Bukowski nin aylak kaldığı ve bir aralar birsürü işte çalıştığı dönemini anlatan kitap. Bukowski de bir şeyi fark ettim uzın soluklu yazıyor olmaktan zannedersem sıkılıyordu. Bildiğim kadınlar en uzun yazılı kitabı. Kısa hilayelerin adamı ki zaten factotumda da bir işten diğer işe zıplayan hikayeler bütünü gibi bir durum söz konusu. O dönemin hayatını kendine has kavraması kolay ve basit bir dille anlattığı kitap. Umursamaz bir sonu var kitabın öyle müthiş bir son beklememek lazım bukowski kitaplarından kitap biter ama o şarap içmeye devam eder.
öncelikle kitabı okunması gereken charles bukowski şaheseri. kitap, belirli bir vakit diliminde okunup zamanla okuyucu ile arasında bağ kurduğundan mıdır bilmiyorum, daha ayakları yere basıyor. filmdeki aylaklık biraz "öylesine" ve "kof" bir aylaklık gibi durmuş. felsefi altyapısı tam oluşturulamamış, tabii bunda fimin doğrudan uyarlama olmasının da rolü var.
velhasıl kelam, kitabının okunmadan filminin okunması anlamsız olacaktır.
kitapta yer almayan, filmde bulunan bir pasaj:
"üzüntümüze nasıl dört elle asıldığımız şaşırtıcı.
sinirimizi körüklerken harcadığımız enerji.
bir dakika önce bir hayvan gibi hırlarken...
bir dakika sonra sebebini bile unutabiliyoruz.
ve sadece saatler, günler, haftalar, aylar değil on yıllar boyunca.
en sebepsiz nefretler ve kinler için ömürler harcanıyor.
sonuçta burada ölümün götüreceği bir şey yok."
okuyanın hoş vakit geçirmesini sağlayan çok da güzel pek de tatlı bir bukowski romanı. bir gece ansızın duyup hayranı olduğum slow day adlı parça hakkında bir şeyler okurken bir filmin en en sonunda çaldığını öğrendim. efendim şöyle bir film hakkında araştırma yapayım derken de kitabı keşfettim. hızlı bir şekilde okunuveriyor, hiçbir şekilde bunalma sıkılma olmuyor garanti veriyorum. hayatı sorgusuz sualsiz düşük standartlarda yaşayan ama mantalitesine ve rahatlığına aşık olunası bir adet adamın hikayesi diyelim. evet büyük olaylar olmuyor ya da sayfaları merak içinde heyecanla çevirmiyorsunuz belki ancak görüyorsunuz ki siz kitabı elinize aldığınızda bunların hiçbirine ihtiyaç duymadan sayfaları çevirivermişsiniz. filmi hakkında ise pek bir şey söylemek istemiyorum, bence sıkıcı olmuş ve kitaptaki coolluğu yok misal karakterimizin. en azından 'önce' filmi izlemeyin diye naçizane bir tavsiye vererek meydanı okuyuculara bırakıyorum.
bukowski kitabı ve kitapla aynı adı taşıyan film. Kitapla hiç değiştirilmeden olduğu gibi -elbette bazı yerleri kesilerek- filme uyarlanmış. Matt dillon harika bir bukowski performansı sergiliyor. Bukowski' nin kendisi de bu kadar olurdu yani en fazla. Ama benim asıl ilgimi çeken jan karakterini oynayan lili taylor oldu. Kitabı okurken kafamda tasarladığım jan' in aynısını gördüm ekranda. Filmin değerlendirmesine filan girmeye gerek yok. Öyle çok övülecek bir film yok elbette ortada ama bukowski' yi sevenler mutlaka izlemeli diyebilirim. Kitaplarından okuyup hayal ettiğiniz yaşamını bir de ekranda görmek hoş olur. Filmin sonundaki şarkıdan da bahsetmemek olmaz. Melankolik, bohem bir parça çalıyor sonunda ve filmin etkisini, dolayısıyla notunu da bir tık arttırıyor.
''Amerika'da iş arayan çoktu. Kullanıma hazır sürüyle beden. Ve ben yazar olmak istiyordum. Neredeyse herkes yazar olduğunu düşünüyordu. Kimse dişçi veya otomobil tamircisi olabileceğinden emin değildir ama herkes yazar olabileceğinden emindir. Sınıftaki elli kişiden belki de on beşi yazar olduklarını düşünüyorlardı. Herkes konuşabiliyor, sözleri kâğıda yazmayı biliyordu, demek ki herkes yazar olabilirdi. Ama allaha şükür insanların çoğu yazar değildir, hatta taksi şoförü bile olamazlar ve bazıları -birçoğu- maalesef hiçbir şey değildirler.''
bukowski'nin çoğu kitabı gibi otobiyografik kitabıdır. tabii bazı yerlerinin kurmaca olabileceği doğrudur; ama sonuçta yaşanmış olayların süslüce anlatılmış şeklidir olsa olsa. yalınlığı ve istediği şekilde yazmasıyla insana verdiği samimiyet çoğu arkadaştan üstündür chinaski'nin.
gördüğüm en berbat uyarlama. sırf "filmi çekilir lan bunun" düşüncesiyle çekilmiş. sanırım bir kaç günde tamamlamışlar çekimleri. filmin bunalımlarından, eski zaman ve iç karartıcı sahnelerinden, monologlarından ve karakterin aylaklığından zerre eser yok. naturalizmde zirve yapmış bir kitabı, nasıl bu şekilde piç etmelerine izin verilmiş anlamıyorum. bu filmi zeki demirkubuz çekmeliydi.
bukowski' nin testeron seviyesini yükselten ilaçların yerine okunabilecek kitabıdır. Kadınların güzelliğini dünyada bukowskiden daha iyi anlatan olmayacaktır.
Dünyaya kendinden bir adet daha sunmak istemediği için yada "babası olmak istemediği için" baba olmayan Bukowski'nin baba olmadan sahip olduğu çocuklarından biridir Henry Chinaski. Daha çok içindeki çocuktur bu Henry, Bukowski'nin. O malum masum iç çocukları gibi değil de dıştaki Bukowski'nin birebir aynısı, belki ikinci dereceden türevidir bu içteki Henry. Dıştakinin bütün dünyayı sallamaz, düzene küfrü çekmiş, ucuz hayat, ucuz kadın, ucuz şarap düşkünü halleri içte bir Henry olup yazıya dökülmüş, sonra da yazıdan Bent Hamer adlı bir yönetmen izanıyla resme dönüştürmek istemiştir onu. iyi olmuş mudur? illaki olmuştur ama sayın Hamer bu pirüpaklıkla, bu sempatik tarzla Henry'yi Bukowski'nin içinden jiletlemiş çıkarmıştır. Hani ki, bizim bu Bukowski dediğimiz adam paspal, haddince kirli, dağınık, hizadan uzak bir alemde yaşayan biri idi, bu filmde Matt Dillon ne kadar kıyıdan kenardan Bukowski'yi andırır olsa da, cici bir hayat hikayesi görünümünden uzaklaşamıyor film bundan kelli. işte, dünyayı tınlamayan bohem ve yazmaya teşne bir genç, babasına resti çekmekle birlikte özgür dünyasında şu kadın benim, o kadın senin salınımlar yapmaktadır. Aralara Bukowski kitaplarından başta Factotum olmak üzere serpiştirmeler yapılmıştır. Bir ara Henry bitlenir, o hallerine biz güleriz falan. Yani şöyle bir durum var; bu film kitabın filme uyarlaması değil, kitaptan esinlenme bir film olabilir sadece. Yönetmen bu amaçla yola çıkmış, güzel de etmiş ama her filmde olan uyarlamaların kitabın yanında numune kalma bedbahtlığı bu filmin de suratına yapışmış. Hani filmi sevmedim desem, hele ki müziklerine yanıp bitmedim desem ayıplardan ayıp beğenirim ama yönetmen efendi bizde yerini bulan Bukowski kalıbına kendi Henry'sini sığdıramamıştır. Neyse, bu mühim değil; böyle de, şöyle de, öyle de, her halde makbule geçer yine de. -Müziklerden bahsettim de Kristin Asbjørnsen bu filmde hakkı en çok teslim edilmesi gerekenlerden. Zira üç gündür kulağıma çadır kurmuş durumda.-
(bkz: I wish to weep)
na bu da senaryosunu charles bukowski'nin yazdigi film olur; barfly.
filme çevrilmiştir. 12. dakikada patronu onu yanına çağırır. bir arkadaşıyla tanıştırır. arkadaşının da yazar olduğunu söyler..
patronun masasında bilgisayar monitörü vardır.
e be amına koduklarım bu adam kaç doğumlu ? o kitapta kaçlı yaşlarını anlatıyor? ne monitörü be arkadaş.. insan biraz dikkat eder ya .
fac, yapmak anlamindaki facere 'den.
totum, her şey, bütün anlamındaki totus 'tan.
bir işte yapılması gereken tüm niteliksiz işleri yapan kişi, kâhya, ayakçı"