ferhat kentel

entry16 galeri6
    15.
  1. Kck'dan tutuklanacakmış. Cemaat tutuklayacakmış. Erdoğan kurtarmış.

    Üst düzey bir AKP'li bildirmiş. Taraf yazarına.
    0 ...
  2. 14.
  3. 13.
  4. şimdilerde istanbul şehir üniversitesi nde sosyoloji bölümü başkanıdır.
    0 ...
  5. 13.
  6. yazılarının ayrı bir dikkatle okunması gereken taraf gazetesi yazarı.31 temmuz günki 'tanrı'yı öldürenler' yazısı ise,çok çok iyi ve müthiş bir bakış açısının belgesi.
    2 ...
  7. 12.
  8. 11.
  9. biraz önce trt 2'de yayınlanan yüzyüze adlı tartışma programında engin fikirlerinden faydalandığım insandır. mehtap tv'de de mehmet altan ve şahin alpay'la birlikte sık sık boy gösterirler. dolu dolu bir insandır ve hep farklı bir açıdan bakmayı başarabilmiştir.
    0 ...
  10. 10.
  11. devamı:

    68 kuşağında dille kurulan ilişki tabii ki sadece 'şiddet dili' değildi. Ancak bu şiddet dili, o dönemin öğrenci liderlerinden Harun Karadeniz gibi insanları marjinalize etti. Beslendikleri ataerkil zihniyetin modern versiyonuyla mesafe koymayanlar ne kadar 'kahraman' ve 'erkek' olduklarını ispat etmeye çalışıp, 'acil' bir şekilde, en kısa yoldan devrim yapmaya soyundukça militarist iktidar dilini yeniden ürettiler. 'Barışçı yol' gibi zor olanı seçen Karadeniz "çatışmayalım" dedikçe 'pasifistlikle' suçlandı. 'Kahramanlık', 'delikanlılık' ve 'erkek' dilinin şiddeti, pasifistleri 'kadınlaştırdı'. 'Kadın gibi korkak' görünmekten korkan daha sonraki nesiller -78'liler- hızla ve çok daha yoğun bir şekilde şiddet sarmalının içine girdiler...

    işte bugün Harun Karadeniz'ler karşısında Deniz Gezmiş'leri 'hatırlıyorsak', bunun sebebi sadece, en küçük insanlık emaresi taşımayan, Meclis'te "üçe üç!" diye bağıran cellatlar güruhunun, Deniz ve arkadaşlarının idam fermanlarını imzalamalarından kaynaklanmıyor. Bu 'hatırlama', Deniz'lerin ve Mahir'lerin dillerinin 68 gençliğinin çoğulluğundan galip çıkmalarından ve onların eylemlerinin darbeci generaller tarafından dünya çapındaki liberal politikalara uyum sağlamak yönünde en görünür 'düşman'ı tanımlayıp araçsallaştırmalarından kaynaklanıyor daha çok... Sosyal adalet için 60'lı ve 70'li yıllarda sokaklara inmiş, sayısız kayıp vermiş isimsiz işçileri ve mücadelelerini ka'ale almıyor bu 'hatırlama' operasyonu... Çünkü onların mücadelelerini hatırlamak bugün için çok daha tehlikeli... Ve sadece kahramanları hatırlamak, ikonlar, idoller ve kahramanlar üzerinden kendini gerçekleştiren bir dilin devamı için çok daha faydalı...

    Bugün 68'i sorgulayanların varlığına rağmen, kamuoyunda 'milli kahraman-erkek' modelinde sunulan ve ikonlaşan 68, giderek itibarı zayıflayan, hayatın ve toplumun çeşitlenmesiyle birlikte giderek zaafları açığa çıkan kemalist-ulusalcı çizginin "eskiler" deposunda başvurulan bir kaynak olarak işlev görüyor. 68 ve Deniz'ler vasıtasıyla bu iktidar dili ilave bir 'asr-ı saadet' yaratıyor. Ve bu dili kullananlar, her türlü yeniye karşı meşruiyet kazanmış gibi hissediyorlar kendilerini. iktidar dilinin çizdiği sınırlar içinde öne çıkan geçmişi bugün yeniden araçsallaştıranlar, aradan geçen zaman içinde o geçmişin izlediği tekçi ve şiddetli güzergahtan da bağımsız kalamıyorlar. Bugün varlığını sürdüren ve giderek muhafazakarlaşan dilin tahakkümü altında, yeninin getirdiği riskler karşısında, geçmişle yüzleşmek yerine onu basitleştirip, cemaatleşmiş varlıklarını sürdürmek için yeniden kurguluyorlar.

    Sonuç olarak, Türk 68'i özellikle Avrupa ülkelerinden farklı bir seyir izledi. Bu farkta büyük ölçüde Türk modernleşmesine damgasını vuran otoriter eğilimlerden gençlerin de beslenmesi büyük rol oynadı. Ancak bu farkın bir başka nedeni, çok daha basit düzeyde, gençlerin farklı bir toplumsal yapıda evrilmesinden kaynaklanıyordu. Sanayileşmekte ve büyümekte olan Türkiye'de 68'e -farklı devrim stratejilerine rağmen- tek bir dil, darbe ya da devrimle 'devlet iktidarını' ele geçirmenin dili hâkim olurken, örneğin Fransa'da gençler hayatın her alanında seslerini yükseltiyorlardı. Fransa'da sosyal refah devletinin kazandırdıklarının yanısıra makinalaştırdığı insan bedenlerinin özgürlük arayışı, hayatın her alanındaki iktidarı sorguluyordu.

    Sanayileşmekte olan toplumun, militarizmin, ataerkil yapıların, pozitivist, toplum mühendisi vesayetçi anlayışın bütün sıkıntılarını bünyesinde taşıyan ve bu yüzden hayatın her alanını sorgulamayı beceremeyen 'eski' kuşak devrimciler, anlamadıkları yeni kuşakları 'apolitik' olmakla aşağılyorlar... Yeni kuşaklar içinde eski ikonları yücelten birilerini buldukları zaman mutlu olup, fikirlerinin hâlâ geçerli olduğunu zannediyorlar. Ancak bugünün Türkiye'si ise 1968'in Türkiye'si değil; toplumun çok farklı katmanlarından, sınıflarından, kültürel gruplarından yükselen özgürlük talepleri eskinin eskimişliğini çok daha bariz bir şekilde ortaya seriyor. Ve onların beğenmedikleri gençler hayatın tam içinde, hayatı değiştiriyorlar.

    işte bu yüzden bugünün Türkiye'sinde 68'i yeniden düşünmek, iktidara karşı mücadele etmek, sadece tepede kurulu olan bir aygıtın ele geçirilmesini düşünmek anlamına gelmiyor. Bugünün Türkiye'sinde iktidara karşı bütün çoğulluğuyla direniş, eskimiş bir iktidar dilinin parçası olan 1968'i aşarak yeniden ve 'daha fazla 68' her zamankinden daha çok ve esas şimdi gündemde...

    Ferhat Kentel
    2 ...
  12. 9.
  13. 68 kuşağı üzerine yaratılan yanlış efsanenin çöküşünü sağlayarak o kuşağın ölmüş temsilcilerine gerçek anlamda saygısını ileten; elini, çıkış yolu anlamında kuşağın yaşayanlarına ve ortada kalıp 68 ruhu arayışına düşmüş yeni kuşağa uzatan; tartışılmakta olan 68 meselesini en bilimsel, en sağduyulu, en demokrat çerçeveden görüp gösteren bilgi üniversitesi rahatsız edicilerindendir;

    konu üzerine şimdiye dek yazılmış en iyi yazıyı kaleme almıştır. 78 kuşağının yanlışlıklarına yorum arayanları mest edecek bu yazıyı okuyunca, keşke böyle bir yazı 1974 yılında kerim yaman'ın ölümünün hemen ardından yazılabilir ve okunabilir olsaydı, demek istedim. trajedimiz bu boyutlarda olmazdı, travmamızı şimdi çoktan aşmış olurduk...

    taraf gazetesinin 22 mayıs tarihli sayısında yayınlanan yazısı şöyle:

    40 yıl sonra... daha fazla 68

    Genellikle içinde yaşanılan zamanda değişim ve beraberinde gelen sorunlar sizi aşıyorsa, yeni durumları anlamak için kelimeleriniz yetersizse eskiyle idare edersiniz. Yeninin gücü karşısında eksikliğinizi ve ezikliğinizi eski kelimelerinizle gidermeye çalışırsınız. Çaresizliğinizi sık sık geriye, efsanelere, efsaneleştirdiğiniz geçmişinize dönerek örtmeye çalışırsınız. O geçmiş aslında çok karmaşık bir gerçeklikler bütünü olmasına rağmen, o karmaşıklığı bugünkü ihtiyaçlarınıza en uygun şekilde basitleştirir, gerçekliğin sadece bir cephesini ‘gerçek’ olarak ilan edersiniz. Sonuç olarak yaptığınız şey, aslında soluğu kesilen eski bir yapının ya da dilin sadece yeniden üretimine katkıda bulunmaktan, o yapıyı kutsallaştırmaktan başka bir şey değildir.

    Bugün Türk tarihi üzerine, Atatürk üzerine sürdürülmeye çalışılan dil, böyle bir çaresizliğin ve basitleştirmenin ürünüdür. Bu dile göre, tarih çok farklı insanların, görünmez kılınan, yenilmiş olan insanların hikayeleri değildir. Karmaşık ilişkilerin, ittifakların, öngörülmeyen sonuçların, zaman içinde başkalaşan, farklı tezahürlere bürünen siyasal ve toplumsal hareketlerin tarihi değildir. Buna karşılık, yeni olanın karşısına koymak için kutsallaştırılarak dondurulmuş bir tarihtir. Bu tarih dili, bu tarih boyunca kazanmış olanların, üstün gelmişlerin dilidir; iktidarın dilidir...

    Her dönemin söylemi ya da kurgusu, bir önceki dönemin karmaşıklığının üzerine yerleşmiş olan, her şeyi sabitleştirmeye çalışan bir kurgudur. Bu kurgu geriye dönüp, geçmişi yeniden yazan bir kurgudur. Ancak bu kurgu bütün iddiasına, bütün çabalarına, bütün ikna teknolojilerine rağmen, herşeye hâkim olamaz. iktidar ilişkilerini saklayan bu kurgunun içinden yeni sesler çıkar, direniş çıkar. Sabitleşmiş iktidar dili bu direnişle, yeni pratiklerle başa çıkamaz; kelimeleri yetmez... işte muktedir olanlar bu yeni durumlara kendilerini adapte edip, yenilenemezlerse sahip oldukları dilin 'tek dil', 'tek gerçeklik' olduğunu dayatabilecek kutsallaştırma operasyonlarına girişirler...

    işte yeniyi anlayamayan ve eskiyi kutsallaştıran bir iktidar dili olarak kemalizmin gölgesindeki, "Türk 68'i"nin bugün sorgusuz-sualsiz kutsallaştığı bir dilin sahipleri tam da böyle bir operasyon içindeler... Geçtiğimiz haftalarda katıldığım bir "Siyaset Meydanı" programına damgasını vuran, 'bugün' ve 'yeni' karşısında çaresiz kalan, kelimeleri yetmediği için 68'i kutsallaştıran dil tam da böylesine 'eskiye' sığınan bir dildi...

    Söz konusu program, on yıllık dönemlerin geride kalmasıyla, bir bakıma yeniden devreye giren 'hatırlama' pratiklerine bağlı olarak bütün dünyada ve Türkiye'de de yeniden güncellenen 68 anlatısının en muhafazakar yorumunun hâkim olduğu bir programdı. Avrupa'daki 68 hareketinden farklı olarak Türk 68'ine ve sonrasına nasıl darbeciliğin ve şiddetin dilinin hâkim olduğu yönünde benim dile getirmeye çalıştığım görüşler, bir anda salonda bulunan '68'lilerin' neredeyse tamamı tarafından 'yanlış bilgi' olduğu gerekçesiyle hızla savuşturuldu... Ancak ilginç bir şekilde, bu 68'liler, şiddete bulaştıklarını kesin bir dille reddederken, bir yandan o dönemde herkesin nasıl bir anda bellerinde silahlar görülmeye başlandığını, üniversitenin duvarlarındaki kurşun deliklerini anlatıyorlar; diğer yandan da program sırasında, içinde 'savaşların', 'siperlere dayanmaların' geçtiği marşları terennüm ediyorlardı! Etkilendikleri okumalar arasında Doğan Avcıoğlu'nun Yön dergisinin baş köşeyi işgal ettiğini anlatıyor; Avcıoğulu'nun 'zinde kuvvetler' ve askerlerle işbirliğiyle yapılacak 'devrim-darbe' stratejilerini hatırlatıyorlardı...

    Kuşkusuz, Türk 68'i sadece Doğan Avcıoğlu ve benzerlerinin ve de o gün 'Siyaset Meydanı'na katılanların çoğunluğunun darbeci ve cuntacı zihniyetleriyle anlatılabilecek bir dönem değildi. Ancak Türk 68'inin zaman içinde izlediği güzergaha bu çizgi damgasını vurdu.

    1968'e doğru gelirken, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de genç kuşaklar taleplerle sokağa çıktılar. Dünyanın, özellikle Avrupa'nın çeşitli kentlerinde gençler sanayi sonrası toplumun sıkıntılarını üzerlerinde taşırken, Türkiye'de gençler sanayileşmenin ve ona bağlı kentleşmenin, sınıfsallaşmanın sorunlarıyla içiçeydiler. Türkiye'de gençler adaletli bir toplumsal değişim, değişim içinde söz sahibi olma gibi arzularla isyan ederken içinde yaşadıkları toplumun, 27 Mayıs gibi askeri bir darbenin ve daha da önemlisi Türkiye'nin yukarıdan aşağıya otoriter modernleşme tarihine damgasını vurmuş olan kemalizmin dilinden bağımsız değillerdi. Adalet ve özgürlük gibi taleplerini anlatmaya çalışıyorlar, ancak bu taleplerini, içinde yüzdükleri, onları da biçimlendiren bir hâkim dil vasıtasıyla anlatabiliyorlardı. Ama onların taklit ettikleri dilin 'gerçek' sahibi muktedirler, kemalist de olsa, "isyan"a tahammül edebilecek bir niteliğe sahip değildi. Gerillacılık yapan, halk kurtuluş orduları, kurtuluş cepheleri kuran bu gençleri acımasızca büyük bir şiddetle kırdılar; büyüklerin şiddeti küçüklerin kahramanlığını ve şiddetini ezdi geçti...

    Ancak Türkiye ve sol şemsiye altındaki gençlerinin 68'den itibaren şiddet sarmalına girmeleri, 68 kuşağının içindeki farklı renkleri görünmez kıldı. En güçlü şiddet potansiyeline sahip ordu ve cuntacı-darbeci girişimlerle zaman içinde aralarına mesafe koymuş olsalar bile, daha sonraki kuşaklara bir miras olarak aktarılan şiddet yoluyla iktidarı ele geçirme niyeti, 'iktidar namlunun ucundadır' sloganıyla yoluna devam etti. Niyetleri ne olursa olsun (kontrgerilla ve faşistler karşısında meşru savunma, insanların hakça yaşadığı sosyalist bir toplum için devrim vb.) toplumda şiddetin yeniden üretilmesinde 68 kuşağının hâkim dili pay sahibi oldu. 'Sağ'ından 'sol'una şiddetin meşru olduğu, herkesin kendi hesabına şiddeti yücelttiği, militerleştiği bir toplumda en büyük 'şiddetli' darbe 1980'de kolayca meşruiyet kazandı...
    1 ...
  14. 8.
  15. yazılarını okuduğum zaman her zaman olaylara farklı açıdan bakmamı sağlayan, kuru kuru bu adam benim gibi düşünmüyor diyerek kimsenin kötüleyemeceği sosyoloji doçenti. ilk defa bir televizyonda dinlemiştim kendisini ve gerçekten fark edemediklerimi bana gösterek kendine hayran bırakan sempatik bir insandır aynı zamanda.

    bir makalesini buraya koymak lazım.

    "Çünkü normal yollardan bunları mümkün değil yani" 3 nisan 2008

    Türkiye'de şimdiye kadar oldukça muğlak ve ham olan bir saflaşma belirginleşiyor; eski saflar bozuluyor, bir taraftan kopanlar karşı taraftan kopanlarla yeni saflarda buluşuyorlar. Muğlaklık taşıyan bu yeniden inşa sürecini uzun zamandır gözlemlemek mümkün ama benim için kafamdaki en net ifadesi 2003'te gittiğim iran örneğiyle oluşmuştu. Sağ-sol, dindar olan-olmayan, geleneksel-modern gibi ayrımların yanısıra, o yılların ve bugünün iran'ı temel olarak demokrasi ve otoritarizm arasındaki kutuplaşmayı yaşayan bir toplum özelliği taşıyor. iran bu temel kutuplaşma nedeniyle, diğer bütün ayrışmaları aşan; yani solcuları, sağcıları, dindar olanı ve olmayanı demokrasi cephesinde buluşturabilen; aynı şekilde statüko yanlısı sağcıların, milliyetçilerin, dindarların, gelenekçilerin otoritarizm kampında buluştukları bir toplum örneği sunuyor.

    Türkiye'de de benzer bir durum söz konusu. Yani biz de "iran'laşıyoruz" Ama Türkiye'deki paranoya üreticilerinin bahsettiği gibi değil...

    Aslında 12 Eylül darbesinden sonra, sol aydınların ve solun ilk defa devlet karşısında özerklik kazanma ve topluma bakma potansiyeli ve devrimden çok, demokrasiye kafayı takma imkanı doğmuştu. "Bizim darbemiz mi, onların darbesi mi?" diyerek merakla bekleyip, "inşallah bizimkilerin darbesidir" umudunu taşımanın artık pek bir anlam taşımadığı anlaşılmıştı. Bir bakıma sol, mevcut devlete bel bağlamayı bıraktığı gibi, kendi kurgusal -çoğunlukla leninist- devriminin ve de stalinist devletinin de pek matah bir şey olmayacağını tartışır olmuştu. Gene o dönemler, örneğin italyan komünist entelektüel Gramsci'nin "hegemonya / karşı hegemonya" kavramsallaştırması ve "sivil toplum" kavramı adeta kurtarıcı gibi imdada yetişmişti. Devrim olacaksa bile, sivil toplum içinde başlamalıydı. Toplum içinde yer edinmeden, toplumla konuşmadan, üç beş öncünün kuracağı savaşkan örgütlerle, parti-cephelerle, kurtuluş ordularıyla devrim mevrim olmayacaktı...

    Bugünden baktığımızda, Gramsci'nin belki adını bile duymamış olsalar da, islamcı hareketin içinde yeralanların, onun eteklerine tutunanların aslında sivil toplum içinde mücadele vererek, bir karşı hegemonya oluşturduklarını ve tam da bu yüzden Gramsci'nin anlattıklarının hakkını vermiş olduklarını söylemek mümkün. islamcı hareket Gramsci'nin kelimelerini kullanmadan sivil toplum içinde hegemonya mücadelesi verdi; zaten toplumda varolan değerlerle, "şiir"le konuşmayı becerebildiği için son yılların değişimini taşıdı, karşı-hegemonyanın temellerini oluşturdu. Bu işin görünen cephesi, hatta belki de aldatıcı bir cephe; çünkü daha az görünen cephede belki daha da önemli bir şey oldu. islamcılık -katalizörlük dışında- pek bir şey yapmadı; toplum sadece elinde varolan ve karşı-hegemonya oluşturabilecek malzemeyi kullandı; islam sadece değişim talebinin ve hareketinin rengi oldu...

    Türkiye'de islami hareketin mücadele ettiği yerleşik hegemonya toplumu "ikna etmek" için her fırsatta Atatürk'ü araçsallaştırdı. Hemen not düşelim: Atatürk herhalde sağcı biri değildi. Zamanının havasına, değişim yönüne uygun cevaplar verdiği için "ilerici" -hatta bir bakıma "sol"- olarak nitelendirilebilecek bir liderdi. Ancak zaman içinde onu tepe tepe kullananlar, "Kemalizm" den adeta tanrı kelamı gibi bir dogma üretenler, Atatürk'ü bir tapınma aracına dönüştürenler, laikliği statükolarının dili ve ehlileştirme aracı haline getirenler bugün artık değişime karşı direnen "sağcı-gerici" bir ideolojiyi temsil ediyorlar... Bu halleriyle Lenin-Stalin damgalı Sovyet seçkin nomenklatura sınıfıyla ya da iran'ın mollalarıyla akrabalaşıyorlar...

    Ama toplum Atatürk'e saygıda kusur etmese de, artık kemalizmle kendini özdeşleştiren güç hegemonik bir güç değil; yani ikna kabiliyetini yitirdi. Seçkin zümre, zaten her zaman (Ömer Madra'nın deyimiyle) "darbedar" niteliklere sahip solcu artıklarından başka kendisine doğru dürüst ortak bulamıyor. Artık açıkça zora başvuruyor. Entelektüel arka planı bomboş olan iddianameler marifetiyle, sembolik ve hukuki şiddete başvuruyor; şimdiye kadar bir çok partiyi kapattığı gibi, bugün de kapatmak için elinden geleni yapıyor... Bunu yaparken de bütün güçsüzlüğünü apaçık ortaya seriyor.

    Bir zamanlar "komünizm" hayaletinden korkan muhafazakar egemenler gibi, bugünkü "çağdaşçı" muhafazakar egemenler de "islamcılık" hayaletinden korkuyorlar. Yatıp kalkıp, anlama araçları bir türlü yetmediği için hakim olamadıkları Fethullah Gülen hayaletiyle boğuşuyorlar. "Fethullah" ve "Gülen" kelimeleri, onların zihinsel tembellikleri içinde korkularını kanalize edebildikleri "en büyük" ve "en kötü" tehlikeyi özetliyor... Eski zaman muhafazakarları, kendini sosyal eşitlik dili vasıtasıyla anlatmak isteyen toplumu duymak istemedikleri gibi, bugünküler de dindarlıkları vasıtasıyla kendilerini anlatmak isteyenleri duymak istemiyorlar. O zamanlar ceplerine para konduğu için gençlerin kandırılıp komünist olduklarını iddia eden muhafazakarların mantığını yeniden üreten bugünün muhafazakarları genç kızların ceplerine para konduğu için başörtü taktıklarını iddia ediyorlar. Aslında bu tür iddialarla ne kadar yetersiz kaldıklarını açığa vuruyorlar; toplumun şu veya bu şekilde hareketini durduramadıkları için, bizzat kendileri destek kuvvetler yaratmaya çalışıyorlar; ADD adlı örgüte eski cumhurbaşkanının kasasından para akıtıyorlar. Onların yöntemi bu; kendi yöntemlerini başkalarına da malederek temize çıkmaya çalışıyorlar.

    12 Eylül'den sonra demokratikleşme ve sivilleşme potansiyelini arayan "sol" un yerine, bugün "eski sol" un garabet halini almış kötü bir taklidi, darbeci mantığından başka hiçbir özelliği kalmamış olan bir "sol" yeniden piyasaya sürülüyor. Mesela, "Eğer kapatma davası açılırsa, bir de üstüne ekonomik kriz gelirse, Türkiye biraz karışırsa belki bir umutlar doğabilir yani. Çünkü normal yollardan bunları mümkün değil yani." ve "iç savaş olmaz da, yani bir noktada eğer ortalık karışırsa, hem ekonomik hem siyasi olarak. Belki asker gelirse bir şey olabilir." diyen bir ilhan Selçuk bu "sol" u temsil ediyor.

    Sürekli darbe, kesintisiz darbe, "sonsuza kadar sürecek 28 Şubat" şiarıyla bezenmiş bu zihniyet beğenmediği, kullanmayı beceremediği "normal yollar" yerine kendi normalliğini, komploculuğunu, darbeciliğini "normalleştiriyor". Çünkü toplumun bütünleştiği "normal yollar" karşısında çaresizlik hissediyor. Şimdilerin darbeci ulusalcı solcularının 12 Eylül öncesindeki maceralarında da bu çaresizlik hep mevcuttu. Örgütlemeye çabaladıkları , ancak bir türlü "örgütlenmeyi beceremeyen" köylüler karşısında sarfettikleri ve Türk solunun tarihine geçen şu meşhur özdeyişi hatırlamak yeterli: "Adamlar teoriye uymuyorlar arkadaş!"

    Evet, bu toplum onların teorisine uymuyor, kendi normalliğinde yürüyor. Bu normallik darbeci solcuları çileden çıkarıyor. "Çünkü normal yollardan bunları (...) mümkün değil yani" Bu cümlenin içinde "es" verilmiş boşluğu farketmemek mümkün mü? Onların "normalliği" o "eksik kelime&" de yatıyor. Ve uygulamaya koydukları o yollar, yöntemler tam da o boşluktaki "a-normalliği" içeriyor... Çünkü bizzat kendileri "a-normal".

    Bu arada üniversiteye başörtünün girmesine karşı avazları çıktığı kadar bağıranlar, "satır" olayında "siyasal sembol" ya da "laiklik karşıtı odak" görmedikleri için üniversiteye girmesinde ve öğrenci doğranmasında beis görmüyorlar.

    insan vücudunu pes ettirmenin profesyoneli olmuş bir takım "güvenlik" kuvvetleri Hakkari'de 15 yaşındaki çocuğu etkisiz hale getirmek için çocuğun kolunu tersten ikiye katlıyor. (Bir zamanlar israil'de güvenlik kuvvetlerine taş atan Filistinli bir gencin kolunu polislerin taş marifetiyle kırdığını görmüştük televizyon ekranlarında...)

    Bu manzaralar karşısında Türkiye'de demokrasi için sahip olunan duyarlılık gelişiyor. Klasik ayrımlar anlamını yitiriyor. iran'da olduğu gibi, Türkiye'de de solculardan, muhafazakarlardan, darbecilerden hayat bulan bir otoritarizm karşısında gene solculardan, sağcılardan, dindarlardan oluşan başka bir saf, demokrasi safı inşa oluyor. Çünkü artık bu kadar haksızlığı sineye çekmek mümkün değil...

    Ve bugün AKP'nin de herşeyden önce yapması gereken şey sadece kendisini değil, topyekûn demokrasiyi savunmaktır... Ancak, geçenlerde AKP'li bir milletvekilinin bir televizyon kanalında "biz yüzde 46 oy almış bir partiyiz; yüzde 4-5 oy almış marjinal bir parti değiliz" derken anlattığı gibi yapılacak bir şey değil, herkes için demokrasiyi savunmaktır...

    Ve bu yeni saflaşma bir kutuplaşma değil... Eğer karşı tarafta darp, darbeler ve darbedarlar varsa bunun adı kutuplaşma değil, en basit ifadesiyle demokrasi ve özgürlük mücadelesi olur...
    1 ...
  16. 7.
  17. taraftaki haftalık yazılarıyla ertuğrulözkökgillerden ve fehmikorugillerden uzak bir duruş sergiler her daim. "ehlileşmemek,düzleşmemek,direnmek" kitabı başlı başına vicdan muhasebesidir zaten. evet söylediklerini çabuk hazmedemezsiniz çoğu zaman. yumruk gibi gelir cümleleri ama biraz düşününce hak verirsiniz ferhat hocaya. dürüstçe yazar, konuşur, itiraz eder. hepimizin hikayesinden bahseder, içselleştirmekten bahseder iyi adamdır vesselam.
    2 ...
  18. 6.
  19. ''Ehlileşmemek, Düzleşmemek, Direnmek'' isimli söyleşi kitabı çıkmıştır, duyurulur.
    1 ...
  20. 5.
  21. dersleri inanılmaz doğal geçer. eleştirel ama gri* oluşu karizmasına karizma katar. gazetem.net okuma sebeplerimizdendir. televizyonda görünce hemen bir eski okul arkadaşı aranır ve birinci kanalı açsana denir.*
    2 ...
  22. 4.
  23. bugunkü yazısı ile son gelişmelere birde bu gözden bakmak lazım dedirten hocamızdır..

    http://www.gazetem.net/ferhatkentel.asp
    0 ...
  24. 3.
  25. 2.
  26. doç.dr. ferhat kentel. bilgi üniversitesi sosyoloji hocası aynı zamanda. süper bir insan. görür görmez sevilmelik. *
    0 ...
  27. 1.
© 2025 uludağ sözlük