"tütünümü, anahtarımı aldım, tam çıkıyorum bir şeyin eksik olduğunu, eksik olanın ruhum olduğunu fark ettim." cümlesiyle en iyi 'roman giriş cümlesi' dalında ödül almaya layık kitap...(keşke buna benzer bir ödül olsa!) böyle bir cümleyle başlayan kitabı bir an önce okuyup bitirmek için derin bir istek duyuyor insan. sonra da bir solukta okuyup bitiriveriyor tadı damağında kalarak.
müzeyyen, bir ilhami algör romanı... ruhundaki eksiklikleri gören ama bu eksikliği dolduramayan insanların romanı... kimsenin anlamadığı derin tutkular yaşayan ve tutkusunu yalnızlığıyla harmanlayan insanların romanı... "söz gelimi testere ile kesseler sırıtan" insanların romanı... "film bitmiş de herkes salondan çıkarken, aklı son sahneye takılı kalmış, koltuğuna çakılı adamlar"ın romanı... durmadan "tel cambazının tel üstündeki durumu"nu anlatır şiiri hatırlayanların ve turgut uyar'a selam çakanların romanı... sonunda bitse ne olur, bitmese ne diyenlerin romanı... ve elbette benim romanım...
Romanını okuyunca da bu kadar muallakta kalır mıyım acaba diye düşleten film.
Eh şöyle bakınca herkesçe beğenilmiş, tam bir müzeyyen var filmde.
Ve ona tutkuyla aşık bir adam, aslında adamlar da denebilir. Çünkü tam bir müzeyyen karşımızdaki.
Sonuysa belirsiz, aynı arifin yazdığı gibi, aynı müzeyyenin gidişleri gibi.
Özetle; izleyin, ama belirgin bir şey beklemeyin.
erdal beşikçioğlu için katlanmaya çalıştım, ancak hep bir şeyler eksik gibi zor bitirdiğim bir film oldu. ayrıca başroldeki hanım kızımızı da pek sevmedim.
Sacma. Uslubu gercekten cok basit. Kurk mantolu Madonna'yi okuyan birisi aradaki kalite farkini rahatlikla anlar. Zoraki farkli gorunme cabasi insani rahatsiz ediyor. Basit bir kitap ve 5 para etmez bir yazar.
Kitabın tamamında bulununan orta şekerli argonun okuyucuyu hafif tebessüm ettirdiğini söylemeye müteakip bahse konu bu kısacık hikaye yalnızca orta yaşlardaki aşık olmuş bir takım kişilerin anlayabileceği bir hikayedir.
Özellikle hikayede geçen "çıt" ifadesi ise tam da hayatımın bu evresinde çok önemli bir yere vurgu yapmıştır. Kitabı her defasında gördüğümde ise istemsizce bir iç çekerek müzeyyen'i yeniden özlemiş olmayayım....
bugün edindim bir adet, otobüste ufaktan başladım, mest oldum.
filmini de izlemiştim keza. erdal beşikçioğlu oynuyor. müzeyyen'i oynayan kadına da ayrı hastayım ya neyse. es geçmeyin a dostlar!
--fakat müzeyyen bu derin bir tutku--
“semt, altıkol iskambil oynar gibi sinyaller, işmarlar, manyeller ile sessiz sedasız inliyordu ki, tüp gaz dağıtımı yapan bir kamyonet, hoparlöründen yayılan sinir bozucu bir melodi ile geçti. hemen ardından rakip firmanın kamyoneti, kendi melodisi ile geçti. semtin veletler korosu, “oooo, ayıpsın ayıp!” nakaratı ile geçti. nakarat, on metre yürüdü, “ablanı alacağım, enişten olacağım, sana koca bulacağım” faslına geçti. bastonlu dedeler, “bu son fasıldır ey ömrüm, nasıl geçersen geç” ile geçti. vakit geçti. esnaflar kıraathanesi’nin televizyonunda, tütüncü roza göğüsleri ile bir kadın şarkıcı ağır sahra topları gibi geçti. geyik bakışlı iki turist ve boya sarışını bir fıstık geçti. delikanlılar top üstünde kıza dönüp, su altı senkronize yüzücü vaziyeti alıp şarkıya geçtiler: “kız hepsi senin mi?”. boya sarışını fıstık, “misafir ol gel bana, börekler açayım sana” edasıyla, hafif şıkıdım geçti. görmüş geçirmiş, hayatın sırrına ermiş kadın sesli bir kız çocuğu, bakışı çakal bir taksicinin kaset çalarında gerçi: “bana her şey seni hatırlatıyor.
“ulan cik cik, mazin ne senin?” dedim içimden. bacak kadar
kız, milletin baş tacı idi. millette bu taçlardan çok vardı.
taç üstüne taç koyan, taç düşkünüydük.
bir zamanlar sivil siyasi çalışan abilerimin kullandığı, simsiyah,
yılan gibi bir elli altı ile samsunlu orhan abim, ağır
çekim, kayarak, süzülerek geçti: “dünya bir dert hanesiyse,
ben çilemi doldurmuşum, bir mektepse eğer hayat, ıstırapla
okumuşum.”
tevellütü müsait olmayanlar dışında herkes, esas duruşa
geçti. şarkı, hepimizin halini hatırını sorup, veletlerden makas
alıp, selam edip geçti. ellerimizi kalplerimiz üstüne koyup,
boyun kırıp, “eyvallah abi,” dedik külliyen, “hürmetler
abim benim.”
herkes adına acı çekmekle dönüşerek, artık abide halini
almış samsunlu orhan abimden sonra, her şey eski haline
geçti.
--fakat müzeyyen bu derin bir tutku--
kitabı elime aldığımdan beri şu kısımdan öte gidemiyorum arkadaş!
bayılıyorum böyle yazılara.
yetmiş kere okumuşumdur abartısız ve günlerdir düşünüyorum "bu kısım bana neyi hatırlatıyor?" diye, buldum buldum, bugün buldum, nedensizce bana edip babanın "masa" şiirini hatırlatıyor bu kısım. o havada okuyorum, benzer hislerle okuyorum ikisini de buldum!
masa da masaymiş ha
adam yaşama sevinci içinde
masaya anahtarlarını koydu
bakır kaseye çiçekleri koydu
sütünü yumurtasını koydu
pencereden gelen ışığı koydu
bisiklet sesini çıkrık sesini
ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
adam masaya
aklında olup bitenleri koydu
ne yapmak istiyordu hayatta
işte onu koydu
kimi seviyordu kimi sevmiyordu
adam masaya onları da koydu
üç kere üç dokuz ederdi
adam koydu masaya dokuzu
pencere yanındaydı gökyüzü yanında
uzandı masaya sonsuzu koydu
bir bira içmek istiyordu kaç gündür
masaya biranın dökülüşünü koydu
uykusunu koydu uyanıklığını koydu
tokluğunu açlığını koydu.
masa da masaymış ha
bana mısın demedi bu kadar yüke
bir iki sallandı durdu
adam ha babam koyuyordu.
Kitabını okumadan filmini izlemeye başladım. Doğru mu yaptım bilmiyorum.
"iyi bir kadın olmak çok yorucu anlıyorsun di mi?"
Edit: filmi beğenmedim lakin insan müzeyyen karakterinden etkilenmiyor değil. Müzeyyen gibi kadınlar lazım birilerine.
Hani bir kahveyle güzel bir manzaranın karșısına geçip otur gibi sonu belki pembe diziler gibi değil ama yine de mutlu eden bir film.
Seçilen oyuncular da çok iyi fakat.
Kitap da oldugu kadar yer verilmemiș iç çatıșmaya. Kitap gün içinde bașlayıp bitmesin diye uğrașacagınız ama yine de bırakamayacagınız kadar hoș bir tınısı olanlardan. Kitap icinde paylasılmaya deger o kadar cok diyolog ve monolog var ki yaz yaz bitmez okunmalı.