acayip ironik bir geceydi o. bütün gün kilo verelim, götü göbeği eritelim diye bu sıcaklarda dilimiz dışarda geberdiğimiz fitness salonundan elemanlarla farklı masalarda hopur hopur dürümleri mideye indirirken karşılaşınca beni çok acayip bir gecenin beklediğini bilemezdim. önce sağa sola kafayı kaldırak baktım "ben bi arkadaşa bakçaktım" havasıyla bozuntuya vermemeye çalışıyordum. hepimiz suç üstü yakalanmış koca çocuklar gibi birbirimize bakmamaya çalıştık, resmiyet tribine girdim. girdik. girdiler sanırım. ya sırası mıydı şimdi tam da ağız tadıyla bir adana yiycektik oysa, shit, fuck amk. şeklinde isyan ediyorduk. basılmıştık, iştahımız kaçmıştı. belki bazıları bana ne ya deyip hiç de oralı olmamış olabilirdi. hayatım boyunca öyle net, kendinden emin ve egosu kıymetli biri olmayı ne çok isterdim oysa. ve oysa ne kadar da açtım, aslına bakınca çok da samimi değiliz elemanlarla yani. salonda karşılaşınca merhaba merhaba durumu yani ama ne olursa olsun pis bir durumdu. bu lekeyi zaman temizleyecek miydi ünlü besteci serdar ortaçgil'in dediği "zaman herşeyin ilacı"mıydı yoksa diğer büyük bir eserinde dediği gibi "binlerce dansöz" var mıydı, biz o dürümcüde fitness hocamıza karşı birer dansöz müydük yoksa kader kurbanı mıydık. belki de belki de sadece karnı acıkmış sade insanlardık. derin iç çatışmalara girmiştim garson sorarken "abi porsiyon mu dürüm mü olsun, acı da olsun mu"? ben dedim zaten ben şu anda çok acılıyım. dostoyevski sendromlarındayım. Kendi kendime konuşuyordum. dudağımdan "light lavaş vardı di mi"? sorusu belirsizce döküldü. garsonlayt? dedi. ben dedim yağsız et, diyet dana, kepek ekmeğine sokuştulmuş kepekli lavaş var mıpeki? garson bir delinin mekana geldiğini düşünüyordu kuşkulu bakışlarla kasadaki patronuna çaktırmadan benden ve anlamsız sorularımdan bahsediyordu. patron kasadan kalktı kıl bakışlarla
bu kez o geldi "buyur kardeş ne istedidiydin sen? olayın saçma bir yere gitme eğiliminde olduğunu hissetmiştim. başımı sallayıp şöyle silkindim. yok abi dedim bu saatte malum yemek yemek biraz ağır oluyo arkadaşa daha hafif yollu birşey var mı diye sormaya çalışmıştım yanlış anlaşılma oldu. bunu da fazla sesli söylememeye çalışıyordum ki diğer badici elemanlara alay konusu olmayayım. haa dedi mekan sahibi
sana tavuk atalım. tavuk but var kanat var. ben dedim göğüs kısmından, yağları alın.... orda durdum tamam tamam but iyidir dedim. at abi sen butları at. lavaş da olmasın. yeşilliği bol olsun. herif beni dinlemeyi bırakıp döndü. ayı gibi yemek istediğim bir gece sağlıklı beslenme programlarının sikindirik saman menüsüne dönmüş müydü? ama but kötünün iyisiydi. butları hart diye erol taş tarzı ısırmak haz veriyordu. her bir but 3 ısırıkta bitebiliyordu. hatta sağ ele peçeteyle yapılacak bir hamle parmakların yağlanmasını da önlüyor daha şık görünümlü bir stil yaratıyordu. yanında ayran söylemiştim. kutu mu açık mı dedim. ikisi de var. açık ayranımız güzeldir dedi. beni adam yerine koymaya başladıklarını, normal bir müşteri statüsünde değerlendirdiklerini hissedince rahatlamıştım. buna güvenerek sordum -peki? yoğurdunuz manda mı?- garsonu yine afallatmıştım. -abi yok manda yoğurdu bulmak kolay olmuyor. normal yani
inekdedi. okey dedim. açık olsun köpüğü de olsun. olsun ki biraz oyun oynayayım. çocukluğum aklıma gelmişti. dudak kenarına bulaşan süt, yoğurt vb. neyse bizim badiciler başıyla selam verip pis sırıttılar. ama ben bozuntuya vermedim. sonuçta benimki dürüm değil diyet menüydü. kola bile içmiyordum. gazlı içeceklerin sporcuya ne kadar zararlı olduğunu göz ardı etmemiştim. ayrıca o light, zero filan asla doğru değildi. yahudi satış yalanlarıydı bunlar. haberlerin tekrarını dinliyordum et kokuları yayılırken etrafa. gece güzeldi. düşündüm bu mekan beni dövmeye kalksa bu badici arkadaşlar beni korur muydu? onlara güvenmem gerekir miydi? o arada garson geldi elinde tabakla. o da ne ,ne göreyim? yanında pirinç pilavı. oldu mu şimdi bu saatte ne kadar yanlış bir seçim? sordum yine -bulgur pilavı şeklinde pilav yok mu. garson bana kilitlenmişti. yok pirinç pilavı sadece. istemezsen yeme. kabalaşıyordu. oysa sadece sormuştum. ya bu adamlar ne kadar düz insanlardı. diabet hastası, tansiyon, kalp hastası hiç mi özel durumu olan müşterileri olmuyordu. mesela ben soğan yemzdim normalde. oysa dedim mi soğan olmasın tabakta. demedim. işini zorlaştırmaya niyetim yoktu. lanet olsun hep böyle küçük şeylerdi işte bizi üzen, sevindiren, hep küçük şeyler. a kimindi bu şarkı? ha evet, bu kez bülent ortaçgil'dendi. yoksa bülent ortaç mıydı? yok be serdar ortaçgil bülent ortaç'tı. hatta bülent serttaş vardı bıyıkları vardı onun,kebap göbekçiği de vardı. aklıma dostoyevski gelmişti yine. ya bu adam hep aklıma alakalı alakasız yerlerde geliyordu. tanrı gibi şeytan gibi bir yazardı o. deliydi. sara hastasıydı. demek ki dedim ben dostoyevskinin dehasından dolayı tanrı gibi sık sık aklıma gelmesine engel olamıyorum o zaman tanrı özel yapım kullarına parçalarından mı vermişti. gerçeğe ulaşmak adına. neyse bunu düşünecek yer bir köşe başı kebapçısı değildi. ya da öyle miydi düşünmek her ansa. bu kebapçılar neden hep kardeşlerden oluşuyordu.ailece adam dövmek için mi? herkes kalkıncaya kadar sakince oturup oyalanacaktım. çay içicektim hatta şekersiz. inşallah çay vardır. bayat diye çöpe dökmemişlerdir. haberlerde aynı şeyler vardı hafiften dinliyordum. çok karmaşık ve salak bir ülke olduğunu düşündüm bir an. fitnessa 2-3 gün ara vermeli, egzersiz saatlerimi de değiştirmeliydim.