geride bıraktığımız 2007-2008 sezonunda doğruluğu defalarca kanıtlanmış önerme.
ilk olarak şampiyonlar liginde; inter, valencia, milan, sevilla, barcelona ve daha nice devlerin döküldüğü şampiyonada fenerbahçe'nin, turnuvanın -her biri kadrolarından iki fenerbahçe çıkarabilecek- 3 favori takımını* yenerek yarı finalin kapısından döndüğüne şahit olduk. kazım kazım'larlar, wederson'larla..
uefa kupasına dönersek, burada turnuva başında taraflı tarafsız herkesin favorisi bayern münchen, finali göremedi. hem de darmadağın edilerek. bayern'i eleyen zenit kupayı kaldırırken dünya futboluna da arshavin, zyrianov gibi iki yeni yıldız sunuyordu.
sonra turkcell süper lig'de alex'li, r.carlos'lu kadrosuyla kesin favori fenerbahçe'nin, şampiyonluğu, henüz sezon başında en önemli iki transferi linderoth ve lincoln'ü sakatlığa kurban vermiş, sezonu teknik direktörsüz bitiren galatasaray'a kaybettiğini gördük. galatasaray'sa alındıklarında dudak bükülen servet çetin'iyle, barış özbek'iyle kazandı şampiyonluğunu.
ve tabi son olarak avrupa şampiyonası. türkiye'nin yarı final maçına 3 yedeğiyle çıktığı şampiyona. takımımızın oraya kadar nasıl geldiği herkesin malumu, üç maçta üç son dakika golü, üç yeniden diriliş hikayesi vesaire. türkiye şampiyon olamasa bile, dünyaya bu oyunun hala tutkuyla sevilebilecek taraflarının olduğunu gösterdi turnuva boyunca. yedeksiz, sakatlarla da maç kazanılabileceğini gösterdi. tabi rusya ile birlikte. onlar da sihir küresinin öteki tarafını oluşturdular hollanda'ya, yunanistan'a, isveç'e karşı.
şimdi, çoğaltılmaya açık örneklerde de görüldüğü üzre bu oyun'da taktiğin, tekniğin, stratejinin, kadronun, ötesi yıldızların dışında bir şeyler var. ancak son saniye golünü atan semih'in, son penaltıyı kurtaran rüştü'nün yüzünde anlık görülebilecek bir şeyler... inanç gibi, birliktelik gibi, azim gibi bir şeyler...
zira, futbol'un güzelliği kadar güzel bir söz. kim demiş, doğru demiş vesselam.
çoğu erkek için futbol bambaşka bi dünyadır ki topu ayağına geçirdiği an da dünyayı unutur bu şahıs adeta hipnoz olmuştur topu ayağından aldığınız an da "hulk" gibi bi canavara dönüşebilir..
ancak içine girilince anlaşılacak bir önermedir. futbol hayattır. hayatın her evresini içinde barındırır. her duyguyu tatmanıza izin verir. 90 dakika içinde hayatın tüm güzelliklerini bunun yanı sıra çirkinliklerini yaşatır insana. kazanmak, kaybetmek, düşmek, kalkmak ama her daim birlikte olmaktır. futbol hayattır.
"Oyuncular sadece oynamak zorunda oldukları için, profesyonel oldukları için veya para kazanmak için değil zevk aldıkları için de oynayabiliyorlar bu oyunu. Bir seçim gibi. Biz biz olduğumuz için bu seçimi her gün yapıyoruz, yaşamı bir görev olarak yaşamak zorundayız ancak gizlice bir şölen olarak yaşamak istiyoruz." diyor "Gölgede ve Güneşte Futbol" kitabının Uruguaylı yazarı Eduardo Galeano. Futbol, günümüzün laik diniyse biz de her gün stadyumda veya tv başında ibadetini eksiksiz yapmaya çalışan mensuplarıyız bu dinin.
Dünya futbola öylesine bağımlı ve futbol, hayatlarının öylesine önemli bir parçası ki insanların; siyasiler oy kaygısı yüzünden bazı şehir takımlarının ligden düşmemesi için ellerinden geleni yaparlar. Hatta bazen 1987'de olduğu gibi Kocaeli ve Bursaspor önceki yıl küme düştükleri halde itirazlarını doğru(!) yerlere yapınca, yeni sezon başladıktan 3 hafta sonra tekrar 1. lige dönerler ve o yıl lig 20 takımla oynanır. italya'nın eski başbakanı Silvio Berlusconi kişisel yükselişini Milan kulübünün başarılarından elde ettiği popülerlik ve saygınlığa borçludur. Latin Amerikada bütün politikacıların hatta askeri diktatörlerin bile futbol ile ilişkileri vardır. Diktatör Salazar, Portekiz'i onlarca yıl demir yumrukla ve ciddi bir dirençle karşılaşmaksızın yönetebilmesinin sırrını '3 F' ile açıklamıştı: fado, fiesta, futbol. Futbol öylesine içine işlemiş ki insanların; Katalanların milli takım kabul ettikleri, formasına reklam bile almadıkları ve "bir kulüpten çok daha fazlası" diye niteledikleri Barcelona'nın Real Madrid'e olan rekabet ötesi düşmanlığı, Katalanlara çok zor günler yaşatan Franco'nun Real taraftarı olmasına dayanır. Barca'dan Real'e transfer olan Figo'ya Camp Nou tribünlerinden kesik bir domuz kafası atılması basit bir fanatizmden çok daha fazlasını anlatır aslında.
Taraftarlar açısından durum böyle. Çoğu, destekledikleri takıma kutsal bir varlık gözüyle bakıyor ve bunu bir hayat tarzı haline getirirken, o kulübü ellerinden gelen her şekilde destekliyor. Peki artık kulüplerin taraftarlarından beklentisi ne?
Futbol piyasası 90'lardan itibaren, özellikle genişleyen tv yayınları sayesinde daha fazla ilgi çekti ve daha büyük kitlelere ulaşmaya başladı. Bu gelişim reklam, sponsorluk, ürün satışı gibi çok önemli gelirler demekti. Pasta her geçen gün büyüdü ve futbol başarı-para odaklı bir eğlence-hizmet-ürün sektörü haline geliverdi. Artık yerkürenin herhangi bir yerinde oynanan maçı evimizden izlememiz mümkün. Desteklediğimiz takımın hisselerini bile satın alabiliriz. Kulüpler artık birer şirket oldular. Kendi markalarını oluşturdular ve bu şekilde daha fazla gelir elde etmeye çalışıyorlar. Sadece forma değil, kendi markalarını taşıyan kazaktan parfüme, cep telefonundan defter kitaba kadar uzanan çok çeşitli ürünlerle çıkıyorlar karşımıza. Dünyaca ünlü ispanyol veya ingiliz kulüpleri uzak doğuda ve dünyanın dört bir yanında kendi mağazalarını açıp, yıldız oyuncularıyla birlikte sezon öncesinde o ülkelerde hazırlık maçları yapıyorlar. Stadyumlarını daha modern ve büyük hale getirip maç günleri dışında da kullanılabilecek yerler yapmaya çalışıyorlar. Böylece hem ilgiyi sürekli ayakta tutup hem de her zamanki gibi gelirlerini artırmayı düşlüyorlar. Bunun en açık örneğini Highbury'den Emirates stadyumuna taşınan Arsenal'de görebiliriz. Bu stadda oynadığı her maçta yaklaşık 3.1 milyon pound kazanan Arsenal'in böylece Highbury stadyumundan sonra, önceki yıla göre gelirlerinde % 46'lık bir artış gözlenmiştir. Arsenal, stadın isim hakkını Emirates'e 15 yıllığına yaklaşık 100 milyon poundluk bir anlaşma karşılığında vermiştir. işte marka dediğimiz bu. Yaklaşık 350 milyon pounda mal olan stadın sadece ismi kendisinin üçte birini karşılayabilecek bir değere sahip.
Futbolun küreselleşmiş dünyadaki yerini anlamak için Dünya Kupası'na bakmamız yeter. 32 takım, 64 maç, tv, internet ve cep telefonu üzerinden ulaşılan 5 milyar izleyici. Hepsi bir yana, 20 bin gazeteci, yani tarihin en büyük medya olayı! Şöyle söylemek de mümkün: 98 Dünya Kupası Finalinde Fransa-Brezilya maçını izlerken bir yandan da Adidas-Nike maçını izliyorduk. Başka bir organizasyondan örnek verecek olursak, bir kulübün Şampiyonlar Ligi'nde yakaladığı başarılar kendisinin ve ülkesinin tanıtımına katkıda bulunurken hem kulübün piyasa değerini artırır hem de kasasını doldurur. Ne kadar paranız, ününüz ve büyük hedefleriniz varsa o ölçüde iyi futbolcular transfer edersiniz. Ne kadar iyi futbol oynarsanız insanları o kadar çok tatmin eder ve sizi takip etmelerini sağlarsınız. Ne kadar çok taraftarınız(müşteriniz) varsa o kadar çok para kazanır ve büyürsünüz. Yani işin ana damarı artık para. Artık kulüpler takıma yapacağınız tezahürattan daha çok ödeyeceğiniz bilet parasını önemsiyor sizi stadyumlara davet ederken.
Türk kulüpleri de bu konuda gereken adımları atmaya başladı. Üç büyük kulüp de şirketleşip borsaya açıldı. Fenerbahçe stadını baştan aşağıya yeniledi ve bunun maddi-manevi avantajlarını yaşıyor. Beşiktaş ve Galatasaray da bu konuda projelerini hayata geçirme aşamasındalar. Ayrıca Beşiktaş'ı diğerlerinden ayıran bir Fulya projesi var ki gerçekten de dünyadaki her kulübün sahip olmak isteyeceği türden bir proje. Pazarlama konusunda ise Fenerbahçe öne çıkıyor. Yaptıkları spekteküler transferler sayesinde kombine kart, forma ve diğer ürün satışlarından en fazla para kazanan kulüp durumundalar. Bir Beşiktaş taraftarı olarak Türkiye'nin en iyi taraftarını (bkz: çarşı) tartışmaya gerek duymuyorum ama şu kesin ki en iyi müşteriye Fenerbahçe kulübü sahip. Ancak unutulmamalı ki bu, kulüp yönetiminin başarılı stratejisinin bir sonucudur.
Sonuçta dünyanın en popüler "show"u artık bir "show-business" haline geldi. Ama unutmamalı ki eski değerleri geri plana atılmış ve bir zevk, bir spor olmaktan öte bir iş kıvamına getirilmiş, tamamen başarı odaklı bu yeni futbol dünyasında hala romantik taraftarlar mevcut. işte o romantiklerden biri olan Eduardo Galeano'nun sözleri ile başlayan yazımı yine onun sözleriyle bitirmek en uygunu sanırım:
Ben basit bir "iyi futbol dilencisiyim". Elimde şapkam, dünyanın dört bir yanını geziyor ve stadyumlarda yalvarıyorum: "Tanrı rızası için, güzel bir maç lütfen!" Güzel bir oyun gördüğüm zaman da bunu sağlayanın hangi takım ya da hangi ülke olduğuna bakmaksızın bu mucize için şükranlarımı sunuyorum.
edit: ulan bunu neden ekşilersin bi mesaj at anlat bana.
fransa 98'de oynanan 21 haziran 1998 iran abd maci da bu sozun ne kadar dogru oldugunu ispatlamak icin ornek olarak gosterilebilir.
grupta son maclar oynanirken hic bir iddiasi olmayan 2 takimin final oynuyormuscasina mucadelesine sahne olan macin ardindan iran'daki kutlamalar ve iranli futbolcularin sevinc gozyaslari gorulmeye degerdi.
bazen judo, taekwondo, boks görüntülerini de izletir bize. tiyatro tadında olaylar, siyasi eylem tadında protestolar da pek sık görmüştür futbol izleyicileri. yetenekli futbolcular sayesinde de sanatçı kimliği kazanmıştır futbolculuk. fair play şovu olur kimi zaman. sahaya çıkarkenki pankartlarla sosyal mesajlar verir futbolcular, tezahüratlarla gönderme yapar seyirciler. biz, biz ne yaparız peki? nasıl hatırlar ve hatırlatırız futbolu?
"nasıl koyduk" edalarıyla tabi ki!
futbol sadece futbol değil, her şeydir bu ülkede. bazen diyor insan, bazen istiyor ki futbol sadece futbol olsun.
'Hayat futbola fena halde benzer. Futbol, şahsi beceri gerektirir; ama aslında toplu oynanan, insanların bir takım halinde oynadıkları bir oyundur. Hayat da öyle değil mi? istediğin kadar yetenekli ol, iyi bir takımın yoksa kaybedersin.' *
Ben basit bir 'iyi futbol dilencisiyim'. Elimde şapkam, dünyanın dört bir yanını geziyor ve stadyumlarda yalvarıyorum: "Tanrı rızası için, güzel bir maç lütfen!"
doğru bir önerme. türkiyede biraz iki yüzlülüktür. biraz kara para aklamadır. biraz anarşizm (nasılsa) biraz ülkücülük, biraz lümpenlik, biraz birbirinin anasını bacısını siken takımlar, biraz haftalıkların tümünü maç biletine yatıran çırakların üç beş pembe yanaklı yabancı göttenbacağı seyretmek için haftaboyu aç gezmesi, kaza kurşunuyla vurulan insanlar, derbylerin olduğu günlerde tıkanan trafikler, büyüklerin küçüklerini daima yeneceğini ispatlamaya çalışan bir dünya özlemi, bir kimliksizlik içinde kimlik arayışı, bir boş yaygara, bir mecburiyet, bir yaşama biçimi... aslında sanki sadece basit ve tatlı bir heyecan...
evet futbol...biz de bir çok insanın hiçbir şeyi olmadığı için bir çok insanın her şeyi...
tanım: futbol hayattır, hayat da futbol.
sevgili kişisiyle 3. ayı kutlanacak günde sözleşilen konserle aynı güne denk gelen tuttuğun takımın maçı olunca arasında bir seçim yaparak futbol tercih edilmesidir. akabinde dakikalar sonrası sevgiliyle aranda esen ayrılık rüzgarlarıyla devrilen bir sevda macerasıdır.
futbol sadece futbol değildir; aşktır, tutkudur, heyecandır ve bilimum bu nevi duygulardır. herşey bitince, tek başına geriye kalandır. bazen seni üzüntüden, bazen de sevinçten ağlatandır. sevgili denilen faniden daha gerçektir çoğu zaman, gerçek sevgilidir.
bize her sevdadan geriye kalan, sadece; galatasaray!
diji türk seyircisi için : futbol zevktir
kadınlar için : futbol gereksizdir
politikacılar için : futbol her takımı tutmaktır (bkz: oy kaybetme korkusu)
sanatçılar için : futbol her takımı desteklemektir (bkz: hayran kaybetme korkusu)
trübünlerdeki gerçek taraftar için : hafta sonu eğlencesi değil bir hayat felsefesidir.