2. mehmed'in bebek katili olduğunu gösterir. devletin bekasıymış, bir devlet birilerinin ölmesiyle devam edecekse lanet olsun o devlete. insanın can güvenliği bile olmadıktan sonra devlet olsa ne olmasa ne?
ankara savaşı ile osmanlı devleti'ni parçalayan timur, anadolu'dan ayrılmadan bütün beylikleri yeniden canlandırıp osmanlılar dahil hepsini kendine tabi kılmıştı. timur darbesiyle osmanlılar anadolu'da 1.murad devri başlarındaki sınırlarına çekilmiş, buna karşılık kuvvetli uç beyleri sayesinde devletin rumeli'deki bütünlüğü korunmuştu. bundan sonra osmanlı devleti'nin ağırlık merkezi rumeli'ye intikal etti.
yıldırım bayezid'in büyük oğlu süleyman çelebi devlet hazinesini ve arşivlerini alarak ankara savaşından sonra edirne'ye geçmişti. diğer kardeşler isa, musa ve mehmed çelebiler balıkesir, bursa, amasya, tokat, sivas havalisinde hüküm sürüyorlardı. bunların hepsi timur'un hükümdarlığını tanıdılar. sivas, tokat ve amasya bölgesinde hakim bulunan mehmed çelebi, timur'un anadolu'dan çekilmesinden sonra bursa'yı musa çelebi'den alan isa'ya müracat edip anadolu'nun aralarında taksimini teklif etti. isa, büyük kardeş olduğunu ileri sürüp bu teklifi reddetti. yapılan savaşta isa çelebi'yi yenen çelebi mehmed bursa'ya girip hükümdarlığını ilan ederek timur ile müşterek sikke kestirdi (1404). kardeşi mehmed'e mağlup olan isa, önce bizans imparatoruna, sonra ağabeyi emir süleyman'ın yanına gitti. süleyman, isa'yı büyük bir kuvvetle mehmed'in üzerine gönderdiyse de isa başarılı olamadı. bu arada çelebi mehmed komşularıyla iyi geçinmeye çalışıyordu. isa yine boş durmayıp batı anadolu'da aydınoğlu cüneyd bey, saruhanoğulları ve menteşeoğulları ile anlaşarak harekete geçtiyse de yine başarılı olamayıp karamanoğulları beyliği'ne iltica etti (1405). isa'ya yardım eden aydın, saruhan ve menteşeoğulları beylikleri bir müddet sonra çelebi mehmed'in hakimiyetini tanımak zorunda kaldılar. germiyanoğlu yakup bey, osmanlı hakimiyetini kabul ettiği gibi karamanoğulları da osmanlılar ile dost geçinmeyi tercih edip isa'yı memleketlerinden çıkardılar. isa, eskişehir yakınlarında yakalanıp ortadan kaldırıldı.
bu suretle anadolu'nun tek hakimi durumuna gelen çelebi mehmed edirne'de bulunan emir süleyman'ı endişelendirdi. bu sebeple emir süleyman anadolu'ya geçti. çelebi mehmed karşı koymayarak amasya'ya çekildi. yıldırım bayezid'in küçük oğlu isa'ya mağlup olduktan sonra karamanoğlunun yanına giden musa çelebi de emir süleyman için bir endişe kaynağı oldu. bunu da bir anlaşma ile halleden süleyman bursa'ya dönüp zevk ve eğlenceye daldı. bu durumdan istifade edip bursa'ya bir baskın yapmayı düşünen çelebi mehmed, bu teşebbüsün haber alınmasından sonra vazgeçti. bu arada emir süleyman ile karamanoğlunun arası açılmıştı. bunun üzerine süleyman'a karşı celebi mehmed ile karamanlılar arasında kırşehir civarında 1409'da bir görüşme yapıldı. bu görüşmede süleyman çelebi'nin anadolu'dan uzaklaştırılması için bazı kararlar alındı.
bundan sonra çelebi mehmed, 4 yıldan beri anadolu'da bulunan emir süleyman'ı rumeli'ye geçmeye zorlamak için karamanoğlunun yanında bulunan küçük kardeşi musa'yı rumeli'ye geçirmeye karar verdi. musa, muvaffak olursa çelebi mehmed'e bağlı kalacağına, onun adına para kestirip hutbe okutacağına dair yeminli teminat verdikten sonra sinop'tan bir gemiyle eflak'a geçirildi (1409).
bu hareketin neticesi kisa zamanda alındı. musa'nın rumeli'de faaliyete basladığını duyan emir süleyman aydınoğlu cüneyd bey'i beraberine alarak süratle rumeli'ye geçti. çelebi mehmed de bursa'ya girdi. musa çelebi birinci defa emir süleyman'ın kuvvetlerine mağlup olduysa da ağabeyinin gafletinden istifade edip ona yüz çeviren bazı ümeranın el altından yaptığı yardımlarla bir baskınla edirne'yi işgal etti. bizans'a kaçmaya çalışan emir süleyman yakalanarak katledildi.
bu suretle rumeli kıtasına hakim olan musa çelebi edirne'de hükümdarlığını ilan edip adına para bastırdı ve çelebi mehmed'e verdiği sözü tutmadı (1410). musa çelebi, babası gibi sert mizaçlı ve enerjik bir yapıya sahipti. emir süleyman'ın komutanlarına güvenemeyerek çoğunu değiştirdi. hemen harekete geçip emir süleyman'a yardımcı olan sırp prensinden intikam aldı. vidin'de isyan eden bulgar prensini yola getirdi. süleyman çelebi'nin rumeli'ye geçerken bizans'tan fethettiği yerlerden bir kısmını geri aldı. bizans imparatorunun 3 senelik vergisini almak üzere istanbul'a adam yolladı. daha sonra saltanat müddeisi süleyman çelebi'nin oğlu orhan'ı ortaya çıkaran bizans'ı kuşattı (1411).
musa'nın bizans için teşkil ettiği tehlikeden korkan imparator, çelebi mehmed'i rumeli'ye geçmek için davet etti. bunu uygun bulan çelebi mehmed, başarılı olursa musa çelebi tarafından geri alınan yerleri imparator manuel'e geri iade etmeyi taahhüt etti. şayet muvaffak olamazsa imparator kendisini şehre almayı taahhüt ediyordu.
çelebi mehmed, istanbul'dan ayrılıp 1411'de musa ile yaptığı ilk savaşı kaybetti. bizans gemileriyle bursa'ya döndü. musa çelebi, muvaffak olmasına rağmen ümerasına çok sert davrandığı için onlar musa'yı terketmek istiyorlardı. çelebi mehmed 1412'de giriştiği ikinci tesebbüste de muvaffak olamadı. fakat musa'nın beyleri mehmed ile anlaştılar. bunun üzerine mehmed üçüncü defa rumeli'ye geçip sofya yakınlarında kardeşi musa'yı mağlup ederek yakalayıp öldürttü (10 temmuz 1413). bu arada imparatorun yanında olan emir süleyman'ın oğlu orhan çelebi yapılan anlaşma gereği hudut dışı edildi.
kardeşi musa'yı berteraf eden çelebi mehmed artık osmanlı devleti'nin birliğini sağlamıştı. fakat onun bu hareketi timur'un oğlu şahruh tarafından hoş karşılanmadı. şahruh 1416 şubatında gönderdiği bir mektupta çelebi mehmed'i tehdit ediyordu. o zamanlar osmanlılar timurluların yüksek hakimiyetini tanıyorlardı. çelebi mehmed, şahruh'a yazdığı mektubunda hükümdarlığın ortak kabul etmeyeceğini, bu halin düşmana fırsat verdiğini, bu sebeple bir çok ülkelerinin ellerinden çıktığını söyledi.
çelebi mehmed edirne'de bütün devletin hükümdarı olduğunu ilan etti. kendisini tebrike gelen imparator ve prenslerle venedik elçilerini kabul edip onlarla barış içinde yaşayacağına söz verdi.
fetret devrinden 1453'e kadar olan devrede osmanlı devleti, bu devrin ortaya çıkardığı bazı meselelerle karşı karşıya kaldı. osmanlı devleti'ni zaman zaman uçurumun kenarına kadar getirmiş olan bu çetin meseleler ancak fatih'in saltanat devresinde ortadan kalkmıştır.
her ne kadar bazi cevrelerce vahset olarak degerlendirilse de devletin ebed muddet yani sonsuza kadar yasamasi icin 2. Mehmet tarafindan bulunmus ve uygulamaya konulmus bir kuraldir. iyidir veya kotuduru tartismak bence gereksizdir. dogacak veya dogmus olan her erkek sehzade tahta ortaktir. devletin yikilmasindansa dogan sehzadelerin öldürülmesi ve böylece devletin yikilmasina etki edecek bir sürecin önlenmesi hedeflenmistir.
devletin bekası diye bunu normalleştirenler olur ben esas ona gelmeyeceğim fatihtir matihtir bunlar hikaye.
esas sorun devletin bekası( yada varlığı, ilerlemesi) için bir insanın kardeşini öldürmesinin bile normalleşmesi ve devlet altında kişilerin ahlaki tutumu.
devletin ileri gelenleri kardeşini öldürüyor ve onun hayat şekli aslında bir tür hak almak.
peki toplum bunu yapınca neden ayıplıyorsunuz?
sonuçta fatih kardeşini taht mücadelesinde engel olmasın diye öldürdü iyi de bu onun hayat şeklinde bir hak arayışı ve bunu bu şekilde yaptı.
şimdi bunu savunuyorsunuz da, başka bir abinin kardeşini kendi gerçekliği içinde öldürmesini neden tuhaf görüyorsunuz?
çünkü yanlış diyeceksiniz.
bu da boş konuştuğunuzu aslında doğru ve yanlışı kişilere göre( yani keyfe ) göre şekillendirdiğiniz gösterir.
asıl sorun ise devletin kendi gerçekliği içinde kardeş katlini bile meşrulaştıracak kadar kişileri vicdansız ve aciz bırakmasıdır.
ha devlette işler böyle işler tabi buna hiçbir lafım yok, zaten o yüzden devlet yapısı gereği faşist diyoruz ama neyse.
dininin hükümlerini, birilerine duyduğu sempati sebebiyle ayaklar altına almayan (bkz: fatih in beşikteki kardeşini öldürmesi/#28895798) osmanlı severlerin de olduğunu görmemize vesile olan olaydır.
en başta söyleyeyim ki tarihe meraklı, türklüğüyle gurur duyan ve osmanlıyı seven bir kişiyim.
buradaki temel mesele osmanlı padişahlarını hem de hepsini evliya gibi gören ve gösteren bir kitlenin varlığıdır. halkımız da genel olarak böyle düşünüyor ve böyle diyenlerin, yazanların dediklerine inanıyorlar. bu yanlış bir düşünce osmanlı padişahlarının geneli dindardır ama evliya değillerdir. padişahlar devlet adamıdır. devlet nasıl idare edilirse öyle idare edilir.
fatih' e gelince; fatih türk tarihinin belki de en büyük ismidir. ama yukarıda da bahsettiğim gibi evliya değildir. 15. asırda devlet nasıl idare ediliyorsa devleti öyle idare etmiştir. kardeşini boğdurması ise elbette günahtır. masum bir cana kıymanın cezasını muhtemelen(allah bilir) şimdi çekiyordur.
kısaca söylemek gerekirse fatih ülkemizi 15. asrın şartlarına göre mükammel idare etmiş bir padişahtır.
insan için zor neredeyse yaradılışa aykırı üzüntü verici. hükümdarlık ve devlet için zamanına göre kabul gören davranış. allah böyle bir acıyı kimseye yaşatmasın. dünyanın en zor kararlarından biridir. sultan süleymanın oğlu mustafa ile ilgili yaşadığı acı da böyle bir durum. devlet için can feda evlat feda. ancak oğlum başa geçsin ben öleyim de denilebilir mi. tabi tek erkek evlat olsaydı.
ihtimaller üzerinden devlet yönetenlerin işlediği cinayetleri meşrulaştırmaya çalışanların habire savunduğu olay. Sen osmanlı şöyle köklüydü böyle köklüydü diye övünüyorsun ama yahu böyle köklü bir yapıda devleti kimin yöneteceğine dair neden sağlam bir gelenek yok diye sormuyorsun. Suç daha devletin sahipsiz kalıp kalmayacağini bile masum kanı dökerek belirlemeye çalışan osmanlı devlet anlayışında mı yoksa günahsız bebeklerde mi ? Kuranın apaçık emri olan "öldürmeyeceksin" hükmüne açıktan karşı cıkan insanları hangi vicdanla savunuyorsunuz ?
TARiH VE ONUN KANLI SAYFALARI ASIL KATiLLERiN KiMLER OLDUĞUNU PEKALA GÜN YÜZÜNE ÇIKARMAKTADIR.
Haçlılar ve Ermeniler Kıbrıs’ta Terör Estiriyor
1156 yılında ise Haçlıların Ermenilerle birlikte Kıbrıs’a yaptıkları korkunç saldırı, adanın tarihinde derin izler bırakacaktır. Gerçekten de, ikinci Haçlı Seferi ile Doğuya gelmiş olan ve 1153 yılında Antakya naibesi Constance ile evlenerek Haçlı devletinin başına geçen Renaud de Chatillon’un Kıbrıs’ta sergilediği vahşet örneği, unutulmayacak türdendir.
Renaud’nun 1156 ilkbaharında Kilikya Ermeni hakimi Thoros ile birlikte adaya saldırması, aslında Kıbrıslıların hiç beklemedikleri bir şeydi; çünkü Bizans imparatorluğu’na bağlı olan ve imparatorun yeğeni Isaakios Komneinos tarafından idare edilen Kıbrıs, Haçlı Seferleri’nin başından beri Haçlılara destek vermiş, dostça davranmıştı.
Haçlılar ise, şimdi Kıbrıs halkına böyle bir teşekkürü reva görüyorlardı!
Ellerinde haç taşıyan Haçlılar ve Ermeniler, beraberce üç hafta boyunca adada terör estirdiler; saldırıya uğramadık hiçbir yer kalmadı. Kıbrıs’ta ne kadar ev, kilise, manastır varsa, hepsini yağmalayıp etrafı ateşe verdiler; papazların burunlarını ve kulaklarını kestiler; büyük-küçük demeden, herkesi öldürdüler; kadınlara tecavüz ettiler.
Nihayet bir Bizans filosunun Kıbrıs’a gelmekte olduğunu duyan Renaud ve adamları ganimetlerle dolu gemilerine binip geri döndüler. Haçlıların ele geçirdiği ganimet muazzamdı…
Üçüncü Haçlı Seferi’ne katılan ingiltere Kralı Arslan Yürekli Richard’ın Akka’nın ele geçirilmesinden sonra Müslüman esirlere reva gördüğü insafsızca muamele de bir başka vahşet örneğidir: Sultan Selâhaddin’in Akkâ’yı savunan garnizonu, Ağustos 1189’dan beri Haçlıların kuşatması altındadır. Çaresizlik içinde kıvranan garnizon nihayet şehri, Temmuz 1191’de Haçlılara teslim etmeye mecbur kalır ve antlaşma mucibince karşılıklı olarak esirlerin serbest bırakılması kabul edilir.
Sultan bin 500 Hristiyan esiri serbest bırakmasına rağmen, ingiltere Kralı Richard sözünde durmaz ve bir an evvel Kudüs’e ilerlemek istediği için Akka garnizonuna mensup 3 bin Müslüman esiri hanımları ve çocuklarıyla birlikte tiyatrovari bir gösteriymiş gibi herkesin gözü önünde birer birer öldürtür.
Bu katliamdan sonra, bazı Haçlıların “Tanrı’ya şükür” duaları etmeleri de, kayıtlara geçmiş ve şaşırtıcı olduğu kadar, acınacak bir vahşet anlayışı sergilemektedir.
Haçlı Seferleri döneminde, yüz yüze geldikleri Türklere ve bütün islâm dünyasına karşı yaptıkları mezalimin yanı sıra Batılıların, kendi mezhep ve durumlarına uymayan Doğulu Hıristiyanlara karşı gösterdikleri insanlık dışı hareketler de çok dikkat çekicidir…
Kudüs’ü Müslümanların elinden almak üzere düzenlenen 4. Haçlı Seferi’nin doğrudan Bizans imparatorluğu’nu hedef alması ve tarihte görülmedik derecedeki kin ve nefret duygularıyla Haçlıların imparatorluk halkına saldırmaları, şehri yağmalamaları insanı dehşete düşürmektedir.
1203’ün 24 Haziran günü istanbul önüne ulaşan Haçlı donanması, 13 Nisan 1204’de şehri zapt ettikten sonra, tabir caizse, taş üstünde taş bırakmamıştır.
Sadece Bizanslı tarihçiler değil, görgü tanığı olan Batılı tarih yazarları da, kaleme aldıkları eserlerinde bu yağmanın ibret verici öyküsünü nakletmişlerdir:
Üç gün boyunca yağmalanan şehirdeki bütün kütüphaneler, kiliseler, manastırlar talan edilir. Venedikliler, istanbul’daki pek çok kültür ve sanat eserini toplayıp ülkelerine götürürken, Fransız ve Flamanlar taşıyıp götüremedikleri eşyaları tahrip etmeyi tercih ederler! Tarihçi Geoffroi de Villehardouin, “Dünya kurulduğundan beri hiçbir şehirden bu kadar çok ganimet elde edilmemiştir” diye yazar.
Üç günün sonunda, harabeye dönen istanbul’un eski ihtişamından geriye eser kalmaz. Haçlıların kasten çıkardıkları yangınlar yüzünden de ‘Şehirler Kraliçesi’ istanbul’un bütün güzelliği, zenginliği yok olup gider. Bütün bunlar yetmezmiş gibi, merhamet dilenen savunmasız halka da acınmamıştır: Haçlılar, şehir halkından önlerine çıkanı zalimce öldürdüler, rahibeler dahil bütün kadınlar, Haçlı askerlerinin tecavüzüne uğradı.
OSMANLININ TARiHiNi iNCELERKEN ACABA ŞU KANLI DÜNYA TARiHi HAKKINDA NE DÜŞÜNÜYORLAR BU MUHTEREM YAZAR TAiFESi ?
Haçlılar Müslümanları Şişe Geçirip Yiyor!
Öte yandan, Haçlı ordusu daha Antakya surları önündeyken başlayan yiyecek sıkıntısı bu noktada had safhaya ulaşınca, Raimundus tarafından belirtildiğine göre, Haçlılar yamyamlık yapmayı mubah gördüler! Tarihçi Radulfus Cadomensis de, “Askerlerimiz yetişkin Müslümanları yemek kazanlarında pişirdiler, çocukları şişe geçirip ızgara yaparak yediler” diye yazarak bu korkunç olayı dile getirir!
Haçlılar, 15 Temmuz 1099’da Kudüs’ü zapt ettikten sonra ise, asırlar boyunca unutulmayacak bir katliama imza attılar. Halbuki islam’ın ikinci halifesi Hz, Ömer, 638 yılında Kudüs’ü fethettiği zaman, buradaki Hıristiyanlara can ve mal güvenliğiyle inanç özgürlüğü konusunda garanti vermişti.
Üstelik Kudüs fatihi Hz. Ömer, Hıristiyanlığın kutsal mekanlarından Kutsal Mezar Kilisesi’ni gezdiği sırada namaz vakti geldiğinden, burada kendisine uzatılan seccadede namaz kılmayı reddetmişti. Çünkü kendisinin ibadet ettiği bir yeri Müslümanların hemen sahiplenebileceğinden çekinmişti…
işte bu olaydan 461 yıl sonra, Kudüs’ü ele geçiren Haçlıların Müslümanlara karşı tutumu ise korkunç oldu. Birinci Haçlı Seferi’ne katılmış olan tarihçi Fulcherius, bu vahşeti şöyle anlatır:
Bizim şövalyelerimiz ve yayalar, Arapların canlıyken iğrenç boğazlarından yuttukları altınları bağırsaklarından çıkarmak için bunları öldürür öldürmez karınlarını deştiler. Adamlarımız ellerinde kılıç şehirde dolaşıp kimseyi canlı bırakmadı. Merhamet dileyenleri bile öldürdü. Halkın evlerine girip ne buldularsa aldılar. Zengin veya fakir olsun, girdiği eve sahip olacak ve binanın içinde buldukları da kendisine ait olacaktı. Bu şekilde, birçok fakir zengin oldu.
Böylece Haçlılar, önlerine çıkan herkesi, Mescidi Aksa’ya sığınmış olanları bile, kılıçtan geçirdiler. Görgü tanığı tarihçi Raimundus, mabetlerin bulunduğu bölgeye giderken, yolların cesetlerle kaplanmış olduğunu ve dizlerine kadar yükselen kan birikintileri içinden geçmek zorunda kaldığını eserinde kaydeder.
Kudüs valisi iftiharüddevle ve adamları dışında, Kudüs’ten canlı çıkan olmamıştır. Bu sırada Kudüs’te bulunan Yahudiler de bu katliamdan kurtulamadılar. Haçlılar, Müslümanlara yardım etmekle suçladıkları Yahudilerin sığınmış oldukları sinagogu ateşe verip, içerde bulunan herkesi yakarak öldürdüler. Böylece şehirde bulunan bütün Müslüman ve Yahudiler yok edildi.
Ya makamı seçip cana kıyacaktı ya da hayırlısı deyip kellesi gidecekti. Zulmedilen ol zulmeden olma mazlum ol zalim olma deniliyor peygamberi düşünüp karar vereceksin böyle durumda; peygamberimiz olsaydı aynı durumda kardeşini öldürür müydü? Cevabını siz verin.
Birinci Haçlı Seferi döneminin Bizans imparatoru Aleksios Komnenos’un kızı ve tarih yazarı Anna Komnene’nin ifadesiyle, “Batı’nın bütün Barbar kavimlerinin”, Doğu’daki “din kardeşlerine yardım etmek” kisvesi altında harekete geçmeleriyle birlikte, hem Hıristiyan hem de Müslüman halka karşı, bölgede büyük bir yağma, talan ve katliam hareketi de başlar…
Gerçekten de, daha yola çıkmadan, ülkelerindeki Musevileri katlederek işe başlayan Haçlılar, Roma’nın imparatorluk sınırlarını aşar aşmaz, kendi mezheplerine ters gördükleri Ortodoks Hıristiyanlara saldırırlar. Çevrelerini yakıp yıkarak ilerleyen Haçlılar, hayvan sürülerini gasp ederler; kiliseleri bile kundaklarlar.
Haçlılar, istanbul surları dışında konakladıkları zaman içinde, başkentin varoşlarına saldırıp, istanbul’dan sonra Ağustos 1096’da izmit Körfezi’ni dolaşarak Yalova’ya gittikleri yol boyunca da, köyleri basarak savunmasız, halka pek çok kötülük ettiler.
Anna Komnene’ye göre, iznik civarını yağmalayan ve zalimliğin olabilecek en sivri örneklerini çevrede sergileyen Haçlılar, zulmü, kundak bebeklerine kadar yaydılar. Bu bebekleri ya sakat bıraktılar ya da mızraklara geçirip ateşte kızarttılar; büyüklere ise, farklı işkenceler uygulandı. Haçlı lideri Pierre Lermite ise, bu vahşi kalabalığı kontrol altına alamadı…
Anadolu’ya geçip Ekim 1097’de Antakya surları önünde karargâh kuran Birinci Haçlı Seferi ordularının, uzun süren kuşatmadan sonra, 3 Haziran 1098’de ihanet yoluyla Antakya’ya girişiyle beraber ortaya çıkan tablo ise korkunçtur. Haçlı askerleri elde kılıç, sokaklarda delicesine koşup rastgele etrafa saldırırlar. Şehrin dört bir yanından yükselen acı çığlıklar meydanlarda yankılanır ve etraf kıyamet gününe döner.
Antakya halkı dehşet içinde, canını kurtarmak için sağa sola kaçışırken gözlerini kan bürümüş ve ganimet hırsıyla çılgına dönmüş Haçlı askerleri Anadolu’yu evvelce kendileri için ulaşılmaz olan bu yörelerde şimdi istedikleri gibi cirit atıp, kaçabilenler dışında, kadın-erkek, çoluk-çocuk ayırımı yapmadan, yakaladıkları herkesi kılıçtan geçirdiler.
Sonra, şehir halkının evlerini basıp etrafı tahrip ederek ev ahalisini, hasta-yaşlı demeden katletmeyi de ihmal etmediler! Bu arada, şehrin önde gelen kişilerinin ve en zenginlerinin yaşadığı bölgeleri tespit edip, gruplar halinde buralara saldırdılar; katliamdan sonra bu evlerde buldukları altın, gümüş ve kıymetli eşyaları kendi aralarında paylaştılar.
Dönemin tarih yazarlarından Willermus eserinde, o gün Antakya’da on binden fazla kişinin öldürüldüğü rivayetini aktarır. Bu rakamın doğruluğu kesin olarak bilinmemekle birlikte, görgü tanığı ve Haçlı seferleri tarihi yazarı Raimundus, o gün ele geçirilen ganimetin büyüklüğünün ve öldürülen insanların sayısının tahmin bile edilemeyeceğini yazar.
Gesta Francorum adlı eserin anonim yazarının ve dönemin diğer tarihçilerinin belirttiğine göre, şehrin bütün sokakları cesetlerle doludur; yaz sıcağında çabucak çürüyen bu cesetlerden etrafa yayılan kokuya dayanmak mümkün değildir!
Böylece o günün akşamında, şehirde tek bir canlı Müslüman kalmamış, bu arada yerli Hıristiyan halktan da pek çok kişi öldürülmüş, evleri ve malları yağmalanmıştır…
Daha sonra, Haçlılar Kudüs’e doğru ilerlerken yolları üzerinde bulunan ve halkı Müslüman olan Mâarratün Numan şehrine saldırıp Aralık ayında şehri ele geçirdiler ve Antakya’da olduğu gibi, burada da terör estirdiler.
Haçlı kumandanı Bohemund, surun ana kapısı yakınındaki binaya sığınanlara af tanıyacağını ilan etti. Ancak verdiği sözü tutmayan Bohemund, burada da kendisine yakıştırılan ‘kalleş’ sıfatını doğruladı:
Bohemund’un vaadine inanıp teslim olan herkes, ertesi gün onun emriyle, adamları tarafından öldürüldü. Arkadan şehre dalan Haçlılar da geride kalan halkın üzerine saldırıp hepsini katlettiler ve şehri yağmalayarak cayır cayır yaktılar.
ibnü’l Esir ve ibnü’l Adim gibi 12. ve 13. yüzyıl tarihçilerinin kayıtlarına göre bu katliam sırasında en az 20.000 kişi öldürülmüştü.
ben ateistim ama şunu itiraf etmeliyim ki günümüzde ve muhammedin ölümü sonrasında yaşanan şey islam felan değil ! islam dini firavunların elinde oyuncak oldu malesef... biri kardeşini keser, biri babasını keser ve bunu utanmadan dini gösterirler...
osmanlı'dan dem vurup, osmanlı'nın yazdığı mecelle'deki "su-i misal misal olmaz" kuralından bihaber olan cahillerin ve de inkarcıların (ilgili ayetleri inkar ediyorlar) haklı gördüğü cinayettir.
şu ahmaklara bir bakar mısınız? amerikalılar şunu yapmış, bilmem ne bunu yapmış!... iyi o zaman... madem "o kadar çok cinayet işlenmiş ki bir tane fazlasından zarar çıkmaz" diyorsun, git sen de bir bebek boğ a ahmak!...
Karl Marx, bir siyasi partinin veya hareketin lideri değildi. Sadece bir teorisyendi. insanlık tarihini diyalektik materyalizme göre kurallara oturtmaya uğraşmış, buna göre geçmişe yorumlar getirmiş ve gelecek hakkında kehanetlerde bulunmuştu. Marx'ın en büyük kehaneti ise devrimdi. Kapitalist düzenin ayaklanan işçiler tarafından yıkılacağını ve bu devrimle birlikte "sınıfsız toplum" doğacağını vaat etmişti.
Marx 1883 yılında öldü. Aradan yıllar, hatta on yıllar geçmesine rağmen, Marx'ın haber verdiği devrim bir türlü gerçekleşmedi. Avrupalı kapitalist ülkelerde, devrim gerçekleşmesi bir yana, işçilerin çalışma ve hayat koşullarında kısmen de olsa iyileşme yaşandı ve işçi-burjuvazi gerilimi azaldı. Devrim gerçekleşmiyordu ve gerçekleşeceği de yoktu.
Bu ortam içinde, Marx'ın ölümünden yaklaşık 20 yıl sonra, bir başka önemli isim Rusya'da ortaya çıktı. Marxistler'in kurduğu Rus Sosyal Demokrat Partisi içinde giderek yükselen Vladimir ilyiç Lenin, Marxizm'e yeni bir yorum getirdi. Lenin'e göre, devrimin kendi kendine olması mümkün değildi, çünkü Avrupalı işçiler burjuvazi tarafından kendilerine sağlanan imkanlar tarafından oluşturulmuştu, diğer ülkelerde ise zaten kayda değer bir işçi sınıfı yoktu. Lenin bu duruma militan bir çözüm önerdi: Devrim, Marx'ın öngördüğü gibi işçiler tarafından değil, işçiler (yani Marxist literatüre göre "proleterya") adına hareket eden, profesyonel devrimcilerden oluşan, askeri bir disipline sahip "Komünist Parti" tarafından gerçekleştirilecekti. Komünist Parti, silahlı mücadele ve propaganda yöntemlerini kullanarak devrim gerçekleştirecek, iktidarı ele geçirdiği andan itibaren Lenin'in "proleterya diktatörlüğü" adını verdiği otoriter bir rejim kurulacak, rejim muhaliflerini tasfiye edecek, özel mülkiyeti ortadan kaldıracak ve toplumun komünist düzene doğru ilerlemesini sağlayacaktı.
Lenin'in ortaya attığı bu teoriyle birlikte komünizm, eli silahlı terör gruplarının ideolojisi haline gelmiş oluyordu. Lenin'den sonra da dünyanın dört bir yanında kendilerini kan dökerek devrim yapmaya adamış yüzlerce "komünist parti" veya "işçi partisi" ortaya çıktı.
Peki komünist parti devrim için hangi yöntemleri izlemeliydi? Lenin bu soruyu hem yazılarıyla hem de eylemleriyle cevapladı: Komünist parti olabildiğince çok kan dökecekti...
Lenin, henüz 1906 yılında, yani Bolşevik Devrimi'nden 11 yıl önce, Proletari dergisinde şöyle yazıyordu:
Bizim ilgilenmekte olduğumuz olgu, silahlı mücadeledir; bu mücadele, bireyler ve küçük gruplar tarafından yürütülmektedir. Bir kesimi devrimci örgütlere ait iken, öteki kesimler (Rusya'nın belirli kesimlerinde çoğunluğu) herhangi bir devrimci örgüte bağlı değildirler. Silahlı mücadele, birbirlerinden kesinkes olarak ayrılması gereken, farklı iki amaca yöneliktir; önce, bu mücadele kişilere, liderlere ve ordu ve polisteki görevlilere suikast yapmayı amaçlar, ikinci olarak, hem hükümete ait, hem de özel kişilere ait para kaynaklarına elkoyar. El konulan paralar kısmen parti kasasına, kısmen özel silahlanma amacına ve ayaklanma hazırlığına, ve kısmen de tanımlamakta olduğumuz mücadeleye katılan kişilerin geçimine gider. Büyük el koymalar (Kafkasya'daki 200.000 rublelik, Moskova'daki 875.000 rublelik gibi olanlar) gerçekten de öncelikle devrimci partilere gitmiştir -küçük elkoymalar çoğunlukla, bazen de tümüyle "el koyucuların" geçimine gider.14
Lenin'in de yönetiminde bulunduğu Rus Sosyal Demokrat Partisi içinde, 1900'lü yılların başında önemli bir fikir ayrılığı yaşandı. Lenin'in önderliğindeki grup, şiddet yoluyla devrim yapmayı savunurken, diğer bir grup daha demokratik yöntemlerle Marxizm'i Rusya'ya getirmeyi savunuyordu. Leninistler, gerçekte sayıları az olmasına rağmen, çeşitli baskı yöntemleriyle "çoğunluk" haline geldiler ve Rusça "çoğunluk" anlamına gelen "Bolşevik" sözüyle anılmaya başladılar. Diğer grup ise "azınlık" anlamına gelen "Menşevik" sözüyle adlandırıldı.
Bolşevikler, Lenin'in üstteki alıntısında tarif edilen şekilde örgütlenmeye başladılar: suikastler, hükümete ait paralara el konması, resmi kurumların soyulması vs. Çoğu sürgünde geçen yıllar sonucunda, Bolşeviklerin planladıkları devrim 1917 yılında gerçekleşti. Bu yıl iki ayrı devrim yaşandı. Şubat ayında gerçekleşen ilk devrimde, Rus Çarı II. Nicholas tahtından indirildi, ailesiyle birlikte hapsedildi ve demokratik bir hükümet kuruldu. Ancak Bolşevikler demokrasi değil, "proleterya diktatörlüğü" kurmaya kararlıydılar. Ekim 1917'de bekledikleri devrim gerçekleşti ve Lenin ile en büyük yardımcısı Leon Trotsky'nin (Troçki) önderliğindeki komünist militanlar önce hükümet merkezinin bulunduğu Petrograd'ı, ardından Moskova'yı ele geçirdiler. Her iki şehirdeki çatışmaların sonucunda dünyanın ilk komünist rejimi kurulmuş oluyordu.
Ekim Devrimi'nin ardından Rusya büyük bir iç savaşa sahne oldu. Çar yanlısı generallerin topladığı "Beyaz Ordu" ile, Trotsky'nin önderliğindeki Kızılordu arasında geçen savaş tam 3 yıl sürdü. Temmuz 1918'de Bolşevik militanlar tarafından, Lenin'in emri üzerine, Çar II. Nicholas ve tüm ailesi (üç çocuğu ile birlikte) kurşuna dizilerek idam edildi. iç savaş boyunca Bolşevikler, rejim muhaliflerine karşı en kanlı cinayet, katliam ve işkenceleri uygulamaktan çekinmedi.
Gerek Kızılordu birlikleri, gerekse Lenin'in kurdurttuğu "Çeka" adlı gizli polis örgütü, devrime karşı gördükleri bütün toplum kesimlerine karşı büyük bir terör uyguladılar. Dünya çapındaki komünist terörü anlatan Komünizmin Kara Kitabı adlı eserde, Bolşevik terörü şöyle anlatılır:
Bolşevikler, mutlak iktidarlarına yönelen edilgen de olsa her türlü muhalefeti veya direnişi; sadece siyasi muhalif gruplardan kaynaklanmayıp, soylular, burjuvalar, aydınlar, din adamları gibi toplumsal ve subaylar, jandarmalar gibi mesleki gruplardan da gelse, gerek hukuki gerekse fiziki olarak ortadan kaldırmaya karar verdi ve bazen işi soykırım boyutlarına vardıracak kadar ileri götürdü. Daha 1920'de yürütülen "Kazaklardan arındırma" kampanyası önemli ölçüde soykırım tanımının kapsamına girmektedir: yeri yurdu tamamen belli bir topluluk olan Kazaklar, tüm erkeklerin kurşuna dizilmesi, kadın, çocuk ve yaşlıların sürgün edilmesi, köylerin yerle bir edilmesi ya da Kazak olmayanlara devredilmesi sonucu bir grup olarak varlığını sürdüremez duruma getirildi. Lenin, Kazakları Fransız Devrimi dönemindeki Vendee'yle bir tutuyor ve onlara modern komünizmin "mucidi" Gracchus Bubeuf'ün daha 1795'te populicide (soykırım) olarak tanımladığı yöntemi uygulamak istiyordu.15
Bolşevikler, girdikleri her şehirde kendi ideolojilerine ılımlı bakmayan kesimleri katliamdan geçiriyor, halka korku salmak amacıyla abartılı vahşetler gerçekleştiriyorlardı. Aynı kaynakta, Kırım'da gerçekleştirilen Bolşevik vahşetleri şöyle anlatılıyor:
Benzer şiddet uygulamaları Bolşevikler tarafından işgal edilen Sivastopol, Yalta, Aluşta, Simferopol gibi Kırım illerinde de gerçekleştirildi. Aynı uygulamalara Nisan-Mayıs 1918'den itibaren isyan komisyonunun hazırladığı dosyalarda "elleri kopmuş, omzu parçalanmış, kafası dağılmış, çenesi kırılmış, cinsel organları koparılmış cesetler" de yer almaktaydı... 16