Dünyanın ve özellikle Türkiyenin dış politikasında önemli sonuçlar doğuracak bir gelişmenin, ABDnin füze kalkanı projesinin Türkiye üzerinden tartışılarak bir karar verilmesinin arifesindeyiz. Türk siyasetinin ve kamuoyunun 19-20 Kasım 2010da Lizbon;da yapılacak NATO zirvesine karşı duyarlı olması gerektiğini düşünüyoruz.
ilk defa W.Bush tarafından gündeme getirilen Avrupanın ve özellikle Rusya;nın tepkileri nedeniyle askıya alınan proje bu defa Obama yönetimi tarafından biraz da itirazlar dikkate alınarak yeniden gündeme getirilmektedir. 17 Eylül 2009 tarihinde Başkan Obama tarafından onaylanan ve Aşamalı Uyarlanabilir Yaklaşım (Phased Adaptive Approach) ismini alan bu çalışma bu defa da NATO adına uygulamaya sokulmak isteniyor. Uluslararası arenada güç dengelerini ve oluşmakta olan ittifakları yeniden biçimlendirme potansiyeli taşıyan bu projenin teknik detaylarını bir tarafa bırakarak siyasi amacının neler olabileceğini sorgulamak istiyoruz.
Bilindiği gibi ABD ikinci dünya savaşı sonrasında oluşan soğuk savaş düzeninde SSCB ile oluşturduğu iki kamplı dünya sistemi içinde Batı cephesinin önderliğini üstlenmiş ve yaklaşık 50 yıl dünyayı bu mantalite ve zihniyetle ile yönetmiştir. Yalta antlaşması sonrasında Amerikanın ilk küresel liderlik tecrübesi böyle bir siyasal ortam içinde ortaya çıkmıştır. Devam eden dönemde ABD önderliğinde Batının uyguladığı politikalar başarılı siyasi ve askeri sonuçlar verdiği için de sürecin sonunda Sovyetler Birliği dağılmıştır. 20. Asrın sonlarında Sovyetler Birliğinin parçalanmasıyla birlikte iki kutuplu eski dünya düzeni de yok olduğundan, doğal olarak oluşan yeni devletler, güç dengeleri ve ittifaklarla birlikte yeni bir düzen arayışı da kendiliğinden ortaya çıkmıştır.
Yeni dönem başladığında Amerikanın ana hedefi ya benimlesin veya hedefsin taktiği ile ilk planda küresel iddiasını tek başına kendi liderliği ve sorumluluğu altında pekiştirmekti. Ancak aradan geçen süre zarfında özellikle Batı cephesinde ABDnin tek başına süper güç olarak küresel liderliğine büyük itirazlar oluştu. Almanya ve Fransanın öncülüğünü yaptığı merkez Avrupa çok kutuplu bir dünyadan yana tavrını geliştirdi. Ayrıca Çin, Hindistan ve Rusya gibi ülkelerinde ABDnin tek başına dünyayı yönetme arzusunu kabul etmek istemediklerini gözlemliyoruz.
Ancak buna karşılık şimdilik ana belirleyici olma pozisyonunu koruyan ABD’de de çok kutuplu bir dünyaya razı olma emareleri henüz görünmemektedir. Bu nedenledir ki elinde tuttuğu bütün kozlarını oynayarak özellikle ana rakip gördüğü merkez Avrupa’yı kendi kontrolü altında işbirliğine zorlamaktadır. Son yaşanan ekonomik krizde görüldüğü gibi bu konuda şakası yoktur ve oldukça agresif davranabilmektedir. Irak ve Afganistan işgalleri bu bölgelere benim bilgim ve kontrolüm dışında giriş yasaktır anlamlarını içermektedir. Paratilerle, kıymetli madenlerle, enerji ve emtia fiyatlarıyla ölçüsüz, dengesiz ve gözü kara bir şekilde oynayabilmektedir. Aslında yaşanan mücadele kur savaşlarının da çok ötesindedir. Burada ABD’nin birinci amacının Avrupa’yı etkisi altına almak ve oluşacak/oluşturulacak yeni/buçuk rakip/düşmanlara karşı birlikte müttefik olarak işbirliğine zorlamak olduğunu tahmin edebiliriz. Avrupa’yı kontrolünde tutamayan ABD’nin bütün oyununun ve dünyayı yönetme kültürünün alt üst olacağını düşünebiliriz. Zira açıkladığımız gibi ABD devlet yapılanması iki kutuplu bir dünyada liderlik üzerine şekillenmiştir. Çok kutuplu bir dünyayı algılarına kabul ettirebilmesi çok zorunlu kalmadıkça mümkün görünmemektedir.
Çok kutuplu bir dünya düzeninde Avrupa’nın teknoloji ve sermayesinin, Rusya’nın ve Hazar’ın enerji kaynaklarının ve Çin’in üretim gücünün aynı ortak paydada buluşma ihtimali Amerikalıların uykularını kaçıracak kadar dehşetengizdir. ABD bu nedenledir ki Basra Körfezi, Türkiye, Balkanlar ve Polonya hattındaki tahkimatını kuvvetlendirerek merkez Avrupa ve Rusya’nın arasına siyasi bir duvar örmek ve Avrupa’nın etki alanını sınırlamak istemektedir. Amerika’nın bu planının Türkiye’nin stratejik önemini artırdığını ve hızla Türkiye’yi bölgesel liderliğe taşıdığını düşünebiliriz.
Aynı zamanda oyunun bir bölümü de Asya’da sahnelenmektedir. ABD başta Afganistan olmak üzere tüm orta Asya’da konuşlanarak orada kendi varlığını kalıcı kılmak istemektedir. Böylelikle Çin, Hindistan, iran ve Rusya’nın hem siyasi, askeri ve ekonomik yakınlaşmasını engellemek ve hem de enerji ile üretim merkezleri arasında kendi adına kontrol merkezleri oluşturmak amacındadır. Burada ABD adına iran’ın diğerlerine göre daha kolay ve yenilmesi zorunlu bir lokma olduğunu düşünebiliriz. iran’ı yanına gönüllü ya da zorla alabilmiş bir ABD’nin Ortadoğu’dan ve Hazar’dan Çin sınırına kadar alanda mutlak bir etki alanı oluşturacağını görüyoruz. Şimdi ana hedef tahtasına iran oturmak üzeredir. ABD kendi güç kokusunu taşıyan etki şalını iran üzerine atmıştır. Ana rakiplerine orasıyla ilgilenmemeleri için gözdağı vermektedir. iran artık ABD ilgi alanındadır. Önümüzdeki on yılda bunun siyasi, ekonomik ve gerekirse askeri yansımalarını bolca müşahede etmek zorunda kalabiliriz.
Bir süre öncesinden beri tıpkı Irak’ta olduğu gibi siyasi söylemlerle birlikte ekonomik ambargolarla başlayan kuşatma ve yorma süreci başlamıştır. Ancak iran’ın asırlara dayanan bir devlet geleneğine sahip olması nedeniyle Saddam gibi bu tuzağa kolay düşmeyeceğini de hesap edebiliriz. Nitekim Türkiye ve Brezilya ile olan antlaşma imzacı tarafların küresel oyundaki siyasi tutumlarına bakılırsa bunun işaretlerini taşımaktadır. Yine daha yeni ABD yanlısı Gürcistan yönetimi ile vizeleri kaldırması dikkat çekicidir. iran bu satrancı andıran oyunda “ben de varım” demektedir. Bazen ileri, bazen geri; zaman zaman sert, zaman zaman esnek politikalarla bu süreci götürmeye çalışmaktadır.
Bugün için gelinen noktada Saddam’ın “kıyamet topları” gibi iran’ın da füzeleri ve nükleer silahları olanca dehşetiyle (!) artık dünya kamuoyu gündemindedir. Amerikan kaynaklı iddia şudur: Bu silahlarla yalnız bölge değil bütün Avrupa tehdit altındadır. Ve buna karşı koyabilecek güç ne Türkiye dâhil bölge ülkelerinde ve ne de Almanya ve Fransa dâhil Avrupa ülkelerinde mevcuttur. Bu nedenledir ki hem bölgenin ve hem de Avrupa’nın (düzenlemenin yeni şekliyle NATO şemsiyesi altında) ABD’ nin korumasına ihtiyacı bulunmaktadır. işte bunun için Füze Kalkanı Sistemine bütün Ortadoğu ve Avrupa’nın ihtiyacı bulunmaktadır.
Ancak işin ilginç yanı Amerika’nın korumaya çalıştığını iddia ettiği ülkeler bu gelişmelerden rahatsızlık duymakta, hatta kendilerini deyim yerindeyse Amerika’dan korumaya çalışmaktadır. Nitekim geçen ay ABD’nin ve bazı Amerika’ya yakın AB üyesi ülkelerin tepkilerine rağmen Almanya Başbakanı ile Fransa ve Rusya devlet başkanları bir araya gelerek sorunu kendi aralarında değerlendirme ihtiyacı hissettiler.
Sürecin en yakından ilgilendiren ülkelerin başında ise Türkiye gelmektedir. Gelişmelerin Türkiye’nin bölgesel ve küresel iddialarına set çekmesine zemin hazırlamaması ve topraklarımızı kutuplar arasında cephe ülke pozisyonuna sokmaması gerekmektedir. Bunu önlemek için Dışişlerinin yeni stratejiler geliştirmesi kaçınılmaz görünmektedir. Komşularla ilişkilerinde sıfır problem teorisiyle bölgesel bir güç vasfını kazanan Türkiye’nin küresel büyük komşularla sorun çözen ve dostluğuna ihtiyaç duyulan bir ilişki biçimi geliştirebilmesi kendisini küresel aktörlüğe taşıyabilecektir. Bu kaçırılmaması gereken tarihi bir fırsattır. Ancak büyük tehlikeleri de içinde barındırmaktadır. Eğer süper gücün veya küresel aktörlerin bir kısmının sorunu haline gelirsek o takdirde de iç ve dış politikada karışık ve zorlu günler bizi bekliyor demektir.
11 – 12 Kasım’da Seul’de yapılacak G-20 toplantıları küresel güçlerin siyasetteki son duruşlarını göstermek bakımından önemlidir. Bunun sonuçlarının ticaret savaşlarına yansıyan etkileri mutlaka olacaktır. 19 -20 Kasım’da Lizbon’da yapılacak Rusya’nın da davet edildiği NATO toplantısında ise mücadelenin siyasi ve askeri yansımalarına şahitlik edeceğiz. Kasım ayı küresel aktörler için stratejilerini gözden geçirme konusunda önemli bir dönüm noktası olma özelliğini barındırıyor. Ve her iki toplantıda da masadaki yerini alacak olan Türkiye için kriz (fırsat ve tehlike) sinyalleri veriyor.
Dikkatli davranmamız gerekiyor. Kanaatimce ABD alıştığı tarzda dünyayı yönetmek ve bir şekilde küresel liderliğini sürdürebilmek için muhtemel bloklar arasına yeni duvarlar örüyor. Füze kalkanı sisteminin askeri ihtiyaçları gidermekten ziyade oluşacak blokların hatlarını belirlemek ve keskinleştirmek gibi bir işlevi ortaya çıkıyor. Cumhuriyetçi Bush’tan sonra Demokrat Obama’nın da bu projeyi uygulamaya koyması bunun bir ABD devlet projesi olduğunu ispat etmektedir. Yeni dünya düzeninde füze kalkanlarından oluşması muhtemel bu duvarlar ‘soğuk savaş’ döneminin sembolü olan ‘Berlin Duvarı’ gibi ayırımcı ve kutuplaştırıcı olma emaresi taşımaktadır. Kamuoyunun belki de sınırlarımızda oluşturulmak istenecek yeni “Utanç duvarı” (Schandmauer) girişimlerine karşı hassasiyet göstermesi gelecek vizyonumuz açısından son derece önemli olacaktır.