hayatımı cehenneme çeviren oyun. 4-5 gündür aralıksız oynuyorum. arada bir sözlüğe bakıyor "ulan bu adamlarınkinde heralde bi sorun var benimki afedersin gavur amı gibi çalışıyor" diyordum. ta ki bu sabah 07:37 semalarına kadar.
öyle böyle değil sevgili sözlükçüler. 3 küloluk laptop'ımı sırf bu oyun için peşimden getirmişim trabzon'a, ama sen gel gör ki oyunun skininde değiliz ki bir çırpıda, iki yılı devirdiğim oyunu siktirip attı.
şimdi olayı özetlemek gerekirse, trabzonspor takımının menajerlik görevine katıldığım ilk günden beri, başkanımız sadri şener'le birlikte hedefimiz daima şampiyonluk olmuştu. 2008-2009 sezonunda takımımızla yolumuza emin adımlarla başladık. ard arda gelen galibiyetlerle 7. hafta sonunda liderliği elimize aldık ve namağlup olarak ligin zirvesine oturduk. ancak 12. hafta dolaylarında sanıyorum konyaspor'a karşı kendi evimizde 2-1 mağlup olunca, taraftarımız tarafından maç sonunda yine alkışlanmış olsak da liderliği yakın takipçimiz galatasaray'a kaptırdık. devre arasına kadar galatasarayla başa baş bir mücadele sergiledik ve devreyi galatasaray'ın bir puan gerisinde ikinci olarak kapattık.
devre arasında taraftarımızın son yıllardaki en büyük çilesi olan sol kanat oyuncusu transferini gerçekleştirmek amacıyla yönetimle masaya oturduk ve alınan kararla birlikte yaklaşık 13 milyon dolarlık bir bütçe sadece sol kanat için ayrıldı. burdan bunun için sadri başkana büyük teşekkürlerimi sunuyorum. ardından hemen transfer çalışmalarına başlayıp, brezilya, arjantin, meksika gibi hızlı, kıvrak ve teknik oyuncuların bol olduğu liglere gözlemciler gönderdik. kendimiz de bu arada ingiltereye uçtuk.(tabi biraz da tatil amaçlı) yaptığımız gözlemler sonucunda gönderdiğimiz gözlemcilerle ya da kendimizle de alakası olmayan, schalke 04 ile sezon başında sözleşme imzalayan ancak almanya'da aradığını bulamayan jefferson farfan adlı genç yıldız oyuncuyla yaklaşık 12 milyon dolara anlaşma sağladık. bu transfer sonucunda sadece trabzonspor taraftarı değil, tüm türkiye'nin diline dolandık ve beklentileri en üst seviyeye taşıdık.
ikinci devreye sükse yaratan transferimiz farfan'ın da büyük gayretiyle mükemmel bir başlangıç yaptık. üst üste galibiyetler alarak, hem zirveyi yeniden ele geçirdik, hem de rakiplerimize fark atmaya başladık. artık tüm gazeteler ve televizyonlar esen karadeniz fırtınasından bahsetmeye başlamıştı. nihayet sene sonu geldiğinde, hedefimiz olan şampiyonluk kupasını, ankarasporla kendi evimizde yaptığımız maçta kaldırdık ve uzun süren hasreti gidermiş olduk.
gel gelelim bu yıla. yani 2009-2010 sezonu. trabzonspor'un asıl uyanış yılı olarak adlandırılıyordu. gazete manşetlerinde "gelsin liverpool gelsin inter" "eskisi gibi yine devleri yeneceğiz" "vira bismillah" nameleri geziyor, trabzon şehri karnaval şehrine dönüyordu. beklentiler o kadar büyüktü ki şampiyonlar liginde rekorlar kırmak istiyordu taraftar. her ne kadar bendeniz ve sayın şener temkinli demeçler versek de artık geri dönüşü olmayan bir baskı vardı futbolcularımızın üzerinde. işte biz de bu baskıyı iyice üstlenecek bir kaç transfer yapmalıyız dedik ve kolları sıvadık. "geçen yıl şampiyonluktan kazanılan ne kadar para varsa hepsi senin, yeter ki en iyi transferleri yap" diyordu sayın şener bana. hiçbir zaman parayı düşünmedi sağolsun başkanım, hep kulübün menfaatlerini, başarılarını istedi.
biz de taraftarımızı ve başkanımızı yüzüstü bırakmamak adına transfer girişimlerine başladık. 28 milyon dolarlık bir bütçe sağlanmıştı ve biz de bu bütçeyi iyiye kullanmak için elimizden geleni yapmaya çalışıyorduk. görüştüğümüz bir kaç takım vardı transfer için, ancak futbolcular trabzon'a gelmek istemediler. ama yine de büyük transferler yapmayı başardık. neticesinde şampiyonlar ligasında top koşturacaktık ve takımımızda yıldız istiyorduk. öncelikle trabzonspor taraftarını sevindirmek ve takımımıza ciddi bir hücum gücü katmak amacıyla fatih tekke'yi renklerimize bağladık. şunu belirtmeliyim ki bu transfer türkiye'de özellikle konuşuldu. tekke'nin yaşlandığını, şampiyonlar ligasında başarılı olamayacağını, eski gücüne gelemeyeceğini iddia ettiler. ancak ben bu iddialara yüz vermedim. orta sahaya, bir dönem manchester city forması altında da oynamış ve bu forma altında yıldızlaşmış, ancak 2008-2009 sezonunun son günlerinde arsenal kulübüne transfer olmuş ve takımda fazla forma şansı bulamamış ancak çok yetenekli olduğuna inandığım elano'yu transfer ettik. dünya bu transferi konuştu. savunmaya sjrna'yı aldık ki, kendisine inanılmaz fahiş bir rakam naklettik. ancak bu rakamı kulüp idari sorumlularının isteği üzerine açıklayamayacağım. bir kaç genç futbolcuyu da takımımıza katıp, artık takımda yeri kalmayanları da gönderdikten sonra sezona başladık.
favori trabzonspor'du. hatta kimse ligde kim şampiyon olur demiyordu. ligtv de yayınlanan maraton programında, erman toroğlu adlı yorumcu şu sözleri söylüyordu trabzonspor için: "ben kendimi bildim bileli böyle bir hava görmedim trabzon'da. yahu eskiden dolmuş şöförlerine şurdan bir öğrenci alır mısın diye sorsan, üniforman nerde, pason nerde, hani kitapların defterlerin der, ilkokul öğretmenine kadar sorar ayrıntı ister bezdirirdi. ama geçen gün trabzon-antep maçından sonra aracım arıza yapıp dolmuşa binmek zorunda kaldım. yanımdaki hanım kızımız çekingen bir şekilde parayı uzatıp malum soruyu sordu. şöfürü göreceksin şansal, önce bir gülücük attı dikizden. sonra da bir eli havada "tirabzon aşkına bugûn hebunuze beleş dolmişlar eheeeyy" diye bağırmaz mı. işte sevgili şansal, trabzonspor'un ne kadar iddialı olduğunu gördün."
bu bağlamda biz de başarıları ardı ardına sergilerken, uefa'dan gelen haberle sarsıldık. geçtiğimiz sezon avrupada türkiye'den hiçbir takım gruplara bile kalamadığı için, biz de şampiyonlar ligine 2. turdan başlayacaktık. bizim için sorun değildi. ancak kurada, yine geçtiğimiz yılın lig 4.'sü olan a.c milan takımı rakibimiz olunca "şansımı sikeyim" diye haykırmaktan kendimi alamadım. velhasılkelam, "biz de inandık siz de inanın bizim için bu maçı alın" tezahüratlarıyla çıktığımız ilk maçta, hüseyin avni aker'de milan takımını 2-0 yenerek, tarihimize yakışır bir skor aldık ve bu maçta iki golün ikisini de atan fatih tekke, takımımıza ne kadar yararlı bir futbolcu olduğunu, bitmediğini, yaşlanmadığını gösterdi. maç sonucu göz yaşlarıma engel olamadım. ama bir barcelona faciası daha yaşamak istemiyorduk ve rövanş için, rocky'nin rus boksörle yapacağı maçtan önceki antrenmanları gibi çalışıyorduk. maç günü gelmiş ve sansiro'da yaklaşık 3 bin trabzonspor taraftarının alkışlarıyla sahaya çıkmıştık. bizim için ya tamam ya devam maçıydı.(hadi canım) hakemin itaylan asıllı rus olması bizi işgillendirse de maça olan konsantrasyonumuz sayesinde bu sorunların üstesinden gelebiliyorduk. ancak ne acıdır ki, henüz dakika 7(yedi) olmuşken, patates cipsi markası gibi adı olan pato tony sylva'nın sağından topu filelerle buluşturmuş ve skoru 1-0'a getirmişti. bu dakikadan sonra milan, adeta aslanın kediyi sıkıştırması gibi sıkıştırıyordu bizi. arada bir song veya egemen'in arkaya sektirdiği toplar yüzünden kalp atışlarımız 160'lara vuruyor, topların outa gitmesinden sonra kabız olan birinin sıçması gibi rahatlıyorduk. ama yine o patates cipsi kılıklı çocuk 21. dakikada ikinci golü atınca adeta zaman duruyordu. her şey ağır çekimde ilerliyor ve gözümün önünden kayıp gidiyor gibiydi. kendimde değildim. soğuk kanlı olup futbolcularımı motive etmem gerekirken, başım dönüyor midem bulanıyordu. tam o sırada tribünlerden gelen bir su şişesi kafama vurmuş beni kendime getirmişti. hala berabereydi durum. hala bir umut vardı. milan da kurduğu baskıdan sonra yorulmuş, kendi sahasına çekilmiş ve devrenin bitmesini beklemeye başlamıştı. neyse. ikinci devreye başladıktan sonra mücadele orta sahada sürmüş ve artık herkes maçın uzatmalara kalacağına inanmıştı. ancak. işte o an gelmişti. san siro'da muazzam bir sessizlik olmuştu. o an yanımda arkadaşıma bir şey söyleyen ben, ekrandan gözlerimi ayırmış olmam yüzünden olanların farkında değildim ama sessizliği farketmiştim. ekrana baktım. ve bordo mavi bir şeylerin yanıp söndüğünü gördüm. gol olmuştu. aman tanrım gol. ümitlerin yittiği, çaresizlik içinde kalmış olduğumuz anda, gandalf'ın miğfer dibi'ne yetişmesi gibi, fatih tekke de bizim imdadımıza yetişmiş, sjrna'nın yaptığı ortaya kafayı vurup milanı devirmişti. sevinç çığlıkları atıyor, dünyayı yıkıyordum. evde misafir olmama rağmen ana avrat sövüyor sevincimden yerimde duramıyordum. ancak bir anda her şeyi idrak ettim ve korkak korkak ve yavaşça dakikaya baktım. ya dakika henüz 70 ise? ya 75 ise.? ya 76 ise. tanrım ne olur olmasın. ama dualarım kabul oluyordu. dakika 87 yi gösteriyordu. ve evet. bitmişti maç. şampiyonlar ligi ön eleme turunda milan'ı devirmişti trabzon. işte tüm dünya artık tekrar şahit olmuştu bu takımın büyüklüğüne. tüm dünya yıllar sonra yine trabzonspor'u konuşmaya başlamıştı.
işte sayın sözlükçüler. o maçtan sonra, tam da o maçtan sonra, bir save alayım dedim. ne olur ne olmaz dedim. ne bileyim; şarj biter, elektrik gider, eve uçak falan girer. aldım save'i. içim bir rahat ki sorma gitsin. ancak save aldıktan sonra içime bir kurt düştü. ne olur ne olmaz dedim. oyundan çıktım. save dosyasını buldum ve bilgisayarımın dörtbeşbin yanına kopyaladım. işte olanlar ondan sonra oldu. oyunu tekrar açmak istediğimde dosya hasarlı hatası verdi. inanamadım. gözyaşlarına boğuldum. ne yaptıysam olmadı. evirdim çevirdim yok. tınlamıyor. bütün uzmanlığımla deliler gibi geri getirmeye çalıştım, düzeltmeye çalıştım yok. yok yok yok. evin altını üstüne getirdim o an. sikerim misafirliğini dedim vurdum kırdım. kendimden geçtim. alkole verdim kendimi.
ve şimdi soruyorum. ulan ibneler. aynı şeyi fm08'de de yaptım. hem de defalarca. onda nden bir şey olmadı ulan. neden bunda hata veriyor ulan. sizin teknikerlerinizin hepsini tek tek fatih tekke siksin ulan. sittrieee. *
leeds united ile oynadığım 4. sezonda, fransa league 2 takımlarından sete'nin capon futbolcusu koji hayashi'yi garip bir şekilde başıma musallat etmiş oyun.
sete ile alakam yok. koji hayaşi kim ak? ama birkaç haftada bir şöyle bir haber geliyor; yok koji hayashi idmana çıkmadı ceza vermek ister misin, yok koji hayashi kırmızı kart gördü ceza verecek misin... bu ne lan?! koji hayashi kim olum?
artık otomatiğe bağladım, her vukuatında 2 haftalık maaşını kesiyorum ipnetorun.
iddia edildiği kadar kötü değildir. 3D özelliği farklı bir hava katmış. oynatılmayan futbolcu kaprisleri biraz daha azaltılmış gibi. önceki fm'lerde kadroya giremeyen oyuncular hemen "sikerim lan ben gidiyorum" ayağına yatmaya başlıyorlardı. sabretmeyi bilmeyen pezevenklerle doluydu takımlar. bir de kontrat yenilemeler hep bi sorun oluyordu. illa aldığı paranın daha fazlasını istiyordu futbolcular. şimdi aynı maaşa talim etti birçoğu. sanırım kriz futbolcuları da etkilemiş.
kendi adıma en bıktırıcı yönü basın toplantıları. ingilizce yarım yamalak olunca küfür mü ediyoz, yalamalık mı yapıyoz anlamıyoruz anasını satiyim. o çok koyuyor bana. türkçe yama çıksa da fatih terim gibi giydirsek ibne medyaya.
football manager'ın yaşattığı gerçeklik duygusunu en üst düzeyde tattıran, hiçbir şeyi için değilse bu özelliği için oynanması gereken oyun ötesi. maç izlercesine monitöre bakmak, derbi maçlarda arkadaşları çağırıp bira falan açmak... müthiş, gerçekten harika. hele 3d'de 90 dakika oynayınca mükemmel oluyor. ah bir de gerçekçi saha grafikleri falan yapılsaymış gerçekten çok güzel olurmuş. ulan her maçı anlatıyorum ama bu maç apayrı arkadaş.
11 haftada 28 puanla lideriz. 9 haftadır yenilmiyoruz. ikinci hafta kuban'a 2-3 kaybetmişiz, sonra bir de khabarovsk ile 1-1 berabere kalmışız. onun dışında hep kazanmışız. arkamızdan gelen torpedo moskova var, 11 haftada 25 puanla hemen yakınımızdalar. ve 12. hafta mücadelesi, uralmash'ta ural - torpedo moskova arasında!
torpedo ilk haftalarda gerilerdeydi, ama hep en çekindiğimiz rakipti. hayvani bir premier lig tecrübeleri vardı ve istediklerinde tüm ligi skip atarak premier lige çıkabilecek güçte bir takımlardı, 5 haftada 15 puan toplayıp kıçımıza kadar sokuldular zaten. ama nasıl bir heyecan var... football manager ile alakası olmayan arkadaşları çağırdım. anlattım durumu, beyler oturun 90 dakika maç izliyoruz dedim. başta gülüştüler, ama öyle bir anlattım ki oturdular yanıma, fındık fıstık aldık.
kazanmamız durumunda çok rahat bir nefes alıyoruz. çünkü aynı hafta 3 ve 4., 5 ve 6. takımlar oynuyor. kazanırsak aradan yardıracağız; o saatten sonra da kimse tutamaz zaten ural'ı.
maç saati yaklaşıyor. bende bir heyecan, amanın. hiçbir fm oyununda böyle heyecan yaptığımı hatırlamıyorum. dile kolay, 9 galibiyet 1 beraberlik 1 mağlubiyet ulan, ikinci ligde kim yapmış bunu? ya da neyse, bir bok zannettim kendimi. uralmash "orospu çocuğu torpedo moskova!" sesleriyle inliyor. maçtan önce verdiği demeçte torpedo'nun teknik direktörü, ural'ı sahaya gömüp premier lige çıkan biz olacağız diyor. cevap veriyorum. istediğiniz kadar oynayın havada karada gömer, ebenize atlayıp premier lige çıkarız diyorum. medya aracılığıyla güzel bir kavga ediyoruz.
maç başlıyor... biz monitöre bakıyoruz, boş tribünler sahaya. hep bir ağızdan bağırıyoruz, başka tezahürat yok, orospu çocuğu torpedo moskova diye höykürüyoruz. korkmuyor değiliz. aslında korktuğumuz için bağırıyoruz avaz avaz, fm'nin ibneliklerini biliyoruz; torpedo'dan evimizde 5 yersek şaşırılacak bir sonuç değil. maça farklı bir sistemle, ayrıca da ortasahanın sağında zhdankin'le başlamışız.
dakika 9. artem fidler sağ kanattan uçarcasına geliyor. "ulan orası zhdankin'in kanadı, bu pezevenk nerde?" diye düşünürken, son çizgiye inip dışarı doğru çıkarıyor topu. cezasahasının dışına doğru, hemen hemen oralara gidiyor top, yerden ve hızlı. nerede diye bakındığım zhdankin gelişine vuruyor... 1-0. henüz 10 dakika olmadan 1-0'ı yakalıyoruz. ama kuban maçını hatırlıyorum, ne olur ne olmaz hafız; sevinmemek gerek.
maç devam ediyor. ortada geçen bir oyun, zaman zaman geliştirdiğimiz ataklar. 20. dakikada tekrar başlıyoruz torpedo'yu ezmeye. ama gol beklenmedik bir anda geliyor. dakika 29. artem fidler, yine koşuyor; ama bu sefer ortasahadan alıp getiriyor topu. cezasahasının dışında. sıkışıp katulskiy'ye veriyor. aradan kaçıp tekrar alıyor topu. düzgün bir vuruşla, ama beklenmedik bir anda; cezasahasının dışından tam çatala vurduğu topla 2-0 öne geçiriyor ural'ı. deliriyoruz, sevinçten ağlayacağım. fazla gecikmiyor. 12 dakika sonra, 41. dakikada...
korner kullanıyoruz. defansın belkemiği, takımımın servet'i averjanov kafayı vuruyor ve farkı 3'e çıkartıyor. ilk yarıyı 3-0 önde kapatıyoruz. ikinci yarı sistemde hiçbir değişiklik yapmaksızın oynamaya devam ediyor ve kazanıyoruz maçı. kıyamadım, kaybolmasın lan o görüntü dedim bir de ss aldım üzerine.
maç bitiyor. torpedo'nun teknik direktörü morarıyor. en yakın rakibimle aramdaki fark 6 puan oluyor ve 12 haftada 31 puanla liderlik koltuğunda taşaklarımı sere sere oturuyorum. maçtan sonra haberlerde de gözüme çarpıyor;
ps: maçı afilli anlattım. gollerin sırasını, tam olarak dakikalarını, nasıl atıldıklarını da bilmiyorum; maksat okusun eğlensin, milletin canı fm çeksin. torpedo'dan korkuyordum, maçı görmemek için çiş yapmaya gitmiş ve en hızlı moda almıştım. geldiğimde 2. golün tekrarını gösteriyordu.
uzun çalışmalardan, çalıştırmalardan ve zorluklardan sonra tekrar kavuşup birlikte gözyaşı döktüğüm sevgilim. insana bütün dertlerini birkaç saatliğine de olsa unutturabilen, takımları çekip ayakta takımınızın maçını elinizde kahve-sigara ikilisiyle izlediğinizde sizi dünyanın en mutlu insanı yapabilen mükemmellik.
evet, yine, yeniden... rabbime sordum panathinaikos dedi. daha önce de düşünmüştüm bunu, ve tahmin edebileceğiniz gibi bu takımla başladım yeni macerama. pes 2009'da çalıştırmıştım bu takımı, bütün kadroyu bilirdim fakat mevkilerine falan dikkat etmemiştim. bununla birlikte, gol yollarında sıkıntı çeken defansif bir ekip olduklarını biliyordum. en azından kadroları itibariyle öyleydi. nedense, kafamda hep öyle bir takım canlanmıştı; belki de benim sanrım, bilmiyorum. oyuna başladım. bir hazırlık maçı dışında, geri kalan maçları iptal ettim. o hazırlık maçım da akademisk boldklup isimli, yamulmuyorsam bir danimarka takımıylaydı. danimarka futbolunu da bilirdim, bu takım ikinci ligde değildi. üçüncü lig takımıyla maça çıkacaktık. maçtan önce "ee ne bok yiyecen?" diye soran antrenörüme takımı bilmediğimi söyledim, sağolsun kendisi takımı kafasına göre dizdi. 4-4-2 ile çıkacaktık. şöyle bir baktım. karagounis, goumas ve salpingidis sahadaydı. tamam, olur herhalde dedim ve maça başladım. olmazsa da değiştirecektik, takımı tanıyordum. ilk yarının sonuna kadar tutuk bir futbol oynamamıza rağmen 43 ve 45'te bulduğumuz gollerle ilk yarıyı 2-0 önde kapatmış, ikinci yarının hemen başında 48'de bulduğumuz golle de 3-0 öne geçmiştik. son dakikalarda yediğimiz golün önemi yoktu, önemsiz maç 3-1 galibiyetimizle sona ermişti. fakat oynanılan futbol kesinlikle tatmin edici değildi. böylesine kötü bir rakibe karşı pas dahi yapamamak, üst üste 3 pozisyonda 3 gol bulmak moralimi bozmuştu. geç olmadan, bu takımda yapamayacağımı anladım. sıradaki rakibim, lig başlamadan önce şampiyonlar ligi ikinci eleme turunda beitar jerusalem olmuştu. ilk maçımı evimde oynayacaktım ve birkaç gün sonraydı. ne akılla bilmiyorum, ama düzeni bozmadım. 30'da penaltıdan bulduğum golle 1-0 öne geçtim, ilk yarı da bu skorla tamamlandı. akademisk maçına göre çok daha iyiydik, oyuncular işin ciddiyetini kavramışlardı; pas trafiğimiz iyiydi, defansımız sağlamdı. fakat tutukluk devam ediyordu. pozisyona pek giremiyorduk, atılan paslar ileri gitmiyordu; top da elbet kaybediliyordu. golü de penaltıdan bulmuştuk zaten. ikinci yarı, 70'te rakibin tamuz isimli domuzunun attığı kafa golüyle maç 1-1 sona erdi. bu kulüpte oynamayı çok da istemiyordum, sempati duyduğum için denemeyi düşünmüştüm. her oyuncuyla uğraşmak kafadan bir 3 saatimi alacağı için, panathinaikos kariyerimi başlamadan sonlandırdım. ve tekrar öğrendim ki, it gibi hayvan zenit gibi takım yokmuş. hehe, kafiyeme sıçayım. evet, geri döndüm. vazgeçemedim kulübümden, aslan parçalarımdan.
zenit st petersburg için, petersburg yollarına koyuldum. panathinaikos'ta yaptığım gibi, hazırlık maçlarını iptal ettim. tek bir maç vardı, o da ukrayna devi shakhtar donetsk ileydi. önceki entrylerimden birinde, yine zenit kariyerimin başlangıcında yaptığım shakhtar maçını yazmıştım. o maçı 6-0 kazanmıştık. maçtan önce keyifle kadromu toparladım, tükürdükleri yere kadar bildiğim futbolcularımı dizdim. yönetimle konuştum, "özledim lan şerefsizler" dedim. 15 bin kombine sattık. her şey güzel gidiyordu, shakhtar maçında alınacak bir galibiyet moralimi düzeltecekti panathinaikos başarısızlığının ardından. 4 defans, ön libero, 2 orta saha, 1 forvetsif ortasaha (amc lan işte) 2 forvet düzenini bozmadan çıktım maça. hastaydım bu sisteme, deli gibi top oynamıştık bununla zamanında. orta sahanın boş kaldığını düşünenler olacaktır, fakat zenit'te 2 orta saha geçit vermiyorlar. bende iki adet canavar gibi amc var, baktım işler kesat; orta sahanın ortasına dikiyorum herifi, hem top alıyor hem top atıyor. her neyse. kadromu kurdum, çıktım maça. o sırada bilgisayarı kardeşime emanet edip bir kahve yapmaya gittim. döndüğümde henüz 12. dakika oynanıyordu ve 2-0 üstünlüğümüz vardı. "haha işte bu lan!" diyerek maçı hızlandırdım, ve anatoliy tymoschuk kaplanımızın attığı 2 golle, shakhtar'ı 4-0 devirmeyi yeniden başarmıştık.
daha sonra, geçen seneden kalan bir lokomotiv moskova süper kupa finali çıkıyordu karşımda. üç kez geldiğim zenit'te, iki kez kaldırmıştım bu kupayı. bu sefer de kaldıracağımdan şüphem yoktu, fakat takımımın böyle maçlarda piçlik yaptığını da iyi biliyordum. düzeni bozmadan, oyuncularımı gazlayarak çıktım maça. arshavin'in maç öncesinde antrenmana çıkmaması, uyarmam üzerine suçunu kabul etmesi gibi olaylar takımı etkilemişti. iyi top çeviriyorduk ama kaleye yaklaşamıyorduk. nadir gelişen lokomotiv atakları kalemizde tehlike yaratsa da oyuncuların beceriksizliklerinden ötürü gol yemiyorduk. durgun geçen ilk yarının ardından, ikinci yarıda heyecan artıyordu. maçta son çeyrek saate girilirken skor 0-0'dı hala. beklenen gol 78'de, aslanım kaplanım radek sirl'den geliyordu. mükemmel frikiğiyle takımımızı 1-0 öne geçiriyordu sirl, bitime sadece 12 dakika kalmışken. fakat sevincimiz ne yazık ki uzun sürmeyecekti. sağdan odemwingie'nin arka direğe kestiği topa ayak koyup ağlarımızı bulan renat yanbaev skoru eşitlediğinde, dakikalar 83'ü göstermekteydi. maçın normal süresi 1-1 tamamlandı. tahmin edebileceğiniz gibi, uzatmanın ilk devresi de maçın büyük bölümü gibi durgun geçti. ikinci uzatmaların sonundaydık artık. heyecan had safhadaydı. artık penaltıları kime kullandırtmam gerekeceğini düşünüyordum ki, anyukov'un sağ taraftan yardırdığını fark ettim; meğer maçı götümle izliyormuşum. evet, dakika 119. anyukov'un ortası, karambol; tekrar sirl'e çarpan top, kalecinin götünü yırtarak çıkarmaya çalıştığı, fakat çıkartamadığı top. radek sirl'in inanılmaz oyunuyla, lokomotiv'i de 2-1 devirerek ikinci maçımda süper kupanın sahibi oluyorduk. bu kupa hepimizindi, "play for the fans!" demiştik, taraftar için oynadık ve aldık, heyhey.
artık lig başlıyordu. asıl hedefimiz lig şampiyonluğuydu. henüz avrupa kupalarında şampiyonluklar yaşayabilecek kadar büyük bir takım değildik. en azından lig şampiyonluğunu hedeflemek bizim için daha makuldü, fakat bu şampiyonluğu istememizin sebebi de avrupa kupalarında yolumuzun açılması içindi elbette. uzun vadeli bir hedefti bizim için avrupa. bir gün şampiyonlar ligi kupasını da kaldıracaktık, fakat şimdi açılış maçında tom tomsk'u, petrovski'de devirmeliydik.
kolay değildi, ama zor da olmadı. tam kadro çıktığımız maçta ilk yarı pek oynamamıştık. ilk yarının skoru 0-0'dı. ikinci yarıda canlanmalarını söylediğim oyuncularım beni yanıltmamış, yine sirl-tymoschuk ikilisinden bulduğumuz gollerle maçı 2-0 kazanmıştık. hele ki sirl'in 40 metreye yakın mesafeden gönderdiği füzesi harikaydı. zayıf rakibimizi, evimizde mağlup etmiştik. ilk haftadan lig liderliğini kapmak istiyorduk, fakat evinde shinnik'i 2-0 mağlup eden, süper kupada eleyerek şampiyon olduğumuz lokomotiv moskova ligin ilk sırasındaydı, hemen arkalarından ikinci geliyorduk. averajımız da aynıydı, bu yüzden pek önemsemiyorduk ikinciliği. nasılsa ilk haftaydı. en önemli rakiplerim olan rubin kazan-cska moskova ikilisiyse, maçlarını 2-1 kazanarak, +1 averajla kendilerine daha alt sıralarda yer bulmuşlardı.
bu sonuçların ardından, fm insanı sözlük yazarı der meister, yöneticilerin müthiş bulduğu bir performans sergileyerek 3 maçta 8 gol atıp 1 gol yiyerek, 7 averajla; 3 maçta 3 galibiyetlik seriyle sevdiceğine mükemmel bir dönüş yapıyor, petersburg'a dönmenin sevinciyle bu entrysini dilenci osurugu'na armağan ediyordu.
seviyorum sizleri. autordermeister blogspot com adresini takip etmeniz, başlıkta tek tek entry aramamanız açısından daha faydalı olacaktır; fakat şimdilik pek bir nane yok bahsettiğim yerde.
teşekkürler, sevgiler, saygılar. şak şak şak.
edit: otuzbir değil alkış efekti lan. fena da olmazdı hani gece gece.
en sevdigim ve her macta oynattigim iki oyuncumun, ki birisi kaptan bir digeri de yedek kaptan, burda her seyi basardik artik gidiyoruz diyerek takimdan ayrilmak istedikleri oyun. ulan ben isyan etmeyim de kim etsin? 2021 sezonunda bu teknolojiye ragmen hala su gibi sakatlanan oyumcularimdan da hic bahsetmiyorum. ulan 12 yilda hic mi gelismedi tip bilmi? adam 6 ay sakatlaniyor.
galatasaray'la oynarken, uefa kupası 2. tur 2. maçında şükrü saraçoğlu'nda feneri 4-1 yenip toplamda 6-3'le tur geçince hata verdi oyun.
"oyundur bir daha maçı oynarız artık zaten en son save'im oradan" dedim. tekrar açtım oyunu, bu sefer 0-0 berabere kaldım ve elendim. işin ilginci sonrasında oyun hata vermedi. ne kadıköy lanetiymiş lan! allahsız fm!
yönetimle didiştiğim, erzurumspor'un başına geçtiğim ikinci hafta, erzurum'a hazırlık maçı için marsilya'yı getirebildiğim über oyun.
adamlar iyi ayar verdiler ha. topuğuna basmış, geldi karşıma elinde tesbih. "sen bizlen anlaşamayon. ben bahtın senin millet rosya deyü, ikinci millet de yunan imiş." dedi. sevmediler beni. akçaabat sebatspor'a da kaybettim zaten ilk maçta. ühüh. erzurumlu bir çay bardağı olaydım, görmeyeydim bunları.
yaklaşık olarak ya da tam olarak 17 saattir aralıksız oynadığım oyun. bu süre zarfında 4 paket winston blue, sabaha karşı olmak üzere 1 paket captain black + 20'lik johnnie walker, bir kaç bira ve yanımdaki arkadaşımı bitirdim. şu an kafam biraz iyi, o yüzden oyundan pek bahsemeyeceğim. zaten tuvalet molası vermek için çıktım oyundan, niye buraya yazıyorum hala anlamış değilim. neyse, oyuna dönüyorum ben. by, kib, sçs, s.o.s, o.ç.
sakatlığa en dandiriğinden çözüm getirdiğim oyun. şöyle ki;
maç öncesi kilit oyunculardan birisi sakatlanır diye oyunu kaydetmeli ki, maç esnasında sakatlanınca, doktor raporu eğer 3-4 ay arası sakat diyorsa oyunu kapatıp tekrardan kaldığımız yerden açıyoruz. başka türlü sakatlığın önüne geçemezsin aga. ne yani? mancehster city'de robinho 6 ay sakat dese ben ne bok yiyecem 6 ay? fernandes'i mi alayım onun yerine? yok abi o kadarına gelemem.. madem fm böyle bir ibnelik yaptı, ben de aynısını yaparım en daşaklısından.
unutmadan söliyeyim. angelo palombo diye bir hayvan var. utanmasalar tüm değerlerini 20 yapacaklar herifin. kaçırmayın derim. zira bu kanatlı orta sahayı 42 milyon dolara arsenal'a kaptırdım.