en sevdiğim hayvan kedidir

entry2 galeri0
    2.
  1. 1.
  2. anket veya mülakatta 'sevdiğiniz hayvan' sorusuna karşılık verilebilecek olan cevaptır.

    okumayacaklar için ana fikir: 'sinek küçüktür ama boğa da büyüktür.'

    yılını tam hatırlayamıyorum ancak bu yılın hülya avşar'ın sol ayağına takılan mikrofon kablosunu sağ ayağıyla öteye ittiği ve gene bu mikrofon kablosunu tarkan'ın, karizmatik olduğunu düşünerek, koluna sardığı döneme denk geldiğini iyi biliyorum. cumartesi çuvala girmiş gibi tüm ailenin pazar günü banyo yaptığı günlerdi. rejoice piyasaya yeni yeni giriyordu ve galiba sezen aksu anavatan partisine hadi bakalım kolay gelsinşarkısını henüz vermemişti.

    işte böyle bir dönemde güzel bir pazar sabahı ailece oturmuş kahvaltı ediyorduk. oturduğumuz, ilçenin en güzel manzarasına sahip olduğuna inandığım evimizde ilkbahar'ın ilk günlerinde, özlenen güneşi evimizin balkonunda karşılıyorduk. kendimi bir pagan ayininde hissediyordum! şaka lan şaka annemin önerisiyle kardeşime d vitamini depolamak için sabahın köründe dikilmiştik balkona. gerçi ben her sabah saat yedi sularında tsubasa'nın hatrına alarm kurmuş gibi uyanıyor olsam da hafta içi devlet dairesinde kafa patlatmış olan evimizin reisi bu durumdan pek memnun değildi. ancak babamın bu direnişleri, tek tip bir aile yaratma isteğinde olan sosyologların, her ailenin içine fitne olarak attığı ve annemin bayraktarlığını yapıp 'ben bu evin içişleri bakanıyım.' lafının yazılı olduğu duvara çarpıp yok oluyordu.

    evimizin manzarası güzeldi fakat çocuk populasyonunun yerlerde oluşu bakımından; bir çocuk için izbelikten farkı yoktu. bu beni çoğu zaman sıkıyordu ama neyse ki o vardı; mahallenin en güzel kızı seçil abla. üniversite sınavlarına hazırlanan, kıvırcık saçlı ve fındık burunlu bu güzeller güzelinin beni her görüşünde 'bitanem, sevgilim, aşkım' türünden tatlı sözler söylemesi saklambaçsız, futbolsuz, simitsiz geçen günlerimi unutturuveriyordu. yalnızlığıma da çare bulmuştu; kitap. 'kitap bir insanın en iyi dostudur emilio, bir kitapla bambaşka dünyalara ulaşabilirsin.' seçil abla'nın önerisiyle kitap dünyasına daldım... eğer mahallenin güzel kızı komşumuz olmasaydı ve onla hiç tanışmamış olsaydım o pazar sakin geçecek ve ben şu an vicdan azabı çekmeyecektim.

    ama kader ağlarını örüyordu. bir gün o muhteşem balkonumuzdan dışarıyı izleyip öndişlerimin arasından tükürük atmaya çalışırken seçil abla'nın elinde bir kutuyla bize yaklaştığını gördüm. hemen salona koşup tom amca'nın kulübesini okumaya başladım. kapı çaldı. konuşmalara kulak kabarttım 'aman seçil nerden çıkardın, boşuna masraf yapmışsın.' diyordu annem. bunun üzerine daha da meraklanarak elime kitabı alıp okuyarak kapıya yöneldim. kitaba dalmış gibi yapıyordum. 'aşkıım kitap mı okuyorsun sen?' dedi seçil abla. utangaç bir tavırla omuz silktim. bu sırada gözüm kutudaydı yanları delik üzerinde 'banana' yazan bir kutuydu bu. annem 'bak seçil ablan sana ne almış?' dedi. kutuyu açtığımda karşıma sarı, şirin mi şirin, veteriner dükkanlarının duvarlarında asılı olan civciv fotoğraflarına benzeyen bir civciv çıkıverdi karşıma. nasıl sevindim anlatamam, teşekkür ederim deyip atılıverdim, yaşım büyük olsa beni kesinlikle kaçırmayacağını söyleyen bu güzeller güzelinin kollarına.

    hayatımda ilk defa bir hediye almıştım. * civcivime gözüm gibi bakıyor onu elimle besliyordum. geceleri kalkıp gizli gizli kontrol ediyor baba şefkatiyle gülümseyip huzurlu bir şekilde yatıyordum. günler böyle neşeli gidiyordu ta ki o pazar sabahına kadar. o pazar günü biz güneşin tadını çıkarıyorken aklıma civcivim geldi. babama civcimi dışarı çıkartmak istediğimi söyledim. evimizin hemen önündeki bahçede o da ilkbaharı selamlıyabilir sapsarı tüyleri güneş ışığıyla birleşince daha parlak bir görünüm alabilirdi. kutusundan çıkarıp bir öpücük kondurup bahçeye bıraktım. su kabına gene sıçmış olduğu için kabı yıkayıp içine su koydum. onun özgürlüğün tadını çıkarışını keyifle izlemeye koyuldum. ne de çabuk büyüdü kerata diye düşünrken annem balkondan 'çayını soğutma gel, bak kardeşin de ağlıyor ben de inecem diye.' beni eve çağırdı.

    yukarı çıktım babam kahvaltısını bitirmiş balkondan salonu gören pencereden dilsizler için verilen haber bültenini izliyordu. annem sofrayı toplamaya başlamıştı. kardeşimse mandal sepetini kafasına geçirmiş bir şekilde şaşkın gözlerle babama eşlik ediyordu. bense güzeller güzelinin hediyesini izliyor; civcivimin toprağı eşeleyip çıkardığı solucanı afiyetle yemesine şahit oluyordum. o sırada karmaşık kişiliğimin baş sorumlusu olan hayvanı gördüm. bir gözünü muhtemelen bir mart kavgasında kaybetmiş olan siyah melun kediyi. 'babaa' dememe kalmadan, civcvimi tuttuğu gibi götürdü namussuz. babam tüm babalar kahramandır ilkesinden hareketle bir hışımla kedinin peşine düştü. kedi önde babam arkada gözden kayboldular. bir süre sonra babam geriye elinde civcivimin cansız bedeniyle döndü. yıklmıştım. uzun süre civcimin kedinin ağzındabir o tarafa bir bu tarafa sallanan görüntüsü gözümün önünden gitmedi. seçil her ne kadar üzülme dese de ateş düşmüştü ve düştüğü yeri fena halde yakmıştı. artık kedilere düşmandım.

    -----10-15 filan yıl sonra---

    nihayet hülya avşar'ın günmdemden düştüğü, tarkan'ın metamorfoz geçirerek yer altı çarşısı esnafına dönüştüğü, türkiye'nin ajdar'la tanıştığı ve saçlarım dökülmeye başladığı için bioxcin kullandığım bir dönemde üniversiteyi kazandım ve gerçek bir üniversiteli olmak için çalışmalara başladım.

    saçlarımı uzattım, sakal çıkmadığı için yüzüm boş kalmasın diye çenemin altına çince 'anarşi' yazdırdım. annemin özenle çantama koyduğu iç donlarını, yeşil külotlarımı ve aynı renkteki fanilaları çöpe attım. her şey kusursuz olmalıydı. arnavut arkadaşım eridon'la birlikte ortaklaşa aldığımız bez dolabın içini esprili, rocker tişörtler, kareli pantolonlar ile doldurdum. kadıköyde çakmacı bora diye nam salmış bir elemandan 3 çift konvers aldım. yanında iki tane baksır verdi.

    ağrısız, sızısız beş milyona kulağımı deltirtip, halkalı bir küpe taktım. artık fiziki evrimimi tamamlamıştım. sırada düşünsel anlamda üniversiteli olmak vardı. önce insanların duyarsızlıklarına isyan ettim. dünya ülkeleri eriyip giden doğal hayatı umursamıyorlardı. kimse taşın altına elini koymayı istemiyordu. tüm bunları kimi zaman 14 kişiyi bulabilen bir nüfusa sahip olan, -2. katta bulunan, rutubetli, yazları soğuk,kışları sıcak; güneş görmeyen, iki haftadır yıkanmamış bulaşıkların kokusuna tahammül edebilen insanların yaşadığı 2+1 evimizde düşünüyordum.

    artık bi hayat görüşüm, bir bakış açım vardı. ama hala bir şeyler eksikti. dersleri asma+, sabaha kadar king çevirme+, final sabahı uyuyakalma+, fiziksel evrim+, gülyüzlü-. tabi ya bir bal dudaklı eksikti. hemen aramalara koyuldum. yonja, gayet.net, istanbul.net, hatta gönüldesevenler.com'a bile üye olmuş fakat hiç birinden bir şey düşürememiştim ta ki fatura yatırmaya gittiğim gün bankada onu görene dek. doğuştan sürmeli gözleri, rüzgarın dalgalandırdığı başakları andıran saçlarıyla bir afet-i devran tam karşımda duruyordu. nazik elleriyle gişe işlemlerine bastı. -124-. önünde 73 kişi daha vardı. umutsuzlukla boş bir yere oturdu ve sırasının gelmesini beklemeye başladı.

    o gün 'ne olur ne olmaz mnıskim.' diye gişe işlmlerinden iki tane fiş almıştım. fişlerden birini başına taç olarak güneşi takmış olan bu güzeller güzeline vermeyi istiyordum ama bir türlü yemiyordu. kendimi gaza getirdim ve yanına gittim. 'affedersiniz bende fazladan bir fiş var, eğer arzu ederseniz...? uzun süredir konuşmadığım için sesim az ve çatallı çıkmıştı. kafasını kaldırdı, 'beyefendi.' dedi * 'işte böyle fazla fazla alıyorsunuz biz de gereksiz yere bekliyoruz.'. beni bozmuştu fakat elimden de fişi çabucak almayı ihmal etmemişti.

    moral bozukluğuyla dışarı çıkıp bir sigara tellendirmeye karar verdim. bir taraftan sigaramı tellendirirken bir taraftan da pizzacının ordan beni kesen kediye bakıyordum. 'ne kadar tatlı değil mi?'. arkamı döndüğümde onu gördüm benim peşimden dışarı çıkmıştı. 'biraz önce kabalık ettim affedersiniz.' dedi ve elini uzattı; 'barıştık mı?'. içim içime sığmadı az önce yaptığı ne? ağzıma sıçsa gene sorun olmazdı benim için. ben de elimi uzattım 'hiç kızmadım zaten. ben emilio'. dedim memnun oldu onun adı da roxane'mış. roxane kediyi gösterdi. 'bayılıyorum bu hayvanlara. kimi insanlar çok acımasız oluyor hayvanlara karşı. sen sever misin kedileri?'. işte o an mideme bir acı saplandı. kişiliğimin üzerine kurulu olan bir prensibim mi? yoksa bu güzeller güzeli mi?

    bir süre sustum. sonra kendimden ödün vere vere, gözümden süzülen yaşları roxane'a belli etmeden ağzımdan şu cümle döküldü; en sevdiğim hayvan kedidir. onun da en sevdiği hayvan kediymiş. beni kedi sevenler derneğine üye yaptı. sonra bir gün aynı seçil abla gibi elinde bir kutuyla çıkageldi. içinde siyah bir kedi vardı. o gün bugündür kediyle yaşıyorum. pis pis yalanıyor. geçenlerde atıyordum, bir de baktım miiv miiv sesler bu namussuz doğurmasın mı? iyice yerleşti pezevenk. hayır tüm yavrularda siyah içlerinden biri sarı olsa...
    2 ...
© 2025 uludağ sözlük