insanları ötelemeyi, ötekileştirmeyi, kategorize etmeyi sevmem fakat ne yazık ki tüm bunları yapmadan onu nasıl tasvirleyebilirim, bilmiyorum.
karakteristik özelliklerimizi söylenildiği gibi yaradılışımız ve yaşadığımız çevre belirliyorsa eğer, onun neden böyle olduğunu anlamak hiç de güç değildi. ailesi ve çevresindeki insanlar ona kendilerinden birer parça bıraktıklarından o da onlar gibi paraya ve güce tapan, maddeye çok önem veren, düz, dümdüz bir kız olmuştu ve ben, olayların nasıl geliştiğini bile anlayamadan onu hayatıma sokuvermiştim.
bir gece kulübünde, ortak arkadaşlar vasıtasıyla tanıştırıldık. internetteki kişisel hesaplardan ekleştik. birkaç romantik buluşmadan sonra evime oldukça sık gidip gelmeye başladı. ilişkimizin bir adı yoktu. "fuckbuddy" kavramını her zaman itici buldum ama sanırım tam olarak öyleydik.
zamanla aramızda daha farklı, daha duygusal demeyeceğim ama içinde daha az seks ve daha fazla sohbetin olduğu, "fuck" ve "buddy" oranlamasında buddyliğin ağır bastığı bir bağ oluştu.
ilk defa "sanırım senden hoşlanmaya başladım," dediğinde kendinden gayet emin görünüyordu. kartları her zaman açıktı. gizemli halleri yoktu. benden cevap beklemiyordu ama içten içe bir karşılık beklediğinden emindim. içkiyi fazla kaçırdığımız bir gece "galiba benimle evlenmeyeceksin, değil mi?" dedikten sonra kahkahayı patlatması bunu açıklıyordu zira. hayır onunla evlenmeyi düşünmüyordum ama birlikte iyi vakit geçirdiğim ve belki de hoşlanmaya başlayacağım biriyle bağlarımı koparmama o an için hiç gerek yoktu. ikimizde otuz yaş üstü insanlardık ve toplum normları denen zımbırtı yüzünden o bir kadın olarak daha endişeliydi kendi geleceğinden. belki de bırakmalıyım onu, kendi yoluna gitmeli diye düşündüğüm çok oluyordu. gel gör ki tavırları "kasma kendini" der gibiydi. kasmıyordum ben de.
bilgi sahibi olmadığı konularda da fikir sahibi oluyordu, gösteriş meraklısıydı, sahip olduğu ne varsa insanların gözüne gözüne sokmaya bayılırdı. ortalık yerde en ufak bir espiriye bile kahkaha atmaktan geri durmazdı. aşırıydı, abartılıydı ama hayatımın içindeydi artık.
bazı artı yönleri de yok değildi tabi. nerede ne yenilir, içilir ondan sorulurdu. yormuyordu, uğraştırmıyordu, başımı ağrıtmıyordu. ılımlıydı. bir de çok güzel masaj yapıyordu.
aşk değildi aramızdaki emindim ama anlaşıyorduk işte. bir başkasına gerek duymuyordum onunlayken. aşk zaten kısa ömürlüydü, bir ilişkinin temelini kısa ömürlü bir şeye güvenerek atmaktansa belki de iyi anlaşabilmek, güzel ve kaliteli zaman geçirmek gibi kıstasları da göz önünde bulundurmalıydım. hem aşk dediğin, karşındakinin senin ağzına sıçması sonucu kendiliğinden gelişen bir duygu durumu değil miydi? kimbilir, belki bir gün o da benim ağzıma sıçmaya başlardı ve ben de aşık oluverirdim!
bir akşamüzeri, eve yarı ölü, yorgunluktan canım çıkmış vaziyette adım atar atmaz üzerime atlayıp sarıldı; "hakan! şimdi sana bir teklifim olacak ama evet diyeceksin," dedi. "neymiş o," diye sordum. "eve yürürken ana caddedeki ortaokulun önündeki öğrencilerin ellerinde gördüm, geçmişe gittim bir an. kibritten ev yapmışlardı. biz de bu geceyi buna ayıralım mı, nolursun!" diye inletti tüm salonu. "kibritten ev mi yapacağız yani, canın oyun istiyorsa monopolly, tabu gibi birşey oynayalım, nasıl becereceğiz onu," dedim ama nafileydi. "kibrit almaya çıkıyorum beeen," diye bağırdı.
değişik bir aktiviteydi başlangıçta. yüz elli altı paket kibrit harcasak da, farklı bir şeyler yapıyorduk her zamankinden. bir yandan sıcak şaraplarımızı yudumlarken bir yandan minik şatomuzu inşa ediyorduk. o gece, kibritten şatomuz yıkılırken, bu ilişkiye dair tüm umutlarımızın da enkaz altında kalacağını henüz bilmiyorduk...
"annem bana çocukken hep kibritçi kız'ı okurdu," dedi. "çok üzülürdüm onun haline..." dudağını büktü; "zavallı kız, hayal kurarken soğuktan donup ölüyordu."
"peki kibritçi kız, senin en büyük hayalin nedir," diye sordum. mallık bendeydi. otuz dört yaşında ve yaşıt arkadaşlarının hemen hepsinin evli olduğu bir kadına en büyük hayalini sormuştum. tabi ki evlilik diyecekti. kendi ağzıma sıçmak istedim o an.
sıcak şarabın etkisiyle hafif neşelendiğini görebiliyordum ama o yine de işini bilirdi evet. beni ürkütmemeye çalışacaktı, öyle de yaptı. dolaylı yollardan anlatmaya başladı isteklerini; yarısını tamamladığımız kibritten evin kapısını gösterdi; "çok bir şey değil," dedi, "minicik ama çok tatlı bir evim olsun ve kapısını çaldığımda karşıma çok yakışıklı bir adam çıkıversin," kadehini bitirdi, gözlerimin içine baktı; "sonra o adamla çocuk yapalım, bir sürü bir sürü..." elimi tuttu; "senin hayalin nedir?"
evlilik bahsini kapamak için anlattıkça anlattım, anlattıkça saçmaladım. amsterdam'a gitmek istediğimden, orada küçük bir fabrika kurma hayalimden bahsettim. belki daha sonra amerika'ya geçerdim belki kanada'ya. izin verse daha da devam ederdim anlatmaya, elime uzandı aniden; "ömür geçiyor hakan," dedi, "farkında mısın, ömür geçip gidiyor..." bir kadeh daha doldurdu kendine, iyiden iyiye sarhoş oluyordu; "ben de kibritçi kız gibi gökyüzüne bakıp hayal kurarken mi öleceğim yoksa hakan," dedi. gözleri doldu.
"ölüm mölüm ne alaka derya ya!" diye sert çıktım tüm kazmalığımla. azıcık yumuşattım sesimi; "ölmek için çok genç ve sağlıklısın."
"anlamak istemiyorsun değil mi," diye bağırdı. ayağa kalkacaktı, sendeledi, tekrar oturdu; "bence biz, yani seninle ben, olabilirdik hakan. biz olabilirdik, anlıyor musun?" biraz daha içti.
"derya daha fazla içme istersen," dedim. bu konuyu kapatmak ve dışarı çıkıp hava almak tek isteğimdi o an. boğulmuştum. onunsa susmaya niyeti yoktu. içindekileri kusuyordu adeta; "içmeden konuşulmuyor hakan, izin ver lütfen," dedi, sustum, devam etti; "sen çok tatlı bir adamsın. bunu biliyorsun değil mi, ve bence hakan sen de benden hoşlanıyorsun, çok hoşlanıyorsun! hatta belki aşıksın bana!" gülmeye başladı," belki de bana aşıksındır hakan, hiç düşündün mü? belki aramızdaki tutku zamanla aşka dönüşmüştür, hiç sorguladın mı? belki benimle güzel günler ve tutkulu geceler geçirirken anlayamadan, kaşla göz arasında aşık oluvermişsindir hakan... olamaz mı?" sesinde bir çatlama oldu, gözleri doldu yine, gözlerimin içine baktı; "olamaz mı hakan?"
"olamaz!" diye seslenmek istedim o an! "hayır olamaz!" halbuki çok değil dört beş saat öncesinde bu ilişkiye belki de bir şans tanımalıyım diye düşünüyordum.
masadaki yarısı tamamlanmamış kibritten ev, bitmiş şarap şişesi, ağlayan sarhoş kadın kombosu beni kendime getirmişti. sert bir rüzgar yemiş gibiydim. "hayır derya hayır, "diye seslenmek istiyordum, "sen o değilsin, hayır derya! " hiçbir şey diyemedim.
bakışlarımdan anlamış olacaktı ki sustu, bir şey demedi. masaya tutunup ayağa kalktı ve beni öpmeye kalkıştı. "derya lütfen," dedim, geri oturdu sandalyeye. güldü, "allah belasını versin her şeyin," diye bağırıp yumruğuyla kibritten evimizin tepesine indirdi. kibritler bir yana, umutlar bir yana dağılmıştı.
zamansızlık ne tuhaf şeydi. sonsuzda boğulmak istiyordum.
ve yemişim kendi hayallerimi, bir başkasının hayallerini enkaza karıştırmanın azabını hangi bedeli ödeyerek yok edebilirdim?
ümit yaşar oğuzcan, seneler evvel o mısraları sanki bizim için yazmıştı;
"...nasıl da yandı bir anda. görüyor musun?
dev ağaçlarıyla o içimizdeki orman...
yanmamış bir yer buluruz belki, ararsak,
şimdi ya da hiç bir zaman...
kişi sımsıkı sarılıyor bulduklarına...
umutların bir rüzgarla savrulduğu an...
yine de bir şeyler kurtarabiliriz belki,
şimdi ya da hiçbir zaman..."