eskici

    66.
  1. Refik halit karay ın muhteşem hikâyesi.

    Bir zamanlar türkçe ders kitaplarında bulunurdu.

    __________________________

    eskici

    Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara'ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:

    -Çocukcağız Arabistan'da rahat eder.

    Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.
    Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyle halasının yanına, Filistin'in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.
    Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyle de güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti.
    Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona Istanbul'daki gibi:

    -Hasan gel!
    -Hasan git!
    Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti:
    -Taal hun ya Hassen,
    diyorlardı, yanlarına gidiyordu.
    -Ruh ya Hassen...
    derlerse uzaklaşıyordu.

    Hayfa'ya çıktılar ve onu bir trene koydular.
    Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.
    Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.
    Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.
    Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile... Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.
    Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:
    -Gemel! Gemel! dedi.
    Hasan'ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs...
    -Ya habibi! Ya ayni!
    Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar...
    Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu.
    Öyle haftalarca sustu.
    Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu.
    Hep sustu.
    Şimdi onun da kuşaklı entarisi, ceketi, takkesi, kırmızı merkupları vardı. Saçlarının ortası el ayası kadar sıfır makine ile kesilmiş, alnına perçemler uzatılmıştı. Deri gibi sert, yayvan tandır ekmeğine alışmıştı; yer sofrasında bunu hem kaşık, hem çatal yerine dürümleyerek kullanmayı beceriyordu.
    Bir gün halası sokaktan bağırarak geçen bir satıcıyı çağırdı.
    Evin avlusuna sırtında çuval kaplı bir yayvan torba, elinde bir ufacık iskemle ve uzun bir demir parçası, dağınık kıyafetli bir adam girdi. Torbasından da mukavva gibi bükülmüş bir tomar duruyordu.
    Konuştular, sonra önüne bir sürü patlak, sökük, parça parça ayakkabı dizdiler.
    Satıcı iskemlesine oturdu. Hasan da merakla karşısına geçti. Bu dört yanı duvarlı, tek kat, basık ve toprak evde öyle canı sıkılıyodu ki... Şaşarak eğlenerek seyrediyordu: Mukavvaya benzettiği kalın deriyi iki tarafı keskin incecik, sapsız bıçağıyle kesişine, ağzına bir avuç çivi dolduruşuna, sonra bunları birer birer, Istanbul'da gördüğü maymun gibi avurdundan çıkarıp ayakkabıların altına çabuk çabuk mıhlayışına, deri parçalarını, pis bir suya koyup ıslatışına, mundar çanaktaki macuna parmağını daldırıp tabanlara sürüşüne, hepsine bakıyordu. Susuyor ve bakıyordu.
    Bir aralık nerede ve kimlerle olduğunu keyfinden unuttu, dalgınlığından anadiliyle sordu:
    -Çiviler ağzına batmaz mı senin?
    Eskici başını hayretle işinden kaldırdı. Uzun uzun Hasan'ın yüzüne baktı:
    -Türk çocuğu musun be?
    -Istanbul'dan geldim.
    -Ben de o taraflardan... izmit'ten!
    Eskicide saç sakal dağınık, göğüs bağır açık, pantalonu dizlerinden yamalı, dişleri eksik ve suratı sarı, sapsarıydı; gözlerinin akına kadar sarıydı. Türkçe bildiği ve Istanbul taraflarından geldiği için Hasan, şimdi onun sade işine değil, yüzüne de dikkatle bakmıştı. Göğsünün ortasında, tıpkı çenesindeki sakalı andıran kırçıl, seyrek bir tutam kıl vardı.
    Dişsizlikten peltek çıkan bir sesle tekrar sordu:
    -Ne diye düştün bu cehennemin bucağına sen?
    Hasan anladığı kadar anlattı.
    Sonra Kanlıca'daki evlerini tarif etti; komşusunun oğlu Mahmut'la balık tuttuklarını, anası doktora giderken tünele bindiklerini, bir kere de kapıya beyaz boyalı hasta otomobili geldiğini, içinde yataklar serili olduğunu söyledi. Bir aralık da kendisi sordu?
    -Sen niye burdasın?
    Öteki başını ve elini şöyle salladı: Uzun iş manasına... ve mırıldandı:
    -Bir kabahat işledik de kaçtık!
    Asıl konuşan Hasan'dı, altı aydan beri susan Hasan... Durmadan, dinlenmeden, nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billur sesiyle biteviye konuşuyordu. Aklına ne gelirse söylüyordu. Eskici hem çalışıyor, hem de, ara sıra "Ha! Ya? Öyle mi?" gibi dinlediğini bildiren sözlerle onu söyletiyordu; artık erişemeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu; geçmiş günleri, kaybettiği yerleri düşünerek benliği sarsıla sarsıla dinliyordu.
    Daha çok dinlemek için de elini ağır tutuyordu.
    Fakat, nihayet bütün ayakkabılar tamir edilmiş, iş bitmişti. Demirini topraktan çekti, köselesini dürdü, çivi kutusunu kapadı, çiriş çanağını sarmaladı. Bunları hep aheste aheste yaptı.
    Hasan, yüreği burkularak sordu:
    -Gidiyor musun?
    -Gidiyorum ya, işimi tükettim.
    O zaman gördü ki, küçük çocuk memleketlisi minimini yavru ağlıyor... Sessizce, titreye titreye ağlıyor. Yanaklarından gözyaşları birbiri arkasına, temiz vagon pencerelerindeki yağmur damlaları dışarının rengini geçilen manzaraları içine alarak nasıl acele acele, sarsıla çarpışa dökülürse öyle, bağrının sarsıntılarıyle yerlerinden oynayarak, vuruşarak içlerinde güneşli mavi gök, pırıl pırıl akıyor.

    -Ağlama be! Ağlama be!

    Eskici başka söz bulamamıştı. Bunu işiten çocuk hıçkıra hıçkıra katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.

    -Ağlama diyorum sana! Ağlama.

    Bunları derken onun da katı, nasırlaşmış yüreği yumuşamış, şişmişti. Önüne geçmeye çalıştı amma yapamadı, kendini tutamadı; gözlerinin dolduğunu ve sakallarından kayan yaşların, Arabistan sıcağıyle yanan kızgın göğsüne bir pınar sızıntısı kadar serin, ürpertici, döküldüğünü duydu.
    8 ...
  2. 19.
  3. bedri rahmi eyüboğlu'nun pek bilinmmeyen, kıyıda köşede kalmış enfes şiiri.

    ------eskici---------

    Eskiden yeterdim kendime
    Artardım bile
    Şimdi ne yapsam nafile! ...
    Ve
    Kim demiş can eskimez diye
    Bu can tedirgin tende
    Can da eskimiş
    Ben de..
    4 ...
  4. 43.
  5. küçükken bakır toplayıp satardık. nerde kaldı o günler.
    3 ...
  6. 64.
  7. Refik halit karay ın bir zamanlar ilkokul 7. Sinif türkçe kitaplarında bulunan hikâyesi..

    Öyle etkileyicidir ki yillar sonra bile duygulandirir insani..
    3 ...
  8. 35.
  9. istiklalde yer alan bir mekan. geceye 70lerin şarkılarıyla başlar, günümüzün şarkılarıyla son verir. cok ucuz mekandır bu sebeple öğrenciler için idealdir yanlız haftasonları kalabalık yüzünden tam bir kabus olabilmektedir.
    3 ...
  10. 10.
  11. Hakan Taşıyan şarkısıdır.

    Çekinme eskici içeri buyur
    Burada bir aşkın ateşi uyur
    Baktıkça içimin yangını büyür
    Al götür eskici topla ne varsa
    Kalmasın bu aşktan hiçbir hatıra

    Onundu şu masa şu kalem kağıt
    ister sat istersen hayrına dağıt
    Bitsin bu hıçkırık dinsin gözyaşım
    Al götür eskici topla ne varsa
    Kalmasın bu aşktan hiçbir hatıra

    Hepsinde yaşanan bin bir anım var
    Hepsinin bir şeyler söyler yanı var
    içimde bu aşkın hatırası var
    Al götür eskici topla ne varsa
    Kalmasın bu aşktan hiçbir hatıra

    Onundu şu masa şu kalem kağıt
    ister sat istersen hayrına dağıt
    Bitsin bu hıçkırık dinsin gözyaşım
    Al götür eskici topla ne varsa
    Kalmasın bu aşktan hiçbir hatıra

    Burada ne varsa hepsi senindir
    Önce duvardan tabloyu indir
    Hiç sorma resmini gördüğün kimdir
    Al götür eskici topla ne varsa
    Al götür eskici topla ne varsa
    4 ...
  12. 29.
  13. demolyööööööm bakolyöööööm almiyomolyoooooooom diye bagırıp dururdu mahlleden gecerken. cok sonradan deşifre ettik sözlerini. demir alıyomuş bakır alıyomuş alüminyum alıyomuş meğerse.
    3 ...
  14. 3.
  15. hüzün kokan bir metin-kemal kahraman şarkısıdır.

    kaybolmuş bir kentin eskicisiydi
    makineleşmeye karşı duyguları topluyordu
    kaybolmuş bu kentin sokaklarında
    torbasında umut, torbasında insana
    dair ne varsa

    yalnız değilsin eskici
    bir sabah günes doğar
    sevgiden tuğlalarla
    yeniden kurarız bu kenti.

    bu kent yorgun düşmüş bunca acıya
    yeni bir güne başlıyor umarsızca
    bir tek eskici kalmış yıllarca
    torbasında umut torbasında insana
    dair ne varsa
    3 ...
  16. 26.
  17. istiklalde 90 ların müzikleriyle insanlara keyif veren mekanın adı.
    2 ...
  18. 36.
  19. öğrenciliğimin arka fonu olan mekan.
    2 ...
© 2025 uludağ sözlük