Nicedir üzerinde çalıştığım " Söz Tufanı: Yaşar Kemal " kitabımı sonlamak üzereyim. Beni ziyarete gelen bir dostumla konuşurken, yazıevimdeki Yaşar Kemal çalışma masamın yanıbaşında duran Orhan Pamuk dosyama göz atmak istemişti. Uzun süredir Pamuka dair bir kitap çalışmamın olduğunu bilen dostum, dosyadan bakışlarını kaldırdığında, biraz eleştirel bir tonda:
" Sizleri hiç anlamıyorum; hem eleştirirsiniz hem de tutup üzerine kitap yazarak adamcağızı sürekli gündeme taşırsınız, " diyerek, masamdaki kitaba da (Kültür Endüstrisi/Kültür Yönetimi, Theodor W. Adorno) işaret edip; " Pamuka Adornonun buradaki düşüncelerine dönerek bakmanı isterim doğrusu, " sözleri üzerine de ilginç bir tartışma başlamıştı aramızda.
KÜRESEL PAZAR
iktisatçı dostumun tespiti doğruydu; Orhan Pamuk, bugün, kültür endüstrisinin bir aracı durumuna dönüştü.
" iyi edebiyat " yapmak adına yola çıkan; Cevdet Bey ve Oğulları, Sessiz Ev romanlarında bunu başarıyla gerçekleştiren; Kara Kitap ve Yeni Hayatla bu endüstriye göz kırpan, Beyaz Kale, Benim Adım Kırmızı ve istanbul ile de artık hep küresel okuru ve küresel pazarı düşünerek yazan bir yazar ... Kar romanıyla da son iyi edebiyat kozunu oynayarak, adeta Dostoyevskiden rol çalmak istedi ...
Yazdıklarında hâlâ " kuramsal romancı " olma iddiasını sürdürse de; kurumsal romancılığını pekiştiren atılımını Masumiyet Müzesiyle yaptı aslında. Bir bakıma da edebiyatı anonimleştirdi.
istanbul kitabını bir ekip olarak yazdı, yeni romanını da böyle yazdığını ima etti.
Dünya edebiyat pazarında değil, edebiyatın dünyada artık böyle bir pazarı yok. " Kültür endüstrisi "nin yeni kapitalizmin yasalarına göre, farklı (edebiyat da dahil) aktörleri var. imaj ve marka yönetiminde çalışanlar bunun nasıl biçimlendiğini çok iyi bilirler.
KAZANDIR, KAZAN
Dikkat edilirse eğer; bu endüstriden beslenen/öne çıkan aktörler, bir süre sonra " sosyal sorumluluk " projelerinde boy göstermeye başlarlar. Pamuk, Jean Baudrillardı adeta doğrularcasına, simülasyon çağına bir örnekle adını yazdırdı.
" Masumiyet Müzesi "yle, hayatın bırakılmış nesnelerine, adsız sansız atıklarına bir ad bulup hikâye uydurdu.
Kültür endüstrisinin kendisine kazandırdıklarıyla da adına müze dediği, kendi fantezileriyle süslü, o yapıyı kurdu.
Dostumla konuşmalarımız, tartışmalarımız aşağı yukarı bu minvalde süredurdu. Ayrılırken ki son sözleri şunlardı:
" Eğer kitabında bunlardan söz etmezsen, sen de övgü kervanına katılırsan yazık edersin. Unutma ki; bu endüstri Pamuku sevmiştir: kazı kazan gibi; kazandır, kazan! iktisadın en temel yasalarından biridir: Ticari sermaye üretime katılmaz, kârın bizzat ticari işlem sonucunda ortaya çıktığı sanılır. Yeni kapitalizmin yasaları bunu daha da pekiştirdi ve hayatın her alanına yaydı.
KÜLTÜR ENDÜSTRiSi
Adorno da, kültür endüstrisindeki sistem üreticiyi metalaştırırken, onun bireysel yetilerini nasıl tutsak aldığını imler. Onu, adeta, kitleler üzerine üflenen bir ruh olarak sunar. Yer yer bekletir. Arada bir fanusundan çıkarır, sunduklarını, yani edebî metayı kitlelere yayar, birtakım adlar/simgeler yakıştırılır. Ve kahramanımız kazandır-kazan rolünü iyi oynar. Bak yakında bunun yeniden ortaya nasıl çıkacağını göreceksin. içindesin her şeyin. Şu yayınevi değiştirme meselesi bile bunun bir parçası ... "
Aynı zamanda bir bankacı olan çocukluk arkadaşımın her tepkisi, sözü, eleştirisini dikkate alırım.
ÖDÜL ? TÜRKÇEYE ?
Bu kez, o gidince, içimde Orhan Pamuk kitabından vazgeçsem mi sorusu depreşmedi desem yalan olur!
" Başkasının değirmenine su taşıyacağına otur asıl yazman gereken kitapları yaz, " diyordu dostum. Ve onun daha birçok sözünü belleğimin çeperlerine vura vura Ağvaya gittim ertesi gün.
Karşıma gazetede Orhan Pamuk röportajı çıkmaz mı?!
Dostumun ironik sözler edeceği telefonunu beklemeden ben aradım.
" Ben sana dememiş miydim ?!"
Sözünün dışında hiçbir şey söylemedi. Beni dinledi yalnızca.
Son sözüm de şu olmuştu ona:
Evet, Orhan Pamuku gündeme taşımak bizim gibi edebiyatçıların işi değil. Pamukun yazdıklarını artık ben de merak etmiyorum.
Söyleyeceklerim bir özeleştiri değil.
Nobel Edebiyat Ödülünü önemserim. Bize, yeryüzünün tüm bu karmaşası/savaşlar çağı ortamında iyi edebiyatın var olduğunu zaman zaman hatırlattığı gibi, bunu var eden edebiyatçıları da dünya dillerine taşımasını değerli bulurum.
Orhan Pamukla Türkçe ve bu dille yaratılan edebiyat ödüllendirilmişti aslında. Onun bunu ne kadar önemsediğini bilemem! Ama ben önemsediğim için kalkıp Stockholme gitmiş, onun ödülünü aldığı tarihi törene katılmış, yazılar da yazmıştım.
Çünkü, bir dilin/bir edebiyatın, uluslararası bir ödülle arenaya çıkmasını zamanımızın kültür endüstrisi aktörlerinin bir işi olduğunu hiç mi hiç düşünmedim doğrusu.
Doğrusu merak ederim günümüzde temel eğitim üzerine yapılan tartışmalardan ne gibi sonuçlar çıkardı yasa koyucular, bir anlamda siyasiler; eğitimbilimciler ise neleri gündemleştirdiler ...
Amaç/sonuç ilişkisi midir öncelenen yoksa " iyi insan " yetiştirmenin koşullarını yaratmak mıdır?
Tartışmalar bir sonuç yaratmadığı gibi, uygulamadaki eksik/aksaklıklar bence daha çok şunu gösterdi: Yapılacak bir eğitim reformunun öncelikle eğitimci yetiştiren insanı eğitmekle başlaması gereği ve bunu gerçekleştiremediğiniz sürece atılacak her adımın sadece bir yapboz hamlesi kadar kalıcı olabileceği.
Bugün üniversiteye gelen on öğrenciden ancak bir ikisi hümanizma düşüncesinden, edebiyat ve sanattan haberdar. Bunun bir yanı şudur; müfredatlar gereği derslerde anılan konular, sözü edilen adlar bağlamında ezberletilen bilgilerle " evet " / " hayır "cı bir bakışın egemenliği; diğer yanı ise öğretmenlerin donanımsızlığının bu gençler üzerindeki yansımaları.
Sanattan, bilimden, edebiyattan bihaber öğretmen karşısına aldığı öğrenciye ne aktarabilir?
Oysa ruhun eğitimi için alınan gıdadır bunlar. Bir öğrenci ne kadar erken yaşlarda hümanizma düşüncesiyle tanışırsa, düşünen insan olmaya da adım atmanın o ölçüde önünü açar.
REFORM YAPILMADI
Günümüzün eğitim sistemi üzerindeki tartışmaların dineceğini beklemek gibi, YÖK ve dershaneler açmazına kilitlenen bir model arayışından yenilikçi bir açılımın çıkabileceğini düşünmek ham hayaldir, bence!
Neden mi?
Kısaca anlatalım:
Tevhid-i Tedrisat Kanunu (Öğretim Birliği Yasası) 3 Mart 1924te çıkarılmıştı. 90 yılda geldiğimiz noktada bu yasal çerçeve 1961 ve 1982 anayasalarında bir iki rötuşlanmıştı. Ama eğitimde temel bir reformu yapabilecek adım atılamamıştı.
Çağdaşlaşmayı değişim dönüşüm yenileşme olarak algılayamayan " statüko " bir zaman sonra kendi engelini yarattığı gibi; aydınlanma karşıtlarına da ödün vererek bu birliğin gücünü kıran uygulamaların önünü açmıştır.
Pragmatik, hatta zaman zaman da Makyavelistçe davranarak teoloji eğitimi yerine imam hatipliği bir eğitim modeli olarak hayatımıza yerleştirmiştir.
Oysa laik bir ülkede devlet dinle uğraşmaz. Bilimsel düşüncenin, aklın egemen olacağı bir eğitimin hayata geçirilmesinin ekonomik sosyal koşullarını oluşturur.
Bu çaba, bir süre sonra, siyaset arenasına çıkanların " arka bahçemiz " olarak nitelendirileceği bir zihniyetin mecrasına dönüştü.
Hatırlayalım Serbest Fırka deneyimindeki Mustafa Kemalin kaygısını: Din, politikaya alet edilerek halkın cehaletinden yararlanmak isteniyor, saf duygular istismar ediliyor. Yani, din ve Tanrı yoluyla siyaset arenaya iniyor.
Sanırım Türkiyenin eğitim açmazı tarihten beri yaşanagelen ikilemlerden, Cumhuriyet Türkiyesinin siyasi aktörlerinin de güdümlü siyaseti öne almalarından kaynaklanır.
YAP-BOZ ANLAYIŞI
" 28 Şubat " süreci laiklik tartışmalarıyla birlikte " temel eğitim "in nasıl olacağını da gündeme taşımıştı. Sekiz yıllık temel eğitim formülü o günlerin ürünü.
Andığımız siyasi yönelim bunun bir rövanşı olarak 4+4+4 eğitim sistemini uygulamaya sokarak, eğitim-öğretimin domino taşları gibi oynanabilecek bir model olduğunu tarihe yazdı.
Sanayi ve endüstri devrimini yapamamış, aydınlanmasını gerçekleştirememiş bir ülkenin öncü sermaye grubu ise sürekli model üretmekle meşgul bu arada. Alternatif ders kitapları, programlar yaratarak vicdan sağaltmasına gitmekte.
Bilinmeli ki, bir ülkede eğitim öğretimin nasıl olacağını belirleyen ekonomik ivmesi, büyüme oranı, dengeli gelir dağılımıdır. Bunu göz ardı eden siyasi ve ekonomik aktörlerin günlük siyaseti/gündemi önceleyerek kararlar alıp adımlar atması ne yazık ki süreklilik yerine yap-boz anlayışını getirmiştir.
Kuşkusuz bu zihniyet bugünün sorunu değil, Türkiyenin öteden beri süregelen çağdaşlaşamama sorununun bir yansımasıdır.
Ünlü Latin düşünür Petrarca (1304-1374), yaşadığı çağı sürekli eleştirenlerdendi. içinde olduğu zamanın yozlaşmış ruhu, hoyratlığı, cahilliği, bayağılığı onun canını çok sıkmış olmalı ki, dönemin eğitim müfredatına Yunan ve Latin dili ve edebiyatlarının öğretiminin yanı sıra " beşeri bilimler "i dahil etmeyi görev bilerek çağdaşı Giovanni Boccacio, Coluccio Salutati gibi aydınları harekete geçirir.
AYDIN SORUMSUZLUĞU
Doğrusu, bugün merak eder dururum; şu " model "ler tartışılıp ederken, yeni anayasa çalışmaları da nihai bir yere varırken; felsefeden, edebiyattan, sanattan bihaber insanları yetiştirmek için kollarını sıvayanlar karşısında bu ülkenin aydınları/yazarları/sanatçıları kendi kıyılarında bekleşmeyi acaba nasıl içlerine sindirebiliyorlar?
Sanırım, " diriliş " fikri en çok bugün gerekli bizlere. Petrarcanın çağından yansıyan sese kulak verince gözlenen de budur sevgili okurum.
ben onu emre kongar kitabı olan 'herkesten birşey öğrendim' kitabında tanıdım.emre kongar a sorduğu sorularla konudan konuya geçen ve en derinlerdeki bilgileri gün yüzüne çıkaran usta yazar aynı zamanda çok iyi bir gözlemci olduğu kanısına vardım.
*1954 erzurum doğumlu yazar, editör. eğitim, kültür ve sanat alanında yaptığı inceleme ve eleştiri çalışmaları birçok dergi ve gazetede yayımlanmıştır. başlıca eserleri: