en yakın arkadaşın ölmesi

    1.
  1. insanın içini burkmaktan daha da ötede hislere sevk eden, insanın yerle bir solmasına sebebiyet veren, fakat öyle ya da böyle doğal bir sonuç olarak, her şeyin allah'tan olduğu gibi, anne ya da babanın ölmesi yanında, belki de pek bir yakıcı etki yapmayacak durum.. lakin öyle bir durumlar vardır ki; ölen kişi kardeşten daha yakındır, güzel günleriniz, kötü günleriniz olmuştur, kafalarınız bozulduğunda beraber iki tek atmış, sigara dumanı, bira kokusu altında dertleriniz size eşlik etmiştir; kız konusu beraberinde borçlara, oradan da ailevi sorunlara bağlanmıştır, belki aynı kızı sevmişsinizdir, belki de parasız kalmışsınızdır, ya da o çok sıkışmıştır, ya da askerde parasız kalmıştır, sizin için en iyisi ona günlükten bi 5 kağıt ayırıp, 'askerde boşta kalmasın' diye para göndermektir; hani ailesine de yük olmasındır, onun dışında da kimi zaman kavga edersiniz, kimi zaman kol kola giderken yumruk yumruğa girecek tartışmalarda bulabilirsiniz kendinizi, sonra da, aradan iki gün geçer, ya telefonunuz çalar ya da iki defa kısa şekilde mesaj geldiğini belirten ses çalar, yine barışırsınız, yıllar böyle akıp gider, hala tanıştığınız ''merhaba birader ben de faidelibilgi, memnun oldum'' dediğiniz gün dün gibidir; yine gün gelir, ya siz evlenirsiniz, ya da cebinizde para olmasa dahi, bir çeyrek altın takabilmek için bir paket sigaranızdan, bir haftalık yol paranızdan, ya da sevgilinizin ya da nişanlınızın bir akşamlık yemek parasından feragat edersiniz, o altını onun önüne serilmiş bilimum, tl'lerin arasına iğnelemek sizi yüceltir, sonra sıra çocuk ziyaretine gelir, 'ee nasıl olsa' yeğeniniz doğmuştur, onun için de kendinizi sıkmışsınızdır, nasıl olsa o da sizin kızınıza nazarlığı hemen doğduğu gece takmıştır, böyle sıcak koyu muhabbetlerle beraber 'leyla' olunan akşamların, mahçup biçimde ''rus'' a gidilen, ''aga hadi halı sahaya gidiyoruz al çantanı da gel'' lerin sonunda, geç yattığınız gecenin bir yarısında acı acı telefon kulağınızda çınlar, bir bakarsınız en yakın arkadaşınızın karısı çaldırmaktadır telefonu; gecenin ve uykunun vermiş olduğu mahmurluk ile endişe arasındaki bir düşüncenin içerisindeyken, içinizi ateş gibi yakan, tüylerininizi kaskatı kesen, başınızdan aşağı kaynar sular dökülmesine neden o berbat haberi iliklerinizde hissdersiniz..

    ne de acıdır, gidip de o evde bulunmak, 'en yakın arkadaş'ınızın yanında gözyaşı döküp, eski günleri yad etmek, evlat acısını yaşayan o annenin, ya da babanın yerine kendini koymak, ve son yolculuğundan önce, tekbirler arasında önce ''hakk'ını helal et'' ip, sonra da, mezarına yağmur suyuna karışmış solucanlı iki kürek toprak atmak...
    103 ...
  2. 95.
  3. 18 yıl önce...

    nereden başlayacağımı çok iyi biliyorum...
    yasin, soyadı gibi "güzel" bir insandı.ve iyi ki benim arkadaşımdı...

    insanı şaşkına çevirecek derecede enerjiyi bu çakır gözlü çocuk nereden buluyordu hala çözebilmiş değilim. üstelik hiç tükenmeden. bir keresinde ona, gülümseyerek "bi dur be çocuk, bi dur allah aşkına! " dediğimi hatırlıyorum.
    muzip bir çocuktu yasin. girdiği ortamı kahkaya boğar, o gruptan ayrıldığında bizlerde dağılırdık. çünkü konuşacak hiçbir şeyimiz kalmaz, hiçbir muhabbet onun muhabbeti kadar lezzet vermezdi.

    yasin, hem okul arkadaşım hem de sadece yazları gittiğim köydeki en yakın arkadaşımdı..
    hiç unutmam. iki köyü birbirine bağlayan bozuk asfaltlı köy yolunda, gece zifiri karanlıkta bizler yol kenarındaki ağaçların arkasına saklanır, o nadiren yoldan geçen arabaların önlerinde -arabalar henüz ona çok yaklaşmamışken- bir ayağını yere sürterek sakat rolü yapar, sürücüleri korkutur bizi kahkaya boğardı. bir keresinde bir arabanın korkudan gelmekle gelmemek arasında kaldığını ve 5 kilometrelik yolu geri döndüğünü hatırlıyorum.

    köyde gençlerin gece muhabbetleri geç saatlere kadar sürerdi. o gece yasin biraz tutuktu. nedenini sorduk. bize dün gece eve giderken mezarlığa baktığını (evi mezarlığın karşı çaprazında) ve kendini tuhaf hissettiğini söyledi ve ekledi " korktum hem de çok. bu gece beni eve siz bırakır mısınız?" tabi dedik. aslında gözükara bir çocuktu...

    1 hafta sonra....

    o gün erkenden kalktım. köy kahvesinin yan tarafındaki boşlukta gizli kapaklı sigara içiyorum. traktörle yasin geldi. beni görünce durdu. ve bana;
    kardeşim sigaran var mı yanında, tarlaya zeytinleri sulamaya gideceğiz sigaram yok, yanıma para almadım dedi. birazdan babam da gelecek.
    ayıpsın al kardeşim dedim ve paketimden 5 dal sigarayı ona uzattım. yeter mi? yeter yeter sağolasın...
    yanımda çakmak yok. tarlada nasıl yakacağım sigaraları diye sordu.
    yanımda kibrit vardı. içinden bir tutam kibrit ve yakma şeridinden bir parça yırtarak ona uzattım. teşekkür etti. babası geldi. tarlaya doğru yol aldılar.
    ....
    akşam yemeğimi yedim. pek tabii babaannemin özel tatlısı kulike' yi de...
    evde güzel muhabbet sonrası köy meydanına çıktım ve kendimi birdenbire belirli belirsiz bir panik halinin tam ortasında buldum. bakkalın önünde jandarmalar...
    topal mehmet (babası) beni görünce gözleri parladı. kolumdan sımsıkı tuttu (acıttı) ve " yasin' i gördün mü? " diye sordu. sabah görmüştüm diye cevapladım. noldu ki? tarlaya zeytinleri sulamaya gittik. "piç kurusu öğle vakti tarladan kaçtı heralde" dedi.tabi zor geliyor çalışması. geldiğinde ben ona sorarım! (meğer zaman zaman tarladan kaçar eve gidermiş yasin). " heralde" derken topal mehmet' in tedirgin olduğu her halinden belliydi.
    ....
    herkes bir şekilde yasin' e ulaşmaya çalışıyor vakit ilerledikçe tedirginlik yerini korkuya bırakıyordu.
    birşeyler yapmalıydık.
    murat, ismail, ben arabaya atladık ve zaman zaman bilardo oynamaya gittiğimiz 5 km uzaklıktaki kasabaya gittik. bakmadığımız oyun salonu ve onu sormadığımız yaşıtımız kalmadı.
    yok! adam yer yarıldı yerin dibine girdi... onu bulabileceğimizi düşündüğümüz en güçlü seçeneğimizle beraber...
    köye döndük.
    yasin' in annesini balaban çeşmesinin yanındaki meydanda keşke o vaziyette görmeseydim diyorum. perişan bir hal ve yaşlı gözler. ve ağzından dökülenler... " çıkıver be annecim burdayım de.ben askerdeki abine ne derim? ne derim annecim. ne derim ben be annem. allah' ım yardım et oğlumu bana bağışla nolur"
    etrafında umut aşılamaya çalısan teyzeler. ellerinde kolonya şişeleri...
    dayanamadım. o vaziyet seneler geçse bile hafızamın derinliklerine mıhlanmıştı bir kere. bir köşeye çekilip ağladım. bir sigara yaktım. nasıl bir nefes çektiysem filtrenin sıcaklığını parmaklarımın arasında hissettim.
    ...
    vakit epey ilerledi. gece bir buçuk civarı. bakılmıştı bakılmasına ama yasin ve babasının sulama yaptıkları tarlaya gitme kararı aldık. arabayı bıraktık. traktörle ve elimizde ışıldakla tarlaya doğru yol aldık. bu kadar kısa mesafe ne kadar da uzun gelmişti bana. nihayet tarladayız. traktör ışığının doğrulduğu her yer zeytin ağacıyla dolu. sulama kanalı, suyu tarlaya aktaran pancar motoru ve çamurlu sarı renkli esneyen bir su borusu...
    ....
    gecenin karanlığında avazımız çıktığı kadar bağırıyoruz. tek kelime. yasin ! ( korku filminin etkileyici bir sahnesindeyiz sanki) belki de tarlanın bir köşesinde uyuyakalmıştı. kimbilir...
    bir ara murat ışıldakla, içi su dolu sulama kanalının başlangıç noktasına gitti. işıldağı suya tuttu ve dehşet verici bir sesle " yasin kuyuda" diye bağırdı. bulunduğum yerden hangi ara kuyunun başına geldim inanın hatırlamıyorum. kalp atışım hızlandı. boğazım düğümlendi. tüylerim diken diken! murat " şaka yaptım" dedi. yeri ve zamanı değildi. üstelik o anki ruh halimiz onu kaldıracak kadar da güçlü değildi.
    ....
    tarla girişinin hemen yan tarafında, yabani böğürtlenlerin önünde 3 tane yere yatırılmış ve traşlanmış düzgün kütükler ve genç dışbudak ağacı vardı. kuvvetle muhtemel dinlenme yerleri ve yemek yedikleri yer orasıydı. böğürtlenlerin önü arkası bakılmadık yer bırakmadık tek ışıldakla.
    ...ve kütüklerin böğürtlenlere bakan arka tarafında içilmemiş 3 dal sigara ve kibritler...
    ...
    üzgün bir şekilde köye döndük. yasinlerin evinin önü kıyamet gibi. hazırda bekletilen ambulans... herkes avluda. ağlayışlar, bekleyişler. mezarlığın pekte yüksek olmayan set duvarlarına dizildik sigara içiyoruz. bulunduğumuz yerden kalabalığın uğultusu geliyor. arkama döndüm. allah' ım ne kadar korkutucu bir yer. mezarlık! içim daraldı. rüzgarda savrulan onlarca yaşlı selvi ağaçları, sağa sola savrulmuş tarihi mezar taşları ve anıların gömüldüğü bakımsız mezarlar.

    gelebilecek bir haber nasıl da mutlu edecekti bizi oysa ki... ya da kimbilir nasıl kahredecekti! bu ihtimali düşünmek dahi istemiyordum.
    ...
    ... ve yasin' in annesinde gözlerim. şişman, nur yüzlü, pamuk gibi şeker mi şeker bir teyze. bi ara kendinden geçer gibi oldu. gözlerini kapattı. o psikolojiyi anlamam mümkün değil diye içimden geçirdim. derken gözlerini açtı ve gözlerini bir noktaya sabitleyerek " yasin' im kuyuda. onu o kuyudan çıkarıp bana getirin" dedi. sessizlik kalabalığa dalga dalga hakim oldu. ve sessizliği yaran bir haykırış " mehmet oğlumu o kuyudan getir bana!". yavrum, ciğerim benim...
    anne hisseder miydi?

    arkadaşımın şakasını yaptığı şey gerçek olamazdı.

    tüm gözler haliyle kuyuya çevrildi. köyün erkekleri kuyunun başındayız. karanlık tek belamız. ismini bilmediğim bir abi uzunca bir sopayı suya batırdı. nasıl derin bir su. o uzun sopayı resmen yuttu. abi kolununda bir kısmını suya gömdü.
    bilirkişi böyle olmaz, yardım isteyelim dedi. sabah ezanının okunmasına az bir süre kala kim gelirdi ki?
    geçte olsa geldiler. vinç ve 2 dalgıç. kendimi idama götürülen mahkum gibi hissettim o an. sonucu belli. ölüm. akşamdan başlayan arama sürecinin içine dalgıçlar ve vinç girince işin ciddiyeti yüzüme tokat gibi çarpmıştı. umarım yanılırım derken elinde ucu kancalı halatla dalgıcın biri suya daldı.
    bekleyiş...
    kısa bir süre sonra dalgıç su yüzeyine çıktı. bedeni suyun içinde, bir eli kuyu duvarlarında vinç operatörüne işaret yaptı. o an herşey bitti dedim.

    kalabalık biraya toplandı. herkes suyun yüzeyine kitlendi.
    önce o güzel saçları ve yüzü belirdi halatın ucunda. gözleri kapalı, boynu bükük. alnında koskocaman bir morluk. omuzları ve iki koltuk altından geçen halat ve kanca. sonra kontrollü biçimde tüm bedeni...

    "yasin bu kadar uzun boylu değildi. ve alnındaki o morluk neyin nesiydi?"

    yasin sulama kanalının duvarına suyu tarlaya aktarmak için çıkmış, o esnada ayağı kayarak kafasını beton bloğa çarparak suya düşmüş ve boğulmuştu. alnındaki morluğun nedeni buydu.
    ...

    ve topal mehmet...
    baba olmak zor iş!
    bu şekilde bir ölüme şahitlik etmek zor iş!
    sırtını kütüğe dayadı. bastonunu yere fırlattı. ayaklarını boylu boyunca uzattı. yüzündeki derin kırışıklar daha da belirginleşti. iki eliyle yüzünü kapayıp, "yasin' im " diyebildi. ölemedim senden önce, bugünleri de gördüm...

    köyde kaba, ruhsuz olarak gördüğüm onca tanıdığım, tanımadığım her kim varsa özlerinde narin, temiz kalpler taşıyorlardı aslında. ağlamayan tek bir insan görmedim. bu nasıl bir sevgi ve yasin'in insanlarda bıraktığı nasıl bir etkiydi?

    cenazesine katılamadım. köy meydanında kalmayı tercih ettim.
    ağladım hem de çok. yasin' imin canım kardeşimin ölümü, kişiliğimin oluşumundan tutun, ettiğim dualara kadar derin izler bırakmıştır ruhumda.

    annesinin uzun psikolojik tedavi gördüğünü duydum.
    abisi telefonda ailesinden yasinle ilgili çelişkili cevaplar aldığı için şüphelenmiş ve habersizce geldiği köyde acı gerçekle yüzleşmiş. acısı biraz olsun hafiflemişken köyde rastladım abisine. başımız sağolsun diyebildim. " seni çok severdi kardeşim" dedi. "bende öyle abicim bende" diye karşılık verdim.

    yaz tatilinin bitmesini beklemedim. ailemin yanına döndüm. beni oraya bağlayan ne köyümüzün kıyısı olan göl, ne temiz hava ne de doğaydı. bunu anladım.

    senede 2 kez köyde kalan birkaç arkadaş ve akrabalarıma kısa ziyaretler gerçekleştiriyorum artık. hepsi bu.

    birkaç ay sonra bayram münasebetiyle köye gittim. bir arkadaşımı yanıma alıp beni yasin' in mezarına götürmesini istedim.
    kulakları tırmalayan böcek sesi. yasin, mezarlığın diğer ucunda. mezarının başına geldim. mermer bir mezar ve üzerinde şunlar yazılıydı.

    " gençlik ateşi başımda
    soldum 16 yaşımda
    mezarımın başında
    bir "yasin" oku bana"

    aslında herşeyi özetliyordu yasin suresinin son ayeti.

    "fe subhanellezi bi yedihi melekutu kulli şey' in ve ileyhi turceun"

    "o halde herşeyin mülkü ve hükümranlığı elinde bulunan allah' ın şanı ne yücedir. siz de yalnız o' na döndürüleceksiniz."

    allah evlat acısı çekenlere ve geride kalanlara sabır versin...
    84 ...
  4. 17.
  5. okulun ilk günüydü, yaşlarımız ise henüz 12. sınıfta yer ararken kendime usulca tuttu dirseğimden, '"yanım boş" dedi. "istersen oturabilirsin"... sağına soluna yazılar yazılmış, içinden ok geçen kalpler çizilmiş, birçok isim silinmiş eski bir sıraydı hatırladığım. çekinerek, popomun yarısı dışarıda kalacak vaziyette köşesine oturduğum eski bir sıra. çekmişti beni kolumdan, "ikimizin bu sıra artık" demişti. çekingenliğime aldırmayarak...

    liseyi de birlikte bitirdik ileriki yıllarda. yapışık ikiz gibi geçen güzel yaşlardı . üniversitede ise o gitti kıbrıs'a, bende bir bilet aldım istanbul'a. sanırım fazla üzülmedik ayrılacağımız için. üniversite heyecanı, yeni dostluklar, farklı ortamlar mı cezbetti bilmem ama mühim de değil aslında sebebi. pek üzülmedik işte.

    ne zaman buluşma fırsatı yakalasak bıraktığımız yerden devam ettik paylaşmaya. geçmişimi anlatmaya lüzum görmediğim tek insandı. ilk olan ne yaşadıysam, az geride dokunuyordu omzuma hep.

    farklı insanlardık. sakin, riski sevmeyen, alışkanlıklarına sadık biriyken ben, o hep deli dolu, maceraperestti. duygusaldı, herkes için bonkörce dökerdi gözündeki yaşları. kızardı bana vurdumduymaz olduğum için. benim ise bencil olmamla övündüğüm yıllardı.

    aşkı severdi. onlarca adamla yüzlerce tanım kurdu aşka dair. ben ise sevilmeye ehemmiyet verenlerdendim.

    derken bir gün bir adam sevdi beni. zamanla bende sevdim onu. "evlenelim" dedi. "olur" dedim. evlendik.

    bir adım gerimdeydi gene düğünümde. dokunuyordu omzuma. kocaman gözlerinden, yanağına değmeden yere düşen, leblebi büyüklüğünde yaşlar döküyordu .

    biliyorum aklına birçok şey geliyordu. o bana, ben ona baktıkça yaşamış olduklarımız geliyordu akla. söze dökmeye lüzum olmayan...

    çok tökezledik birlikte. bizi darmaduman eden acıları alt etmeye çabaladık. çok kişiye küstük, çok şeyi sahiplendik. kendi geçmişlerimizin kahramanları olduk.

    derken bir gün telefon açtı. titriyordu sesi."evleniyorum ben ona göre" dedi. aşık olmuştu deli kız. şen kahkahalarını duyuyordum telefonun diğer ucunda. "kızım dur noluyor kim bu adam" dememe aldırmadan "anlatırım sabırsızlanma" demişti gene gülerek.

    en son konuşmamızdı bu. aynı gecenin ilerleyen saatlerinde aldım acı haberi. devamını anlatmaya lüzum yok sanırım.

    kabullenmesi zor bir acıydı. geçmişimin bir kısmının üstüne bolca toprak serpildi ertesi gün.

    unutması imkansız, kabullenmesi zor olan, en fazla kabuk bağlayan ama asla iyileşemeyen bir yaraydı bu yaşanan.
    15 ...
  6. 91.
  7. üniversitenin ilk yazıydı, memlekete dönmüştüm. bu zamandan bir hafta sonra çocukluk arkadaşım mehmet'le buluşmak için sözleştik. hem özlemimizi giderecek, hem de birbirimize üniversitemizi, yeni anılarımızı anlatacaktık. öyle de oldu.

    günün sonunda okuduğumuz lisenin yanında bi park vardı oraya geldik. lisedeyken de öğle aralarında buraya gelirdik, mehmet sigara içer ben ise öğle yemeğini fazla kaçırmanın vicdanıyla meyveli sodamı içerdim.

    'ne günlerdi be!' dedim. mehmet hiçbir şey demedi. sigarasını çıkardı bana uzattı. 'bu sefer seni kırmıcam' diyerek aldım sigarayı. 15-20 saniye sessizlik oldu. mehmet konuşmaya başadı..

    'kronik astım vardı bende doğduğum günden 10 yaşına kadar çocukluğum hastaneler de geçti. toza alerji yanında ekstrasıydı. siz çocuklarla mahallede top oynarken ben sizi camdan seyrederdim. annem üzülmeyeyim diye ara sıra içeride top oynamama izin verirdi. okula gidemedim birkaç yıl bu hastalıktan dolayı, yaşıtlarımdan çok geç öğrendim okuma yazmayı. neyse ki o kötü süreci atlattım.

    tam her şey düzeldi derken kabakulak oldum. nolucaktı ki kabakulaktan herkes geçiriyordu. ama benim öyle olmadı milyonda bir görülen yan etkisi vurmuştu bana. 2 ay hastanede yattım. türkiye' de bulunmayan iğneleri babam tüm birikmiş paramızı vererek yurt dışından getirtmek zorunda kaldı. evladı sonuçta. düzeldik çok şükür. hastalıktan birkaç sene sonra öğrendim ki eğer o iğneleri vurulmasaymışım beyin ölümümün bile gerçekleşme ihtimali varmış. zaten o hastane günlerini de yarım yamalak hatırlıyorum, pek kendimde değildim. şaşırmamak lazım.

    bundan bir süre önce dönemin son sınavında bayılmışım, ambulans çağırmışlar hiçbir şey hatırlamıyorum. her neyse önemsemedim başta, sonuçlar çıkınca doktorun annenle babanla konuşmam gerek deyince anladım kefeni hala yırtamadığımı. omiriliğimden itibaren tüm beynime yayılmış tümör. geçmek bilmeyen baş ağrıları, mide bulantıları, sebepsiz el, kol, bacak titremelerinden belliydi. kepoterapi görmem lazımmış. neyse ben istemiyorum kemoterapi görmek ama annemle babam üzülmesin diye kabul ettim. tek evlatlarıyım, umutlular işte. nabıcaksın be abi onlarınki de ana baba yüreği.'

    sigaralarımız bitmişti. donmuştum, göz kapaklarımı bile hareket ettiremiyordum. bu haldeki insana ne denirdi ki. 'korkma iyileşeceksin' gibi klişeler söyleyemezdim. mehmet ikinci sigarasını yaktı ve konuşmaya devam etti..

    'benim durumumda olmanın en iyi yanı ne biliyor musun?' cevap vermemi beklemeden konuşmaya devam etti. 'ölecek olduğun zamanı üç aşağı beş yukarı bilmek. daha duyarlı oluyorsun be, insanları kırmıyorsun, eskiden kırdıklarınla da aranı düzeltiyorsun, hakkın yendiğinde de gülüp geçiyorsun içinden, helal olsun, diyorsun. sevdiklerine tek tek veda ediyorsun. işte eski dostum ben seninle veda etmek için buradayım, hakkını helal et..'

    gözlerim dolmuştu, gücümü topladım. kolumu omuzlarına attım, fısıldar bir şekilde 'helal olsun' dedim.

    mehmet'in durumu da tam böyleydi işte, öleceği günü bilerek yaşamak.

    toprağın bol olsun kardeşim.
    12 ...
  8. 3.
  9. gercekten hayatinizda bir bosluk oldugunu hissediyorsunuz. ne zaman akliniza gelse agliyorsunuz. her bayram namazindan sonra gidip mezarinda dua ediyorsunuz.hayatin farkina variyorsunuz ve kendinizinde bir gun olecegini hissediyorsunuz.
    (bkz: marmara depremi)
    10 ...
  10. 7.
  11. bir ömürlük misafirmiş o.. kimi ömür yarım, kimi eksik, kimi gedikmiş..

    ağlayamamışsın bile başta.. sonra hıçkırıklarına yarenlik eden baş dönmesiyle yere yığılmışsın.. sen diz çökmüş, kahır üzerine.. ellerin düşmüş, başın, gardın düşmüş..

    aynaya bakmışsın, yüzünü hiç böyle görmemişsin daha evvel.. gözlerin değişmiş..
    ellerinde, o'nun boynundan vaktinde alamdığın halatın kırdığı bir avuç kemik.. ellerin çizik, ellerin kesik.. ağırlaşmış ellerin..

    o, çok büyük küsmüş, çok büyük baş kaldırmış, ''hayatın neresinden dönülse kardır'' demiş, çok büyük gitmiş.. mosmor gitmiş..

    ''..denemesenizde bilmişsiniz
    hiç yakın olmamışsınız intihara bu kadar..''

    * *
    9 ...
  12. 100.
  13. Kucagimda ölmüştü,dayanamamistim o sıralar. Çok zordu. Geçti mi geçmedi. Ama odalara kapanmalarim,sürekli aglamalarim geçti. Şimdi ise aklıma geldiğinde sessizce bir yere odaklaniyorum,bence keşke aglasaydim.
    8 ...
  14. 97.
  15. 5.
  16. kalbindeki odaların birinin daha boşalması
    6 ...
  17. 55.
  18. allah'ın kimseye yaşatmaması gerektiği ölümdür.
    6 ...
© 2025 uludağ sözlük