çınar pastanesinin tam önünde. çok kavga ediyorduk son günlerde. ama bu bir rutindi bizim için. hep affederdi beni. ''ben böyleyim'' kolaycılığımı yutturmuştum ona. ya da öyle olduğunu sanıyordum.
yine gelecekti ve beni samimiyetin taştığı gözleriyle ve onsuz saatlerimde hissedemediğim güven duygusuyla buluşturacaktı. beraber ne yaparsak yapalım mutlu olduğumuz için planlarımız yoktu. öyle sokağa ve zamana bırakacaktık kendimizi.
geldi.
yine samimiyetle bakan gözlerini yanına almıştı. ama bu sefer bişeyler eksik gibiydi. uzaktı hiç olmadığı kadar. biraz yürüdükten sonra '' sen bana hep kötü davrandın ve biz artık sevgili değiliz'' dedi. gözleri dolu doluydu ama bunları söylemek zorundaydı.
çünkü haklıydı. son günlerde kötü davranıyordum ona. sebebi yoktu. kötü ve karşısındakini anlayamayan biriydim ben. ona özel bir durum değildi bu. ''sana kötü davranmadım, tüm kötülüklerimde samimiydim'' diye iğrenç ve hiçbir şeyi değiştirmeyecek cümleler kurdum.
yaptıklarımın sevgiyi eksilten şeyler olduğunu biliyordum ama kendimi çok kötü hissediyordum yine de. ilk defa bir yabancıydım onun için ve ilk defa birisi eski sevgilim oluyordu. onunlayken içinde yüzdüğüm güven denizinde fırtınaya tutulmuş bir gemiydim artık.
ben kabahatliyim ama sen nasıl bu kadar rahatsın? diye sormak istedim öfkeyle. sonra alacağım cevaptan korkup vazgeçtim. sorular yerine son bir defa yüzüne bakmayı tercih ettim. biliyordum ki ne dersem diyim artık birbirimizden uzaklaşacaktık. asıl canımı yakan buydu.
edit: yıllar sonra okuyup bana yukarıdaki anları hatırlatıp yazdıran, yusuf ziya bahadınlı'nın devekuşu rosa romanının şu son cümlesidir.
artık fırtınada kaybolan eşini gözleri ufuk çizgisinde bekleyen bir gemici karısı gibi tedirgin ve bitkindi. hayat yanından akıp gidiyor o öylece duruyordu. seslerin, tatların, kokuların bir önemi yoktu artık. öyle kendisine gömülüyordu. zamansızdı.
tek yaşam belirtisi ara sıra karaladığı günlüğüydü.
''sevgili günlük.
bugün günlerden birgün. herhangi bir günün herhangi bir saati....''
yazdıkları bu kadar da olsa kalemi eline alabilmek yaşama tutunmak gibiydi. ''o'' gitmişti ve biliyordu ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.