacım rekabetçi dünyada tarafların eşit şartlarda mücadele etmesini sağlamak.) umut, önce rüzgar'a sonra bana bakarak, "üzülebilir, onu kırmak istemiyorum" diyor. al işte! bestseller aşk romanı kalitesinde konuşan bir evladım var benim. küçük kürekle minik çukurlar kazarak sevgi tohumları eken, fedakarlığıyla kırılgan ilişkiler büyüten bir çocuk! umut coelho. *
kamuya açık alanlarda el değiştiren oyuncakların peşine düşmek ebeveynlere düşer. ülkenin oyun parklarında kanayan bir yaradır bu. o kürekler, tırmıklar, kovalar yabancı çocuklardan nasıl geri alınacak? geri alınırken modern tavırlardan fire vermeden, yabancı çocuğu ağlatmadan ve ailesini irite etmeden nasıl bir yöntem izlenecek? göründüğü kadar kolay işler değil bunlar. üstelik benimki gibi bütün küreklerini dağıtıp gerekirse elleriyle kazmaya devam edecek bir çocuğa sahipseniz işler daha da zor. rüzgar , umut'un küreğini alıp parkın ücra bir köşesinde kazıya gidince sıkıntım artıyor. evladımdan çok küreği takip etmeye başlıyorum. amacım, parktan ayrılmadan önce, rüzgar'la ya da babasıyla diyaloğa girmeden küreği ele geçirmek. bunun tek yolu, rüzgar'ın bir anlık gafletle küreği bıraktığı anı kollamak. arkadaşlarım arasında bonkör, ufak hesaplar yapmayan biri olarak bilinirken nasıl bu hale geldiğimi ben de bilmiyorum. aslında olaya rüzgar'ın babasının müdahale etmesi lazım, ama adam iphone'unu eline aldığından beri oğlunu uyarmayı bıraktı. "ne ilgisiz anne babalar var, böyle çocuk mu yetiştirilir!" diye söylenmeye çok yakınım. (bu cümleyi sarf edenler, yakalarına bayraklı rozet takılarak direkt apartman yöneticisi yapılıyor ve kendilerine emekliler diyarı dikili'de bir yazlık tahsis edilerek, 1 yıl bedava sözcü gazetesi aboneliği hediye ediliyor.) cümle tam ağzımdan çıkacakken, rüzgar'ın babası (nihayet), "rüzgar lütfen o küreği bırakır mısın, o bizim değil" diye sesleniyor. o an sanki biraz önce plastik bir küreğin peşinde duygudan duyguya koşmamışım gibi "oynasın oynasın önemli değil" diyorum. şu hale bakın, bu kadar yaklaşmışken, modern bir refleks yüzünden küreği ellerimden kaçırıyorum.
kürekten başka bir şey düşünemez oldum. rüzgar bir türlü küreği elinden bırakmıyor.umut'un umrunda değil, ama sonuçta kürek bizim, bırakıp gidecek değiliz. küreği bir uçak gibi uçurmaya başlayan rüzgar'a bana doğru manevra yaptığı bir an, "hadi ver artık küreği, birazda umut oynasın" diye mırıldanıyorum. uçak uzaklaşıyor. bir radar gibi peşindeyim bu uçağın. bir ara küreği bırakıp kaydırağa koşunca hemen hareketleniyorum, ama nafile. kavuşmama bir metre kadar kala kürek yeniden havalanıyor. (ne zaman geri geldi?) parkın içinde dolaşıyormuş gibi yapıp banka geri dönüyorum. umut'a bakıyorum. ah benim saf oğlum, millet göklerde dolaşırken umut'um küçük kürekle kazmaya devam ediyor.
gitme vaktimiz yaklaştığında hafriyat alanına giderek "umut, küreğini al istersen birazdan gidiyoruz" diyorum. bu saatten sonra çocuğu çocuğa kırdırmaktan başka çarem yok. kafasını kaldırıp etrafa bakan umut'a "bak orada" diyerek düşmanı gösteriyorum. bir süre rüzgar'ı seyrettikten sonra, büyük bir olgunlukla önündeki işe dönerek, "uçak yapmış, bırak uçursun" diyor. evladımın üzerinde hiçbir etkim yok. yetişkin dünyasından kadim bir uyarıyla hakimiyeti ele geçirmeye çalışıyorum: "oğlum hava çok soğuk, hasta olucaz" cevaplamıyor. iyice sığlaşan aklımla bir deneme daha yapıyorum: "oğlum gidicez ya birazdan almak lazım küreği." yine cevap gelmeyince dramatik bir çıkışla tehdit etmek zorunda kalıyorum: "sen bilirsin, sonra küreğim nerde diye ağlama ama evde!" "merak etme" diyor umut. "tam giderken alırız." şu hale bak! belki de umut'un bankta oturduğu, benim küçük kürekle idare ettiğim yeni bir hayata başlamalıyız.
gitme vakti. artık ne olacaksa olsun diye düşünerek. "git şimdi kendin al bakalım küreğini" diyorum umut'a. "tamam" deyip rüzgar'ın yanına gidiyor. bir süre konuşuyorlar. (ne konuşuyorlar?) rüzgar kafasını sallayıp veriyor küreği. bu ne mağrurluk! umut elinde kürekle geri dönerken, "ne dedin sen ona? o ne dedi sana? niye hemen verdi küreği?" sorularını zor engelliyorum. onların yerine rüzgar'ın babasının da duyabileceği bir ses tonuyla "bay bay de arkadaşına" diye sesimi yükseltiyorum. ellerini kaldırıp "görüşürüz" diyor umut. rüzgarın cevabı, daha da şiddetli: bir kürek gibi iniyor kafama: "kendine iyi bak."
parkın içindeki ağaçlı yoldan yürürken, ikide bir küreği düşürünce, "ver ben taşıyim" diyorum. verip ellerini cebine sokuyor. o önde ben arkada yürümeye devam ediyoruz. yürürken bir an kafasını kaldırıp bir ağaca bakıyor. "bak baba" diyor,"ceviz ağacı." kafamı kaldırıp bakıyorum. ağacı tanımıyorum ama, "evet oğlum, ceviz ağacı" diyorum. kafamı indirdiğimde, umut'u elleri ceplerinde tekrar yürümeye başlamış buluyorum. 105 santimlik boyuyla ne kadar da kendinden emin. gidip götüne ufak bir tekme atmak istiyorum.
***
yazarın notu: baştan sona yapılan tespitlere aptal aptal gülümseyerek okudum. bir insan bu kadar mı net tespitler yapar arkadaş. hani o içimizdeki sinsi alt benliğimiz yok mu, onu anlatıyor adam, apaçık bir şekilde. finalde zaten okumanın verdiği haz ve güzel finalden dolayı mutlu bir kahkaha atıyorum. bir gün tanışmak ümidi ile!
uykusuzdaki köşesini her hafta okuyorum mutlaka. fakat kendimi durduracak değilim yazılarını topladığı kitabını okuduktan sonra oldu olanlar. hepsini soluksuz pek ara vermeden okuduğumdan mıdır nedir onun gibi düşünmeye başladım. artık hiçbir şey normal değildi ve olmadık ince ayrıntıları görüp bunları içimde tutamaz hale gelmiştim. o değilde bir sürü kişiyle bozuştum çünkü her fırsatta laf sokuyordum herkese. bir süre sonra kendiliğinden geçti normale döndüm ama asla eskisi gibi olamadım. Olmak da istemiyorum.
"evliliklerin çoğunda kadınlar, erkeklerin gizli dünyasından habersizdirler.Çünkü erkeğin kişisel bilgisayarıyla kurduğu çevrimiçi bir dünyadır bu.Erkek bu kişisel yolculukta amacı için virüslerle savaşmayı ve iki sene içinde bilgisayarını kullanılmaz hale getirmeyi bile göze alır.Daha açık bir dille ifade edersek, kişisel bilgisayarlarda ekran donmaları, kadın kullanıcılarda Dizi-izle'nin virüsleri yüzünden ise, erkek kullanıcılarda "hot young girl"ün memeleri yüzündendir."