"Gör her şeyin nasıl karardığını... Dünyanın elle tutulur huzuru öfkemi kabartıyor, arzunun lezzetini berbat eden, gecikmiş bir tat bırakıyor ağzımda... Ruhum canımı yakıyor... Uzakta bir duman çizgisi yükselip dağılıyor... Kaygılı bir sıkıntı, düşüncelerimi senden başka yöne saptırıyor... Her şey ne kadar boş! Biz, dünya ve her ikisinin kendi sırları."
Hep bir şekilde karşıma çıkan, gizlenmenin, bir ömürde çok hayat yaşamanın yazarı, şairi ve düşünürü...
"Yaşamak bir başkası olmaktır. Ve insan bugün, dün hissettiği gibi hissediyorsa, hissetmek olanaksızdır. Dün hissedileni bugün de hissetmek, hissetmek değil, dün hissedilmiş olanı bugün de anımsamaktır yalnızca. Artık yok olmuş olan dünkü hayatın canlı cesedi olmaktır "
son birkaç günü bir şiirle özetleyebilen koca yazar. Tütüncü dükkânı isimli şiiri eğer hayatınıza sirayet etmemişse henüz başkası yazmış diye çekiniyorsunuzdur.
hiçbir şey değilim.
hiçbir şey de olmayacağım.
bir şey olmayı istemem.
ancak, dünyanın bütün düşleri var bende.
odamın pencereleri,
kimsenin kim olduğunu bilmediği, milyonlarca
kişiden birinin odasının
(tut ki tanıyorlar, odamı ne bilsinler...)
devamlı insanların gelip geçtiği bir caddenin
gizemine açılıyorsunuz,
bütün düşüncelere sapa kalan bir caddeye,
gerçek, imkansızca gerçek; kesin, bilinmezcesine
kesin
varlıkların ve kayaların altındaki şeylerin
gizemiyle,
duvarları rutubetlendirip insanların saçlarına
aklar düşüren ölümle,
hiçlik yolunda her şeyin katarını süren kaderle.
gerçeği öğrenmiş gibi yıkıldım bugün.
ölmek üzereymiş gibi aydınlandım bugün.
ve bu eve, caddenin bu yanına dönmek üzere
el sallamaktan daha fazla
bir yakınlık duymamıştım eşyalara.
bu bina ve caddenin bu yanı, sıra sıra vagon olur,
kalkış düdüğüyle
kafamın içinde döne döne,
ve bu gidiş sinirlerimi gerer, çıtırdatır
kemiklerimi.
bugün şaşkınım, düşünmüş taşınmış ve unutmuş
biri gibi.
caddenin karşısındaki tütüncü dükkanının
dış gerçekliği
ve her şeyin bir rüya olduğuna dair hislerimin
iç gerçekliğiyle duyduğum sadakat arasında
kaldım bugün.
çuvalladım her şeyde.
hedefsiz olduğum için, belki de, hiçliğe
yuvarlandım,
evin arka camından kaçarak fırlatıp attım
bana sundukları eğitimi.
kırlara çıktım da büyük umutlarla:
bütün bulduğum çimenler ve ağaçlardı,
insanlarsa diğerleriyle aynı.
gerisin geri camdan içeri girdim, bir sandalyeye
oturdum.
ne düşünmeliydim?
ne olduğumu bilmeyen ben, ne olacağımı
nereden bilirim?
düşündüğüm olmak mı? ama ben çok şey olmayı
düşünüyorum!
aynı şey olmayı düşünen öyle çok kişi var ki,
hepimiz birden olamayız.
dahi mi?! şu anda yüz binlerce beyin, benim gibi,
bir dahi olduğunu hayal ediyor,
ve muhtemelen tarih birini bile kaydetmeyecek.
hayali fetihleri bir gübre yığınından başka bir şey
olmayacak.
hayır, kendime inanmıyorum.
bütün tımarhaneler kesin yargı sahibi delilerle
dolu!
ya ben? hiçbir kesin yargısı olmayan, onlardan
daha mı az, daha mı çok haklıyım?
hayır, ben bile...
şu anda kaç tavan arasında veya başka katında
dünyanın,
hayal kuran, kendisi olduğuna inanmış ne dahiler
var, bilsen!
nice kibirli, soylu ve pırıltılı hedefler var ki
-evet, gerçekten kibirli, soylu ve pırıltılı
ve belki de ulaşılabilir-
bir nebze olsun gerçek gün ışığı göremeyecek ve
onlara
kulak verecek birini bulamayacaklar.
onu fethetmeye doğanlar içindir dünya,
haklı olsalar bile fethetmeyi hayal edenler için
değil.
napalyon'dan daha fazlasını yaptım düşlerimde.
isa'dan daha fazla insanlık sığdırdım fani
göğsüme.
kant'ın bir kere olsun kaleme almadığı felsefeler
kurdum gizlice.
ne var ki ben tavan arasındaki adamım ve belki de
hep böyle olacağım;
ben hep kerameti kendinde biri olacağım;
ben hep kapısız duvarların kapılarının yüzüne
kapanmasını bekleyen biri olacağım,
sonsuzluğun şarkısını bir tavuk kümesinde
çığıran ve tanrı'nın sesini kapatılmış bir
kuyuda duyan.
bana güvenmek mi? aman, hayır, kalsın orada.
savur doğa ateşler içindeki başıma
güneşini, yağmurunu, saçıma dolanan rüzgarını,
geriye kalanlar da gelsin gelirse; gelmeleri
gerekiyorsa, veyahut gelmesinler.
yıldızların hasta kalpli kökleri,
bir an önce kalkalım da yataklarımızdan
fethedelim bütün dünyayı,
uyanalım ki belirsizdir o,
kalkalım ki yabancıdır o,
terk edelim evi ki bütün yeryüzüdür o,
dahası güneş sistemi,samanyolu ve sonsuzluk.
(çikolata ye, küçük kız;
çikolata ye!
gör, şu dünyada daha farklı bir metafizik yok
çikolatadan başka.
gör, bütün dinlerin öğrettikleri de farklı değil
şekerci dükkanının öğrettiklerinden.
ye, küçük pasaklı, ye!
böyle hakikatli çikolata yiyebilir miyim ben de
senin gibi?
ama düşünüyorum da, gümüş kağıdı
kaldırdığımda kalay yaprağı sadece
geriye kalan.
her şeyi atıyorum yere, tıpkı hayatımı attığım
gibi.)
ama en azından bir acı kalıyor geriye o
olmayacağım şeyden,
hızlı kaligrafisi bu dizelerin,
imkansız adına yıkık sütunlar.
en azından gözyaşsız bir aşağılama hediye
ediyorum kendime,
en azından soylu olan kol hareketleriyle attığım
gibi
varlığım olan kirli çamaşırları, liste yok, devam
ediyor nesnelerin seyri,
gömleksiz kalıyorum evde.
(sen, avutucu olan, var olmayan ve bundan
dolayı avutucu olan,
yunan tanrıçası, yaşayan bir heykel gibi
yontulmuş.)
sen, düşünülmeyecek kadar soylu ve çaresiz
roma vatandaşı,
sen, gezgin şarkıcıların tanrıçası, parlıyor
güzelliğin önünde,
sen, onsekizinci yüzyılın markizi, dekolte giysiler
içinde ve uzaklarda,
babamızın zamanından kalma anlı şanlı sokak
kadını,
modern bir şey belki de -bilmiyorum nesin-,
olan biten hepsi bu, sensin ilham verdikçe
verecek!
kalbim boşaltılmış bir çöp kutusu.
insanlar nasıl yalvar yakar olurlarsa ruhlara,
yalvarıyorum öyle
ben de kendime, ve bulamıyorum hiçbir şey.
pencerenin önüne gidiyorum ve görüyorum
caddeyi bir mutlak açıklık gibi.
görüyorum dükkanları, görüyorum kaldırımları,
görüyorum geçip giden arabaları,
görüyorum karşıdan karşıya geçen giysili canlı
varlıkları,
görüyorum herkes gibi var olan köpekleri de,
ve bütün bunlar yük oluyor omuzlarıma bir
sürgün hükmü gibi,
yabancıdır hepsi, her şey gibi.
yaşadım, okudum, sevdim ve hatta inandım,
ne var ki bugün kıskanıyorum her dilenciyi o ben
olmadığı için.
görüyorum her bir paçavrasını, yaraları ve
yalanı,
görüyorum da kendime bakıyorum bir: belki de
sen hiç yaşamadın, hiç okumadın, hiç
sevmedin, hiç inanmadın.
(çünkü gerçekte her şeyi yapmak mümkün
olabilir de olmayabilir de.)
belki de sen sadece kuyruğu koparılan bir
kertenkele gibi var oldun,
kertenkeleden ayrı bir kuyruk olarak sürünüp
duran.
yarattım kendimden hiç bilmeden iyiyi,
ne yapabilirdim kendimden, olmayandan.
yanlış kılıklara büründüm bir zamanlar,
hemen olmadığım biri sandım kendimi
ve bir şey diyemedim, kayboldum.
maskeyi çıkaracağım anda ise yüzüme
yapışmıştı o.
çıkarıp da aynada gördüğümde kendimi
zaten yaşlanmıştım.
sarhoştum, sökemediğim kılığımı nasıl giydiğimi
bilmek de istemiyordum artık.
maskeyi fırlatıp
helada sızdım.
sahibinin şımarttığı bir it gibi.
böylesi daha zararsızdı,
ve ne asil olduğumu kanıtlayacak bu hikayeyi
yazacaktım,
nafile dizelerimin müzikal cevheri
caddenin karşısındaki Tütüncü Dükkanı'ndan
bakmak yerine
sadece kendi yarattığım bir şey gibi size
bakabildiğimdendir,
var olmanın bilinçliliğini ezdiğimde,
ayyaşın tökezlediği halı
ya da çingenelerin çaldığı beş para etmez bir
paspas gibi.
ama işte Tütüncü Dükkanı'nın sahibi kapıya çıktı
öylece duruyor.
cansıkıcı bir boyun eğmişlikle bakarım ona,
yarı yarıya ulaşılmaz bir ruhun sıkıntısıyla
birlikte.
o da ölecek, ben de öleceğim...
o tabelasını bırakacak geride, bense şiirlerimi,
nihayetinde onun da izi kalmayacak, benim
şiirlerimin de.
bunu belirleyen cadde de ölecek en nihayetinde,
neticede şiirlerimi yazdığım dilde.
ardından bu dolanıp duran gezegen de,
bütün bunların hepsi olduktan sonra ölecek!
diğer güneş sistemlerindeki başka gezegenlerde
bize benzer bir şeyler,
şiir gibi bir şeyler yazmaya,
tabela gibi bir şeyin altında hayata devam
edecekler.
mutlaka biri diğeriyle karşılaşır.
daima bir şey diğeri kadar yararsızdır elbette.
imkansız, gerçeklik kadar aptalcadır.
daima iç gizem, yüzeyde uyuyan gizemlilik kadar
gerçektir.
mutlaka bu ya da daima o
ya da ne biri ne de diğeri.
ama Tütüncü Dükkanı'na adamın biri girmiştir
(tütün almaya mı?)
ve makul gerçeklik aniden çarpar beni,
sandalyemden şöyle bir doğrulurum -enerjik,
kati, insanca-
ve bu dizeleri, aksini söylesemde, yazmaya...
bir sigara yakarım onları yazmayı düşünürken
ve o sigarada, bütün o düşündüklerimin
özgürlüğünün tadını alırım.
gözlerim dumanı izler
kendi izimmiş gibi.
ve zevklenirim o hassa ve en uygun anda
tüm düşüncelerden kurtuluş
ve tam hissedilemeyenlerin metafizik
uyanıklığıyla.
şöyle bir kaykılırım sandalyede
tüttürmeyi sürdürerek.
kader izin verdiği sürece
tüttürmeye devam edeceğim.
(şu benim çamaşırcı olan kadının kızıyla
evlenseydim, belki mutlu olacaktım.)
sandalyeden kalkar, pencereye giderim.
adam Tütüncü Dükkanı'ndan çıkmıştır
(bozuklukları mı cebine koymaktadır?)
hah, tanıdım onu: hiç de metafizik olmayan
Esteves bu.
(tütüncü kapıya çıkmıştır.)
ilahi bir dürtü altındaymışcasına
Esteves döner ve beni görür,
bir selam sarkıtır,
ben de "Merhaba Esteves diye bağırırım
ve evren
ümitlerin, ideallerin olmadığı yerine çekilir
ve Tütüncü gülümser.
Fernando PESSOA -Alvaro De CAMPOS imzasıyla.-
çeviri: Adnan ÖZER
kaynak: Fernando PESSOA / 20.Yüzyılın Yalnızı, Everest yayınları
''ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak istemem
ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak isteyemem
ben hiçbir zaman hiçbir şey olmak istemeyeceğim
ama bende dünyanın tüm hayalleri var...'' diyen insan!
yirminci yüzyıl portekiz edebiyatının bu büyük şairi lizbon'da doğmuş bir memur çocuğu. güney afrika'da üvey babasının mesleği nedeniyle yaşamış, ingiliz okullarında okumuş. lizbon üniversitesi'nde edebiyat öğrenimine başlamış, yarıda bırakmış. değişik şirketlerde, ingilizce ve fransızca iş mektupları yazarak geçimini sağlamış. arada sırada şiir ve yazıları değişik imzalarla portekiz'in öncü dergilerinde yayımlamış. kendi adı dışında, alberto caeiro, richard reis, alvardo de campos adıyla denemeler yazmış. 1935 te sirozdan ölmüş bu şair. **
"Saf boşluk insanı bilinçli bir hiçliğin sonsuzluğu yapar, adsız korku yapar, esrardan, hatta hayattan sürgün eder. Beni ihmal etmiş yaratılışın soyut hatası olan varlığımın ölü çölünde yaşayacağım sonsuza dek. Varoluşa geri dönüş yönündeki kısır arzunun, içimde sonsuza dek, gereksiz yere yandığını hissedeceğim. "
lise 2 de bir kırtasiyeci abi vardı kitaplarımı hep ondan alırdım. Aramızda baya iyiydi hoş sohbet bir insandı zaten cengiz abi.
neyse bir gün dedim buna, abi bana bir kitap öner, şöyle benim belamı bi siksin ama bu durum tamamen aşk falan filan bunlardan bağımsız olsun. Böyle kıvranan bir adam ver bana dedim.
Özel olarak getirtmişti sağolsun, o zaman için bile 46tl civarı bir paraya aldım ki bu dediğim 6 7 sene öncesi oluyor yaklaşık.
"Huzursuzluğun kitabı" isimli kitabı aldım ondan. Bu vesileyle tanışmış olduğum, gerçekten de insanı günlük şeylerden sıyırıp durduk yere triplere sokan bir kitap. Ve hiçbir cümlesi boş değil. bu abimiz de bunun yazarı olur.
Olduğum şeyle olmadığım şey arasında, hayal ettiğim şeyle hayatın beni yaptığı şey arasında bir boşluğum.
Fernando pessoa bu sözü düşündüğünde, dünya çok farklı bir haldeydi... gerçeklik hala tazeydi. ama günümüzde, sanallığın varlığıyla birlikte, bu boşluğun ne derecede insanda zuhur ettiğini nasıl ifade ederdi merak ediyorum.