biraz çetrefilli bir konudur. ama bu kavramın bilinmesinde azami fayda var.
---------- mehmet paksu'dan bir cevabi yazı bu konuda---
dünyanın dörtte biri müslüman, dörtte üçü ise islâm dışı inançlara sahip. islâm dairesi dışındaki bu dörtte üçün yarısı ehl-i kitap, yani hıristiyan ve yahudi. kalan yarısının önemli kısmı da, hinduizm, budizm, jainizm gibi değişik inançlara mensup. bir bölümü ise ateist, yani tanrıtanımaz. böyle bir durumda, zihinlere çokça takılan ve dolayısıyla çokça sorulan bir soru mevcut. soru, şu: islâm ülkesinde doğup büyüyen, müslüman bir ortamda yaşayan bir insan islâmı tanıma ve yaşama fırsatına kavuşuyor, dolayısıyla allahın varlık ve birliğine inandığı için kurânın ifadesiyle cennet ehli oluyor. bunun yanında, islâmı duyduğu halde allahın varlık ve birliğini kabul etmeyen bir insan da, yine kurânın ifadesiyle, cehennem ehli olacak. fakat islâmın mesajı kendisine hiçbir şekilde ulaşmamış veya ulaşmış olsa da, yanlış bir biçimde tanıtılmış olan bir insanın durumu nasıl olacak? ki, böyle bir insan, genellikle gayrimüslim bir ülke vatandaşı olduğu gibi, müslüman bir ülkede yaşadığı halde ailesinin ve çevresinin yönlendirmesiyle islâmdan uzak kalmış biri de olabiliyor. bu çeşit insanlar ne derecede sorumlular? burada bir fırsat eşitsizliği yok mu? allah mutlak adalet sahibi olduğuna göre, bütün insanlara kendisini tanıma yolunda ve islâmı bulma yönünde eşit fırsatlar vermemiş mi? açıkçası, ortada, bir yönü kulun iradesi ve seçimi ile ilgili, asıl önemli tarafı ise ilâhî adaletin tecellisi ile alâkalı bir sorular yumağı mevcut. esas itibarıyla, ilk insan ve ilk peygamber hz. âdemle birlikte insanlara hak din ulaştırılmış ve öğretilmiş, son peygamber olan hz. muhammede (a.s.m.) kadar bütün peygamberler aynı hakikati dile getirmişler. ancak hiçbir şekilde peygamberin mesajının ulaşmadığı insan ve toplumlar da vardır yeryüzünde. bunların sorumlu olup olamayacağı hususunu kurân açıkça cevaplandırıyor: peygamber göndermedikçe, biz kimseye azap edici değiliz. (el-isrâ, 17:15); kendilerine öğüt veren ve allahın azabından sakındıran peygamberler göndermedikçe, biz bir belde halkını helak etmedik. çünkü biz haksızlık edici değiliz. (eş-şuarâ, 26:208-209) ayrıca el-kasas, 28:47 ve tâhâ, 20:134 âyetlerinde de insanların sorumlu tutulmaları için peygamber gönderildiği bildiriliyor. ilâhî adalet burada hemen kendisini gösteriyor. bu âyetlerden açıkça anlaşılıyor ki, sorumluluk ve dolayısıyla ceza, ancak doğru bilgiden sonra sözkonusu oluyor. peki, insanların hak din hakkında doğru bilgiden mahrum oldukları, yani peygamberin davetinin ve mesajının insanlara doğru biçimde ulaşmadığı zamanlar var mıdır? hangi zamanları bu tarif içinde görebiliriz? peygamberin getirdiği mesajın ulaşmadığı zamanlar ve ortamlar tarih içinde var olagelmiştir. dinî ıstılahta bu dönem veya ortamlara fetret, bu çeşit insanlara da fetret ehli adı veriliyor. bu tür insanlar ya bir peygamberin mesajını duymamışlardır veya peygamberle gelen ilâhî mesaj çarpıtılmış yahut unutulmuştur. terim olarak fetret hz. isa ile hz. muhammed (a.s.m.) arasında hiçbir peygamberin gelmediği dönem için kullanılmış olsa da, islâmdan sonraki dönemde de bir derece fetret mevcut olabilmektedir. nitekim, yaşadığımız çağın en büyük islâm âlimlerinden bediüzzaman said nursî, hz. isaya gelen hakiki vahiyden mahrum olduğu gibi, islâm hakkında doğru bilgiye ulaşma imkânından da uzak olunan bir ortamı, fetret ortamı olarak gördüğünü belirtmektedir. (bkz. kastamonu lâhikası, 2:1615.) fetret ehlinin sorumluluğu ve ahiretteki durumu ile alâkalı olarak, islâm âlimleri arasında belli başlı iki önemli görüş vardır. birinci ve ağırlıklı olan görüşe göre; fetret ehli, putperest ve ateist de olsa, dinî bakımdan mükellef değildir. ahirette ise kurtuluşa erecek ve cennet ehli olacaktır. çünkü, bu insanların peygamber davetinden haberleri olmamıştır. gelen vahiyden haberleri olmadığı için de, akıllarını kullanarak dinî yükümlülüklerinin nelerden ibaret olduğunu bilemezler. çünkü, akıl tek başına iyi ile kötüyü ayırt edebilecek kapasitede değildir. kurânda, peygamber göndermedikçe insanların azaba uğratılmayacağı ve helâk edilmeyeceği belirtilmiştir. itikadî bir mezhep olan eşariyyenin çoğunluğu bu görüşü benimser. imam şâfiî ve ahmed bin hanbel ile birlikte, bir diğer itikadî mezhep olarak mâtüridî mezhebine mensup serahsî ve ibnül-humam gibi âlimler de bu görüştedirler. ikinci görüşe göre ise, fetret ehli allahın varlık ve birliğine inanmakla; ayrıca, kendi aklıyla bilebildiği kadarıyla iyi işleri yapıp kötü işlerden kaçınmakla yükümlüdür. bu yükümlülüğü yerine getirenler kurtuluşa erecek, getirmeyenler ise cehennem ehli olacaklardır. çünkü, ergenlik yaşına gelen bir insan kâinatın bir yaratıcısının var olduğunu aklıyla bulabilir. akıl, mükemmel anlamda olmasa da, allahın varlığını ve birliğini bulma ve bilme kapasitesine, temel konularda da iyiyi kötüden ayırt etme gücüne sahiptir. nitekim kurânda hz. ibrahimin aklını kullanarak allahın varlığına ve birliğine ulaştığı haber verilmiştir. (el-enâm, 6:76-79) yine aklın yardımıyla insanın cehennem azabından kurtulabileceği ifade edilmiş (el-mülk, 67:10); pek çok âyette ise, kâfirlerin affedilmeyip cehennem azabına çarptırılacakları bildirilmiştir. (el-bakara, 2:39 ve 2:162 gibi birçok âyet) peygamberler ise ahiret âlemi, ibadetler, hukuk ve ahlâk kuralları gibi aklın bilemeyeceği konularda insanlara bilgi verirler. başta imam-ı âzam olmak üzere ebã» mansur mâtürîdî ile bu mezhebe bağlı olan âlimlerin çoğunluğu, ayrıca fahreddin er-râzî, reşid rıza gibi âlimler ağırlıklı olarak bu görüşü kabul ederler. zamanımıza gelince; esasen, fetret dönemi şartları zamanımızda değişik tarzda devam ediyor. islâm geldi, bâtıl din ve inançlar geçersiz oldu; ama hak dinden hiçbir biçimde haberdar olamayan, islâm gibi bir hak dinin varlığını duymakla birlikte bazı tabiî engeller, fizikî imkânsızlıklar, güçlü psikolojik ve sosyal baskılar ve engeller sonucu hidayet nimetinden mahrum olan insanlar da az değildir bugün dünyada. buna göre, günümüz şartları içinde islâm diye bir dinden hiç haberi olmayan insanları, eşariyye mezhebi âlimleri, hiçbir şeyden sorumlu tutmazlar. mâtüridî âlimleri ise, bu insanların normal zihinsel yeteneğe sahip olanlarının gözlemlerine dayanarak, akıllarını kullanarak, düşünce melekelerini çalıştırarak allahın varlık ve birliği gerçeğine ulaşabileceklerini belirtirler. yine genel hatlarıyla belli başlı kötülük ve iyilikleri birbirinden ayırt edebilirler. bu husus hem hak dinlerin temel esaslarına, hem de insanın fizik ve psikolojik yapısına uygundur. islâmdan hiç haberi olmayan insanlar hakkında eşarî ve mâtüridî yaklaşım bu şekilde iken, islâmdan haberi olduğu halde onun hidayetinden yeteri kadar nasibi olmayanların durumu nasıl görülmektedir? eski âlimlerden câhiz ve imam gazalî, çağımız âlimlerinden ise reşid rızanın ele aldıkları üzere; bu sınıfa giren insanların durumu, islâmın veya peygamberimizin sadece adını duyup mevcut hükümler konusunda sağlam bir bilgiye ulaşamamak şeklindeyse, bu insanlar, eşariyye mezhebinin görüşü istikametinde, fetret ehline dahildirler. öte yandan, imam gazalî hak din olan islâm konusunda yanlış bilgi ve telkinler sonucu yanlış bir kanaate varanları da aynı kategoriye tâbi tutmaktadır. bediüzzaman said nursî de bu konuya temas ederek şu açıklamayı getirir: fetret zamanında peygamber göndermedikçe biz kimseye azap edici değiliz sırrıyla fetret ehli kurtuluşa ermiştir. ittifakla, teferruattaki meselelerdeki hatalarından dolayı hesaba çekilmezler. imam-ı şâfiî ve imam eşarîce, küfre de girseler, iman esaslarını kabul etmezlerse de, yine kurtuluş ehlidirler. çünkü ilâhî teklif peygamberin gönderilmesi ile olur. peygamberin gönderilmesi ile haberdar olunur, mükellefiyet de kararlaşır. (orijinal ifade için bkz. mektubat, 1:531) ayrıca ikinci dünya savaşında avrupada ve rusyada öldürülen çoluk çocuğun ve halkın katliamından dolayı büyük bir acı duyan bediüzzaman, onbeş yaşına kadar olanlarınher çocuk fıtrat [islâm] üzere doğar hadisi mucibincehangi dinden olursa olsun şehit hükmünde olduklarını ifade ettikten sonra, şu açıklamayı getirir: onbeşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu cehennemden kurtarır. çünkü ahirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. ve madem âhirzamanda hazret-i isânın (a.s.) hakiki dini hükmedecek, islâmiyetle omuz omuza gelecek. elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve hazret-i isaya (a.s.) mensup hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler, onlar hakkında bir çeşit şehadet denilebilir. hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, cenâb-ı erhamür-râhîmîne hadsiz şükrettim. ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum. (kastamonu lâhikası, 2:1615) bu noktada belirtmemiz gerekiyor ki, insanların hak dine ulaşmada karşılaştıkları bütün engel ve engellemelere rağmen, kurân âyetlerinde açıkça ifade edildiği üzere, her insanın hak dine karşı güçlü bir eğilimi vardır. insan, yapısı gereği, geçmişi de dikkate alarak, yaşadığı âlem ve gelişen olaylar sonucu düşünme durumundadır. bu âlem nedir, bu kâinat neden var, ben nereden geldim, nereye gideceğim? gibi sorular her insanın aklına hayatının bir döneminde muhakkak gelen sorulardır. insan, bu soruların cevabını sorup soruşturmaya çalışmalıdırvelev bu arayış içinde doğru olmayan veya eksik cevaplara takılma durumunda olursa olsun. bu araştırmadan müstağni kalıp da kibir, gurur, inat, zevkine düşkünlük ve tembellik gibi sebeplerden dolayı hak dinden ve hakikatten uzak bir hayatı tercih ederek iman ve faziletten mahrum bir ömür süren bir insan ise, âhirette ebedî saadete kavuşmayı da düşünmemelidir. çünkü burada hiçbir çaba sarfetmeden sonuca katlanma durumu sözkonusu olmaktadır. dünyevî çıkarı, menfaati, geçimi, geleceği ile alâkalı her türlü incelemeyi, araştırmayı, sormayı, soruşturmayı yaptığı halde, ruhunda mevcut olan inanma ihtiyacı, bir yaratıcıyı bulma lüzumu üzerinde hiç durmayan, bu konuda emek harcamayan bir insan, bütün bütün sorumluluktan kurtulamayacaktır. öte yandan, vahiysiz bir ortamın insanı, bu dünyanın ve bu dünyada varoluşunun amacını araştırsa bile, akıl hakikati tek başına bulmaya yeterli olmadığı için, yanlış cevaplara takılıp kalabilir; böyle bir insanın durumu, hesap günü elbette içinde bulunduğu şartlara göre değerlendirilecektir. ki, ilâhî adalet hem bu dünyada, hem de âhirette en küçük bir haksızlığa meydan vermeden tecelli etmektedir. hesap günü insanlar konumlarına, durumlarına, yaşadığı şartlara, zamana ve niyetlerine göre muameleye tâbi tutulacaklardır. allah hiçbir kuluna zulmedecek değildir, hiçbir kulunun kaldıramayacağı bir yük ve mükellefiyet de vermemiştir. meallerini vereceğimiz şu âyetler meseleye açıklık getirmektedir: iman edenler, yahudiler, sâbiîler, hıristiyanlar, mecusîler ve müşrikler arasında şüphesiz ki allah kıyamet gününde hükmünü verecek ve haklıyı haksızdan ayıracaktır. (hacc, 22:17) kıyamet gününde biz adalet terazisini kurduğumuzda hiç kimse en küçük bir şekilde haksızlığa uğratılmaz. hardal tanesi kadar bir amel de olsa onu mizana koyarız. hesap görücü olarak biz kâfiyiz. (enbiyâ, 21:47) zulmetmiş olan herkes o gün yeryüzündeki herşey kendisinin de olsa kurtulmak için feda ederdi. onlar azabı gördüklerinde için için pişmanlık duyarlar. sonra, haksızlığa uğratılmaksızın aralarında adaletle hükmedilir. (yunus, 10:54) ama insan duymak istemiyor, görmek istemiyor, kabul etmeye yanaşmak istemiyorsa, hiçbir şeye inanacak da değildir ve sorumluluğu kabul etmiş demektir. sen ölülere işittiremezsin, arkasını dönüp kaçan sağırlara da davetini duyuramazsın (neml, 27:80-81) buyuruyor kurân. kabul edilmesi gerekir ki, artık dünya eskisi gibi değil bugün. iletişim, ulaşım, bilgi ve bilgisayar ağının zirveye dayandığı bir dönemi yaşıyoruz. gerek ilim, gerekse sanat çevresinde meşhur insanların islâmı seçmesi, özellikle batıda okuma alışkanlığının ileri bir seviyeye ulaşmış olması, turizmin yaygınlaşması sonucu insanların imkânları ölçüsünde islâm kültür ve medeniyeti ile yakından tanışmaları, islâm âdet ve geleneklerini bizzat görmeleri, son olaylarda olduğu gibi islâmın öne çıkması gibi durumlar artık belli bir oranda insanların gözünü açmalı ve hakikate doğru hızını artırmalıdır. ancak bütün bu gelişmelere ve değişimlere rağmen henüz birtakım engelleri aşamayıp hak dine, islâma ve kurâna ulaşamayan bir kesim varsaki vardıreşariyyenin belirtmiş olduğu görüşe göre, onların allah katında sorumluluğu bulunmamaktadır. ilâhî muameleye tâbi tutulduğunda ise durumuna, konumuna, kendisine verilen akıl nimetini kullanma gücüne göre hüküm görecektir.