Bir tornavidanın delik deşik ettiği vücuduyla hasta yatağında yatarken acaba ne düşünüyordu? Sevginin anlamını mı yoksa kadın olmanın zorluklarını mı? Ya da bu devletin, kendini korumaktan aciz bir kadını neden koruyamadığını mı sorguluyordu?
Henüz yirmi üç yaşında gencecik ve meslek sahibi bir genç kızken, muhtemelen aşık olarak evlendiği o adamın kendisini nasıl bu hale getirdiğini sorgulayıp çözmeye çalışıyordu belki de. Dört yıllık evliliğinin hikayesi hazindi. Şiddet, çoğu kadının olduğu gibi onun da kaderiydi. Boşandı. Gelecekten umutlu olduğunu söylüyordu. Kadının 'birey' olarak görülmediği bir toplumda boşanmaya cesaret edebilmesi bile umutlu olduğunun işaretiydi. Çünkü nice meslek sahibi ve toplumda yer edinmiş kadınlar bile kaderine razı olmayı tercih ediyordu.
Ama bilmediği ve çok acı bir biçimde öğreneceği bir gerçek vardı; bu toplumda bir kadının cesaret sahibi olması ya da kendine güvenmesi bir hayat kurmaya yetmiyordu.
Eski kocası peşini bırakmadı. Mütemadiyen aradı, yeniden birlikte olmak istedi. Onun itirazlarını dinlemiyordu bile. Dile gelmeyen, belki de gelmiş olan şuydu; "Ya benimsin ya toprağın!"
Geçen iki yıl süresince eski eşinin tehditlerinden korkup iki kez şikayette bulundu ama şikayetleri sonuçsuz kaldı. Sonunda, aslında bekleniyor olması gereken ama hep görülmezlikten gelinen ihtimal gerçekleşti.
Çalıştığı kuaför salonunu basan eski eşi tarafından tam beş yerinden darp edildi. Eski eş, yeniden birlikte olma teklifini reddeden Filiz Akdoğan'ı elindeki tornavidayla darp etti. Akciğerine, bağırsaklarına, sağ kulağına ve koltuk altına beş kez olmak üzere sapladı.
Filiz Akdoğan şimdi, ciğerleri hasar almış ve güçlükle nefes alırken, ölümü yenmiş olmanın sevincini bile yaşayamıyor. Ölümden kurtuldu ama ya kader? Bu ülkede kadın ölümlerinin neden önlenemediğini anlayamadığını söylüyor. Ve isyan içinde soruyor;
"ilk şikayetimde savcının karşısına bile çıkmadan serbest kaldı. Korunma taleplerim görmezlikten gelindi. Şimdi korku içindeyim çünkü o hala serbest. Beni kim koruyacak?"