civan canova'nın yazdığı tiyatro oyunu. 2004-2005 sezonu sonundan itibaren istanbul devlet tiyatrosu'nda sahnelenmeye başlanmıştır. muhtemelen gelecek sezon da oynanacaktır bu oyun. oyunun yönetmeni ise şair insan turgay kantürk'tür.
"dünyada beni özleyen, sesimi duymak isteyen tek bir canlı dahi yok." sloganı ile,2006-2007 tiyatro sezonunda da istanbul devlet tiyatrosu'nda sergilenecek olan civan canova oyunu. oyunun rollerini "özlem güveli türker", "özden çiftçi" ve "musa uzunlar" paylaşmaktadırlar.
cevahir sahnesi'nde oynayan, ağlatmaktan heder eden izlediğim en güzel tiyatro oyunu. musa uzunlar'ın performansı ise hayranlık uyandırıcı. mutlaka görülmeli.
farklı sahne düzenlemesi, güzel diyalogları, takdire şayan oyunculuklarıyla tiyatroseverlerin mutlaka izlemesi gereken çok güzel bi oyun. dün en ön sıradan izledim oyunu ve musa uzunlara hayran oldum adam resmen yaşayarak oynuyor. diğer oyuncuların da hakkını yemiyeyim, onlarda son derece başarılıydılar.kısaca gidilmeli,izlenmeli. sonuçta sinemaya gidip o kadar para ödüyoruz, bu oyun nerdeyse 3 te bir fiyatı ve canlı bi emek var musa uzunlar ın sahnede içtiği sigaranın kokusunu bile duydum o kadar canlı yani...
'hoşumuza giden bedenlerin içine hayalimizdeki ruhu yerleştiriyoruz.buna da aşk diyoruz.'*
muhteşem tiyatro oyunu. harika analizler vardır içinde.
"aşk diye bir şey yoktur.aşk beğendiğin bir vucuda hayal ettiğin ruhu koymaktır"gibi bir şey de vardı.
" Ful yaprakları, sesleri çıkmadığı halde hayata haykırmaya çalışanların oyunudur. " demiştir Civan Canova. haykırışı vardır kadınlar erkeklere herkesten farklı oldukları için aşık olurlar sonra da neden herkes gibi değilsin diyerek terkederler.
oyunda geçen her cümle dikkatle takip edilmeli dedirten oyun. Oyuncuların performansına diyecek söz bulunmamaktadır. izlenmeli, izlenmeli ve yine izlenmelidir.
" ben romeo'nun jüliet'i tanıdığından daha fazla tanıyorum seni. sen de beni. juliet'in romeo'yu, ophelia'nın hamlet'i, eva braun'un hitler'i, diana'nın charles'ı tanıdığından daha fazla tanıyorsun. en azından onlardan daha çok sohbet ettik. daha çok vakit geçirdik birlikte. ve yakında sıra ölüme gelecek. bütün aşıklar gibi. aşkımızla ilgili yazılı bir belge olmayacak belki, ama ilgilenenler ilerde internet kayıtlarından bulabilirler bizim hikayemizi. ve ben, iki sevgiliye yaraşan en güzel ölümü buldum. anlatayım mı?
siyanür dolu bir küvete girmeliyiz önce... ya da baldıran otu... evet, bu daha iyi. siyanür derimizden içeri girebilir. ve de vaktinden önce öldürebilir bizi. en iyisi baldıran otuyla kaynatılmış köpüklü su. üzerinde ful yaprakları. binlerce yaprak. önce o suya girip yıkanmalıyız... saatlerce... sadece dokunmalıyız birbirimize. ellerimizle... saçlarımızı okşamalıyız. omuzlarımızı, göğüslerimizi, bacaklarımızı... sonra çıkmalıyız köpüklerin ve ful yapraklarının arasından... gözlerimiz kapalı, kokularımız ciğerlerimizde, tenimiz, terimiz ve baldıran otlu vücutlarımız birbirine karışmış, dakikalarca sevişmeliyiz. wagner çalmalı odada. faust bizi izlemeli perdenin kenarından, sessizce...
gerçek aşkları göze alamadık. ölüme bile atlayamadık gerçek aşklarımız için. oysa nedir ki ölüm? hiç değilse düşlerimizdeki aşklar için yapmalıyız bunu. yok olsak bile adresimiz belli olmalı bu saçma sapan boşlukta. madonna ve richard. güneş sistemi... mars... kainat... özel ulak.
gün ağırınca, önce kapıyı çalacaklar. meraklılar. sonra da kıracaklar kapıyı. sonra da, ne yazık ki iki ayrı beden bulacaklar içerde. iki baş, dört kol, dört bacak ve birbirine sırtını dönmüş iki yürek.
ben şimdiye kadar hiçbir ölüme üzülmedim aslında. ne bir savaş esirine, ne babama, ne de ful yapraklarına... gülüp geçmedim belki ama hiç üzülmedim. umursamadım. ve de... hep korktum ölümden. çok düşündüm ölmeyi ama cesaret edemedim.
mars'a yollanacak olan kapsüle isimlerimizi yazdırdım bu sabah. düşünsene, aşkımız tarihe geçecek. adem'den beri hiçbir aşk bu kadar uzaklarda duyulmamış, hiçbir aşık böylesine bir gurur yaşamamıştır. mars'a isimleri yazılan ilk bir milyon insan arasında biz de varız madonna. önce uzun bir süre boşlukta dolaşacak adlarımız, sonra da bambaşka bir gezegene düşecek. ve insanlık kendini yok edinceye, kainat bir atom çekirdeği haline gelinceye kadar orda kalacağız. sonsuzluğa kazınan kutsal bir aşk. sen ve ben. madonna ve richard... "
"Dünyada beni özleyen, sesimi duymak isteyen tek bir canlı dahi yok."
Ful yaprakları, sesleri çıkmadığı halde hayata haykırmaya çalışanların oyunudur.
"Orada kimse yok mu?"
Yaşam hiç bir evresinde kucak açmamıştır, koca şehrin ortasında, tek kişilik hücrelerinde yaşamak zorunda bırakılanlara.
Tek yol kendilerine benzer birilerini bulmaktır. Ama "kendilerine benzer birileri" de yoktur aslında. Çünkü o ortamda kendileri bile kendilerine benzememektedir.
O halde gerçeği sanalın içinde eritmek ve de yeniden şekillendirmek gerekmektedir.
"Ful Yaprakları", hiçliğin kıyısında dolananların var olma ve hayatlarını yeniden yazma çabalarıdır.
ROMANYA ELViRA GODEANU TiYATROSU ULUSLARARASI FESTiVALi EN iYi KADIN OYUNCU ÖDÜLÜ
Oyun yazarken klavye üzerindeki parmaklarım genellikle frene basmakta zorlansa da, ısmarlama bir yazı istendiğinde tıkanır kalırım. Bir türlü yazamam o ilk cümleyi. Sinirlenirim.. Neden benden böyle bir yazı istendiğine öfkelenir, çaresizlikten laf cambazlıklarına başlarım. 'Oyunun anlatmak istedikleri kendi içindeki dramatik örgüde gizlidir zaten, fazla söze ne hacet ' düşüncesiyle kendi cümlelerimden aşırmalar yapar, sonra da cıcığı çıkana kadar didiklerim bunları.
Oyunun provaları başladığına göre, "Ful Yaprakları" hakkında da program dergisi için er veya geç yazı istenecekti. Ben önce davranayım istedim ve keyifli bir anımda oturdum masaya.
insan yazdıktan bir süre sonra yabancılaşıyor oyununa. Hatta öylesine yabancılaşıyor ki, oyunu çalışanların heyecanını paylaşmakta bile güçleniyor ilkin. Musa' nın Richard'ı benden daha iyi tanıması ya da Özlem'in oyun içerisindeki şifrelerden yola çıkarak dramatik kurgunun ve kişilerin geçmişlerini neredeyse eskiçağlara dayandıracak kadar boyutlandırması, bana uzun bir süredir kendimce geçerli nedenlerle ihmal ettiğim bir sevdiğimin, müthiş bir sürprizle karşıma çıkarılması gibi geldi. Farklı bir heyecen yaşadım. Kavuşma heyecanı. Ve bizi kavuşturanlar ikimizi de neredeyse bizden daha iyi tanıyorlar. Doğrusu da bu bence. Ben sevdiğimi ihmal etmişim ama yönetmeni ve oyuncuları sahiplenmiş onu. Bir süreliğine evlat edinmişler.
Bunca girizgah cümlesinden sonra gelelim sadede. Ben bu oyunu niye yazdım?.. Dürüstçe söylemek gerekirse, ilkin çok farklı nedenlerle oturmuştum masa başına. "Ful Yaprakları"nı değil, başka şeyleri yazacağımı umuyordum. Başka ilişkileri, başka kişileri anlatacaktım güya. Oysa bilinç altımın beni masa başına oturtmak için düzenlediği küçük bir oyunmuş bu. Amacı "Ful Yaprakları"nı yazdırmakmış.
ikinci sayfayı bitirdiğimde, o hain bilinç altım, Genç kız'ın "Ben aslında porno yıldızı olmak isterdim" dediği zaman, aslında ne olup ne olmadığını, gerçekte ne olmak istediğini ve de kendisini nasıl bir finalin beklediğini kulağıma fısıldamıştı bile. Yazma süreci boyunca daha bir çok şey fısıldamıştı kulağıma bilinç altım. Bazan sayfalar boyu kandırarak, onlarca sayfa yazdırtıp sonra da şaka yaptığını söyleyerek, binlerce kelimeyi çöpe attırarak, ama sonuçta bence çok mühim ipuçları verip gerçekten içinden geçenleri yazdırmıştı.
"Dünyada beni özleyen, sesimi duymak isteyen tek bir canlı dahi yok." diye fısıldamıştı ilkin kulağıma bilinçaltım, belirsiz bir rol kişisinin sesini taklit ederek. Sonra da bunun ne yürekler yırtan bir haykırış olduğunu anlatmaya koyulmuştu...
"insanını bunu söyleyebilmesi için, var olan tüm canlılarla bir biçimde ilişkişini bitirmiş olması gerekir." diye karşılık verdi aklım bilinçaltıma,
"Düşünsene, kimse beklemiyor seni. Kimse 'nerde bu?' diye merak etmiyor. Ne bir ses, ne bir sinek, ne bir sevgi parçacığı, ne nefes, ne de aşk. Tek başına yaşamaya programlanmamış bir tür için katlanılmaz bir durum."
"Ben de bunu söylemek istiyorum." dedi bilinç altım, ve tekrar sesini değiştirerek şöyle fısıldadı;
"Orda kimse yok mu?"
Ve aklım girdi devreye;
"işte bunu anlatan bir oyun yazmalısın."
Aklım ve bilinç altım arasındaki bütün bu konuşmalar yazma sürecinin başlarında oldu.
Ben bu cümleyi yazmakta olduğum oyunun kişilerine söyletmesem de, için için hep şöyle haykırdılar ;.
"Orada kimse yok mu?"
Ful yaprakları, sesleri çıkmadığı halde hayata haykırmaya çalışanların oyunudur.
Yaşam, hiç bir evresinde kucak açmamıştır; koca şehrin ortasında, tek kişilik hücrelerinde yaşamak zorunda bırakılanlara. Tek yol kendilerine benzer birilerini bulumaktır. Ama 'kendilerine benzer birileri'de yoktur aslında. Çünkü o ortamda kendileri bile kendilerine benzememektedir. O halde gerçeği sanalın içinde eritmek ve de yeniden şekillendirmek gerekmektedir.
'Ful Yaprakları', hiçliğin kıyısında dolanan - bu tabirimi ukalaca bulmazsanız – anti kahramanların var olma ve hayatlarını yeniden yazma çabalarıdır.
Oyunun ilk okuma provasına katıldığım gün, artık provalara gelmek istemediğimi söylemiştim arkadaşlarıma. 'Zaten en iyi yazar ölü yazardır' diye takılmıştı oyunun yönetmeni arkadaşım Turgay Kantürk. Bence de öyle. Asıl işim oyunculuk olduğundan bu duyguyu çok iyi biliyordum. Bazı oyuncular -ki ben de bunlara dahilim - ve de yönetmenler, her ne hikmetse, prova aşamasında yazarımızın 'naciz vücudunu' görmektense ruhuyla iletişim kurmayı tercih ederler. Çünkü masa başı ve sahne farklı mekanlardır. Masa başını doğum odasına benzetirsek eğer, sahneyi de çocuk yuvası ile üniversite arasında herhangi bir kuruma benzetebiliriz. Bu bağlamda doğumu yaptıran doktorun çocuğun akademik hayatına müdahale etmesi ne derece doğru olur?
Oyunumu bitirdiğim gün ayrılmıştı yollarımız. Eğer yazarından bağımsız olarak var olabiliyorsa - ki umarım öyle olur - görev tamamlanmıştır. Ve de benim inancıma göre yazılan herşey herkesindir. Telif konusuna gelince, ben sadece doğum ücreti alıyorum.
Ben haykıracağım kadar haykırdım. Çok sevgili "Ful Yaprakları"mı, farklı yapraklar toplamak uğruna yeni sahiplerine emanet ediyorum.
olağandışı zekilikte sözlerle bezenmiş psikoloji türü bir tiyatro oyunu.her insanın ömrü hayatında bikere izlemeli dediğim bazı tiyatro oyunlarından biri.