Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, özellikle II. Meşrutiyet’i takip eden yıllarda Türkçülük cereyanının ve buna bağlı olarak dilde sadeleşme akımının ortaya çıkmasından sonra ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi doğrultusunda görüşler ileri sürülmeye başlanmış, bu görüşler arasında bilhassa ezanın Türkçeleştirilmesi gerektiği düşüncesi önemli tartışmalara yol açmıştır. Ezanın Türkçeleştirilmesi fikri muhtemelen ilk defa Ziya Gökalp tarafından 1918’de ortaya atılmıştır. Gökalp 1908’de Osmanlılık idealini taşıdığı dönemde yazdığı (Tansel, s. XVII-XIX) “Ezan” adlı şiirinde ezanı “büyük asrın (Asr-ı saâdet) sesi” olarak nitelendirmiş, onun dinî, tarihî ve islâm dünyası için evrensel mânasını, “Okunurken ezan sanır her vicdan / Cebrâil’dir gelmiş Bilâl ağzından / Bütün islâm ümmetine seslenir” mısralarıyla dile getirmiştir. Bu şiirde ezanı bütün müslüman milletlerin Hz. Peygamber dönemiyle, hatta -Cebrâil motifini kullanarak- metafizik âlemle bağ kurmasını sağlayan ortak bir değer, duyuş ve şiâr olarak anlatıyordu. Ancak Selânik’e yerleşmesinin ardından başlayan Türkçülük-Turancılık döneminden sonra 1918’de yazdığı Yeni Hayat kitabında yer alan “Vatan” şiirinde, “Bir ülke ki câmiinde Türkçe ezan okunur / Köylü anlar mânasını namazdaki duânın... // Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur’an okunur / Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hudâ’nın / Ey Türk oğlu işte senin orasıdır vatanın” diyerek Türk vatanında ezanın ve Kur’an’ın Türkçe okunması gerektiğini açık bir şekilde ifade etmiştir. Genç Kalemler dergisinde yayımlanan ilk şiiri “Turan” çevresinde geliştirdiği bu görüşlerini daha sonra Türkçülüğün Esasları’nda (Ankara 1339) toplayan Gökalp ibadet dilinin Türkçeleştirilmesi fikrini bu kitabında da tekrarlamıştır.
Gökalp’in Türkçülük yönündeki genel fikirleri çerçevesinde ezan da dahil olmak üzere ibadet dilinin Türkçeleştirilmesiyle ilgili görüşleri Cumhuriyet döneminde hararetle benimsendi. 1928 yılında Atatürk’ün isteği üzerine Dârülfünun müderrisi ismail Hakkı (Baltacıoğlu) tarafından ilâhiyat Fakültesi müderrisler meclisinde görüşülmek üzere bir ıslahat lâyihası hazırlandı. Gündeme alındığı halde müderrisler meclisinde -kesin olarak bilinmemekle beraber- görüşülmediği anlaşılan, daha sonra basına da intikal ettirilen “ilâhiyat Fakültesi’nce Hazırlanan Lâyiha” başlıklı bu raporun (Vakit, nr. 3753, 20 Haziran 1928’den naklen, Mısıroğlu, s. 340) üçüncü maddesinin bir bendinde sözü edilen ıslahat arasında, “ibadet lisanı Türkçe olmalıdır. Âyetlerin, duaların, hutbelerin Türkçe şekilleri kabul ve istimal edilmelidir” ifadeleri yer almıştır. Burada açıkça belirtilmemekle birlikte ezan ve kāmetin Türkçeleştirilmesi de kastedilmiş olmalıdır. Basına intikal ettikten sonra şiddetli tepki gören bu ıslahat programı hakkında lehte ve aleyhteki yayımlar kısa süre içinde durdurulmuştur (Türkiye Maarif Tarihi, V, 1938-1967).
Ancak bu arada 10 Nisan 1928’de Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu’nun 2. maddesinde yer alan, “Devletin dini dîn-i islâm’dır” fıkrası ile 26. maddedeki “ahkâm-ı şer‘iyyenin Büyük Millet Meclisi tarafından yürütüleceği”ni belirten cümle kaldırılmış, böylece devlet hukuken laik olmuş (Başgil, s. 16-18, 186-192), daha sonraki yıllarda laiklik adına yapılacak uygulamaların kanunî mesnedi hazırlanmıştı. Her ne kadar Gökalp’in, “Bir ülke ki câmiinde Türkçe ezan okunur” mısraından Türkçe ezan istediği anlamının çıkarılmayacağını, burada ezanın bir timsal olduğunu ve onun bu ifadeyle dinin halk tarafından anlaşılmasını kastettiğini, birçok hıristiyan milletin dualarını Latince yapmaları gibi Türk vatanında da ezanın bir sembol olarak Arapça kalması gerektiğini ileri sürenler olmuşsa da (bk. Ayas, sy. 5, s. 36) ezanın Türkçe okunması fikri, “Vatan” şiirinin yayımlanmasından yaklaşık on beş yıl sonra Atatürk’ün takibi ve yer yer bizzat katılarak doğrudan yaptırdığı çalışmaların ardından 1932 yılında uygulamaya konuldu. Osman Nuri Ergin’in kaydettiğine göre, “Atatürk’ün üzerinde durmak ve başarmak istediği şeyler başlıca namazın etrafında dolaşıyor ve onun şekilleri çerçevesinde toplanıyordu.” Ergin Atatürk’ün namazla ilgili düşüncelerini üç noktada topluyor. a) Tekbir, ezan, kāmet ve salânın Türkçeleştirilmesi; b) Hutbenin Türkçeleştirilmesi; c) Namazın Türkçe Kur’an’la kıldırılması (Türkiye Maarif Tarihi, V, 1939). Devri yaşayanların, özellikle ezan ve kāmeti tercüme çalışmalarına katılan Sadettin Kaynak ve Ali Rıza Sağman gibi kişilerin hâtıralarında (a.g.e., V, 1939-1943, 1947-1957) ayrıntılarıyla yer alan bu konuyla ilgili gelişmeler şöyle özetlenebilir: Atatürk’ün emri üzerine sonraları Maarif vekili olan Reşit Galip ile Hasan Cemil Çambel’in yönetiminde, Türk Tarihi Tedkik Cemiyeti’nin Dolmabahçe Sarayı’ndaki odasında 1932 yılı Ramazan ayı öncesinde (Aralık 1931) dokuz meşhur hâfız bu işle görevlendirildi. Beşiktaşlı Rıza, Süleymaniye Camii müezzini Hâfız Kemal, Hâfız Sadettin (Kaynak), Hâfız Burhan, Hâfız Fahri, Hâfız Nuri, Hâfız Yaşar (Okur), Hâfız Zeki ve Sultanselimli Hâfız Ali Rıza’dan (Sağman) oluşan bu heyet tekbir, ezan ve kāmeti konservatuvardan bazı sazların da iştirakiyle meşkederek hazırladı. Bu arada tercümede tereddüt edilen noktalarda bizzat Atatürk’ün görüşüne başvurularak kesin karar onun tercihleri doğrultusunda verildi. Nitekim Ali Rıza Sağman dışında bütün hâfızlar tekbiri “Allah büyüktür” şeklinde tercüme etmişken Atatürk, Sağman’ın “Tanrı uludur” ifadesini daha güzel bulduğu için bu şekil kabul edildi. Ezandaki “Hayye ale’l-felâh” ibaresinin “Haydi kurtuluşa” diye Türkçeleştirilmesi düşünüldü. Ancak “kurtuluş” kelimesinin istanbul’da Rumlar’ın oturduğu Tatavla semtinin halk arasındaki adı olması sebebiyle tereddüt gösterilince Atatürk’ün de uygun görmesiyle “Haydi felâha” şekli kabul edildi (Granda, s. 259-260).
Türkçe ezanın bestesi için konservatuvar üyesi ihsan Bey görevlendirildi. Fakat bütün gayretlere rağmen bestenin 1 Ramazan 1350’ye kadar (10 Ocak 1932) istanbul’daki bütün müezzinlere öğretilmesinin mümkün olamayacağı anlaşılınca ezanın aslî şekliyle okunmasına geçici olarak izin verildi. Ancak bu arada başta istanbul olmak üzere Anadolu’da da yer yer ezanın Türkçe okunmasına başlandığı gazetelere intikal eden haberlerden anlaşılmaktadır (Cumhuriyet, 2 Şubat 1932, s. 1, 6). Yapılan hazırlıklardan sonra Türkçe Kur’an, tekbir ve kāmet 3 Şubat 1932 gününe rastlayan Kadir gecesinde Ayasofya Camii’ndeki mevlidde okundu ve radyodan naklen yayımlandı. Bu arada Diyanet işleri Riyâseti’nin de bu uygulamayı kabul etmesi sağlandı (18 Temmuz 1932). ilk dil kurultayından sonra (26 Eylül 1932) bütün vazifelilerin ezanı Türkçe okumaları için hazırlık yapmalarını sağlamak üzere Evkaf Umum Müdürlüğü tarafından hem vilâyetlere, hem de cami ve mescid görevlilerinin âmiri sıfatıyla Evkaf müdürlüklerine gönderilen Türkçe ezan metni şu şekilde düzenlenmişti: “Tanrı uludur / Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’dan başka yoktur tapacak / Şüphesiz bilirim bildiririm Tanrı’nın elçisidir Muhammed / Haydi namaza / Haydi felâha / Namaz uykudan hayırlıdır (yalnız sabah namazında) / Tanrı uludur / Tanrı’dan başka yoktur tapacak.”
Bu tamimden sonra ezanın Türkçe okunması sıkı bir şekilde takip edildi ve zamanla merkezden uzak bazı bölgeler dışındaki bütün vilâyetlerle karakol ve jandarma teşkilâtının ulaşabildiği bütün yerleşim birimlerinde Türkçe ezan okutulmasına başlandı. Ancak yeni şekli benimsemeyen müezzinlerle halkın bir nevi pasif direniş göstererek ezanı çocuklara ve meczuplara okuttukları, Türkçe’sini yüksek sesle okuduktan sonra alçak sesle Arapça’sını da tekrar etmek veya imam ve müezzin olmayan kişilere okutmak suretiyle aslî şekli muhafaza etmeye çalıştıkları, bu devri yaşayan ve bir kısmı halen hayatta bulunan kişilerin ifadelerinden öğrenilmektedir. Bu uygulamanın kanunî bir dayanağı bulunmadığı için tamime riayet etmeyenler bazan idarî, çok defa da polisiye tedbirlerle yıldırıldı. Bu maksatla cami içinde ve dışında, minare kapılarında polislerle jandarmalar bekletildiği için emre uymayanlara ânında müdahale edildiği yolunda haberler çeşitli gazetelere intikal etmiştir (meselâ bk. SR, IV/82, s. 105-106). Bu dönemle ilgili hâtıralar toplandığında ve konu üzerinde sosyolojik incelemeler yapıldığında, halkın bu uygulamaya karşı gösterdiği tepkiler ve bunun için yetkili mercilerin başvurduğu idarî, adlî ve polisiye önlemlerin boyutları hakkında daha sağlıklı bilgiler edinmek mümkün olacaktır.
Ezanın Türkçe okunmasına ilk büyük tepki 1 Şubat 1933’te Bursa’da meydana geldi. Ulucami’de Topal Halil adında halktan birinin Arapça ezan okuduktan sonra minare dibinde bekleyen bir sivil polis tarafından tartaklanarak karakola götürülmek istenmesine tepki gösteren halk, hükümetin bu konuya müdahalesini protesto etmek üzere önce Evkaf müdürlüğüne, oradan da valiliğe yürüdü. Valiliğin askerî garnizondan yardım istemesi üzerine durum izmir’de Atatürk’ün yanında bulunan garnizon kumandanına bildirildi. Hadiseyi öğrenen Atatürk gezisini yarıda keserek Bursa’ya geldi. Anadolu Ajansı’na verdiği beyanatta olayın haddizatında ehemmiyetli olmadığını, cahil mürtecilerin Cumhuriyet adliyesinin pençesinden kurtulamayacaklarını, olaya bilhassa dini herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha edilmeyeceğinin anlaşılması için önem verdiklerini belirterek meselenin esas mahiyetinin dinle değil dille ilgili olduğunu söyledi (Cumhuriyet, 7 Şubat 1933). Ayrıca konu ile bizzat ilgilenerek hükümet yetkililerine gerekli tâlimatı verdi. Bursa müftüsüne, savcı ve sulh hâkimine işten el çektirildi. Arapça ezan okuma hadisesine karışan on dokuz kişi, Çorum Ceza Mahkemesi’nde bir yıl süren muhakemeden sonra ağır hapis ve sürgün cezasına çarptırıldı (Kocatürk, s. 546). O zamana kadar konunun dışında tutulmaya çalışıldığı anlaşılan Diyanet işleri Riyâseti, Dahiliye Vekâleti’nden gelen bir yazı üzerine 4 Şubat 1933 tarihinde bütün müftülüklere bir tamim göndererek görevlilerin ezanı ve kāmeti Türkçe okumalarını, buna uymayanların “kati ve şedid bir şekilde” cezalandırılacağını bildirdi (metni için bk. Albayrak, s. 262). Ardından müftülüklere yollanan 6 Mart 1933 tarihli yeni bir tamimle de, “her tarafta Türkçe ezan okunduğu bir zamanda minarelerde Arapça salâtüselâm okumak âhenksiz düşeceği ve hükümetin takip ettiği maksad-ı millîye de uygun gelmeyeceği” gerekçesiyle Arapça salâ verilmemesi, gönderilen örnekteki üç Türkçe salâ ve tekbir metninden birinin seçilerek okunması istendi.
Ezanın Türkçe okunması kararına uymayan görevliler, 1941 yılına kadar Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesinin kapsamında mütalaa edilerek “yetkili mercilerin kamu düzenini sağlamaya yönelik emrine aykırılık” suçunu işlemiş sayılıp cezalandırılırken 15 Nisan 1939 tarihinde hükümetçe meclise sunulan ve 1941’de kesinleşen 4055 sayılı kanun değişikliğiyle 526. maddeye, “Arapça ezan ve kāmet okuyanların üç aya kadar hapis veya on liradan iki yüz liraya kadar para cezası ile cezalandırılması” fıkrası eklenmiştir (Düstûr, Üçüncü tertip, XXII, 418, kanun lâyihası için bk. TBMM Kütüphanesi Dokümantasyon ve Tercüme Müdürlüğü, nr. 186, 1/78). Bu kanunun gerekçesinde, “Diyanet işleri teşkilâtı mensupları haricinde kalanlardan Arapça ezan ve kāmet okuyanlar hakkında ceza verilmesine imkân olmadığından Arapça ezan okuyanların görevli olsun olmasın kanunda sûret-i mahsûsada cezalandırılmasına lüzum hâsıl olmuştur” denilmesinden, Arapça ezanın özellikle görevliler dışındaki kişilerce okunmaya devam edildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca, “Arapça lisanının eski zihniyete, eski an‘anelere bağlayan tesirinden halkı kurtarmak için” bu kanunun çıkarılması gerektiğinin belirtilmesi de dikkat çekicidir.
Ezanın aslî şekliyle okunması suç haline getirildikten sonra gazetelerle hâtıralara intikal eden bilgilerden, ceza uygulamalarının kanunda öngörülen miktarların üç dört katına kadar çıkarıldığı, dayak gibi yıldırıcı polisiye tedbirlerin sürdürülmesinin yanında aylarca akıl hastahanelerine kapatma gibi cezalandırmalara başvurulduğu da öğrenilmektedir (Ceylan, III, 376-398).
Bernard Lewis, ibadet diline yapılan bu müdahalenin diğer laiklik uygulamalarına göre daha geniş bir halk tepkisine sebep olduğunu belirtir (Modern Türkiyenin Doğuşu, s. 411). Ancak bütün bu baskılara rağmen ülkenin birçok yerinde ezanın aslî şekliyle okunmasına devam edilmiştir. 1941’den itibaren çeşitli tarikatlar ve dinî gruplar da yurdun her yerinde gittikçe artan bir şekilde Arapça ezan okuma mücadelesine girişmişlerdir. Bu mücadelede Ticâniyye tarikatı şeyhi M. Kemal Pilavoğlu ve Ankara’daki halifesi Abdurrahman Balcı’nın bağlılarıyla örgütlü bir mücadele yürüterek ön plana çıktıkları görülmektedir. Özellikle 1946 yılından itibaren sistemli ve yoğun bir şekilde camilerde ve çeşitli yerlerde bu tarikata bağlı, halk arasında “ezan delileri” olarak tanınan insanların her vesileyle Arapça ezan okumaları dikkati çekmeye başladı. Nitekim bunların 4 Şubat 1949 Cuma günü Türkiye Büyük Millet Meclisi dinleyici locasında, bir millî maçta Dolmabahçe Stadyumu’nda, Beyoğlu’nda bir sinemada ve Ankara valisinin huzurunda ezan okudukları, ayrıca Eskişehir’de yine aynı tarikata mensup bir grup askerin çeşitli camilerde ezanın aslî şeklini okuduğu basın organlarına intikal eden haberlerden ve çeşitli hâtıralardan öğrenilmektedir. Öte yandan hükümet de takipten vazgeçmiyor, Arapça ezan okuyanlara hapis ve para cezaları veriliyor, birçoğu da akıl hastahanelerine gönderilerek uzun müddet oralarda tutuluyordu (Jaschke, s. 46; Tunaya, s. 204).
1946 seçimlerinde halkın Demokrat Parti’ye yönelmesinin ardından bu konuda hükümetten bazı tâvizlerin koparıldığı görülmektedir. Nitekim Diyanet işleri Başkanlığı’nın 22 Eylül 1948 tarihli bir tamiminde “mevlidlerde, hatim duası esnasında, bayram namazı ve günlerinde okunması gereken tekbirlerin Arapça olmasının 4055 sayılı Arapça ezan ve kāmetin memnuiyeti kanununun şümulüne girmediği, içişleri Bakanlığı ile yapılan görüşme ve yazışmalar neticesinde başkanlığın bu konudaki görüşlerinin kabul edildiği” belirtilmektedir.
Arapça ezan okuma yasağının kaldırılması amacıyla 1950 seçimlerinden sonra yoğun bir çalışma başlatıldı. Ceza kanunundan ilgili fıkrasının çıkarılması için 31 Mayıs 1950 tarihinde Tokat Milletvekili Ahmet Gürkan, 2 Haziran 1950’de Kayseri Milletvekili ismail Berkok ve on üç arkadaşı, 14 Haziran 1950 tarihinde de Başbakan Adnan Menderes hükümetince Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne çeşitli kanun teklifleri sunuldu. Bu tekliflerin gerekçesinde daha önceki hükümetçe yapılan uygulamanın yanlış olduğu, ceza kanununa hüküm konulmasının din ve vicdan hürriyetine baskı sayıldığı belirtilerek, “Çeşitli gerekçelerle ezanı Türkçe okutmak, vatandaşın din ve vicdan hürriyetini herhangi bir şekilde kısmen veya tamamen mahkûm etmek ve bu hususu kanunî ceza tesbitleri altında bulundurmak doğru olmaz” deniliyor ve gerekçe şu hükümle sona eriyordu: “Bütün bu mülâhaza ve sebeplerden başka müslüman Türkler’e sebepsiz yere mânevî huzursuzluk veren böyle bir yasağın demokrasi ile idare olunan bir devlet nizamı içinde yer alabilmesi de müstahîldir. Fıkranın tayyı müslüman Türkler’e muhakkak bir huzur ve vicdan rahatlığı verecektir” (15 Haziran 1950 tarihli, Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesinin değiştirilmesi hakkında TBMM başkanlığına sunulan teklifin gerekçesi S. sayısı; 3/1/9, 2/6, 7 TBMM Kütüphanesi Dokümantasyon ve Tercüme Müdürlüğü). Bunun üzerine Ceza Kanunu’nun 526. maddesinde gerekli değişiklikler yapılarak 16 Haziran 1950’de Ramazan arefesinde ezanın Arapça okunması serbest bırakıldı.
Bu durum, Diyanet işleri Başkanı Ahmet Hamdi Akseki’nin imzasını taşıyan 23 Haziran 1950 tarih ve 6715 sayılı tamimle bütün müftülüklere resmen tebliğ edildi. Bu tarihî metinde, “Elfâz-ı mahsûsa ezanın rüknü ve sıhhatinin şartı olduğuna göre hususî lafızlarından başkası ile okunan ezana velev en doğru bir tercüme ile de olsa itibar yoktur. Tamamıyla dinî bir ibadet mevzuu olan ezan ve kāmeti aslî şeklinden çıkarıp şu veya bu dille okumaya zorlayıcı hükümlerin, ezan ve kāmeti din lisanıyla okumak yasağının ahîren Büyük Millet Meclisi’nce kaldırılması hadisesinin vatandaşlar üzerinde husule getirdiği büyük ferahlık ve hoşnutluk yurdun muhtelif bölgelerinden gelen yazılarda açıklanmaktadır” şeklinde bir tesbite yer verilmesi, Diyanet teşkilâtının ve halkın on sekiz yıl kadar süren bu yasak ve baskılara karşı tavırlarının anlaşılması bakımından önemlidir. Tamimin son paragrafında, “Bu yolda yapılan tebligat üzerine ilinizde/ilçenizde hâsıl olan durum hakkında bilgi verilmekle beraber hangi gün ve vakitten itibaren tatbikata başlandığının ve ezanı, kendisine mahsus olan usul ve dinî lisanla okumayı bilmeyen müezzinler bulunup bulunmadığının, şayet böyleleri varsa bu hususta ne gibi tedbirler alındığının bildirilmesi lüzumu ehemmiyetle beyan olunur” denilmesi, Diyanet camiasının bu dönemde içine düştüğü durumu göstermesi bakımından dikkat çekicidir.
Yasağın kalkmasıyla birlikte ramazan ayında minarelerden yükselen ezanlar büyük bir sevinçle karşılanmış, selâtin camilerinin minarelerinde çifte ezanlar ve salâlar okunmuş, sabah ezanlarını dinlemek için camilerin etrafında toplananların secdeye kapanıp yeri öptükleri görülmüştür. Ülkenin her tarafında kurbanlar kesilmiş, zamanın hükümetine ve millet meclisine tebrik ve teşekkür telgrafları gönderilmiştir (SR, IV/82, s. 103-105). Öte yandan zamanın başbakanı ve bazı bakanları, ezanın aslî şekliyle okunmasına karşı çıkan bazı kişiler tarafından inkılâplara aykırı hareket ettikleri gerekçesiyle istiklâl Mahkemesi’nde yargılanmakla tehdit edilmiştir (a.g.e., IV/84, s. 140-141). 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden ve 12 Eylül 1980 hareketinden sonra da ezanın Türkçe okunması gündeme gelmiş, ancak küçük bir grubun bu konudaki teşebbüsleri ilgi görmemiştir.
Türkçe ezan filmlere de konu teşkil etmiştir. 1991 yılında çevrilen, senaryosunu Ömer Lutfi Mete’nin yazdığı, ismail Güneş tarafından yönetilen “Çizme” adlı filmde, Karadeniz bölgesinde bir kasabada bütün halkın Arapça ezan yasağına karşı tepki ve direnişleri, yasağı uygulamaya çalışan nahiye müdürüne karşı verdiği mücadele ve yasağın kalkmasından duyduğu engin mutluluk anlatılmaktadır.
metnin tamamı tdv islam ansiklopedisinden alıntıdır.
Bir çok insan okuduğu duanın ne anlama geldiğini bilmiyor ezan okunurken ne deniyor bilinmiyor dogrumu yanlışmı bilmem ama insanın ne söyledigini bilmesi gerek.