*Eline kalemi alıp da eleştiri yokluğundan yakınmıyan kişi gördünüz mü hiç? Genel bir sızlanma sorunu olduğu halde bunun nedenleri üzerinde duranı da sayılıdır. Hep dert yanma, hep suçlama!
ilkin şu gerçeği belirtelim: Her ülkede şair, hikayeci, romancı, oyun yazarı bolca rastlanır soydan olduğu halde, eleştirmen sayısı bunlarla oranlanmıyacak bir azınlıktadır. Her çağda yetişen sanatçıları, bir de aynı çağda yaşamış eleştirmenleri bir hatırlayıverin; varacağınız sonuç, bizi asla yalanlamıyacaktır.
Bu durum iki şeyi ispatlar: Eleştirinin güçlüğünü, eleştirmenin de kolay yetişir olmadığını. Eleştiri de bir sanattır, ama bilim ve teknik yönü ağır basan bir sanat. Bir sanatçı, diyelim bir şair, gücü ölçüsünde şiirler yazar. Şairlik, hikâyeciliğe, romancılığa yöneltecek birtakım yeteneklerle dünyaya gelir. Oysa eleştirmen, kendi kendini yetiştirir; öz çabasiyle bulur yolunu.
Sanat eserinin doğuştan getirdiği yeteneklerle edebiyat ve sanat dünyasına girişinin en belirli kanıtı, bizim saz şairleridir. Sorarım size, çoğu okuma-yazma bilmiyen, kültürün en ilkel basamağına ulaşmamış bu kişiler koşmalarını, semailerini, destanlarım nasıl söylemişlerdir? Hangi hazırlayıcı etki onları bu yaratma düzeyine ulaştırmıştır? Yaratılışın sağladığı olanaklara dayanmasalardı tek mısra söylemeleri düşünülebilir miydi? Edebiyat tarihinin adlarını saydığı öteki sanatçılar da böyle değil midir?
Sanatçının yetişmesi için elverişli bir ortamın gerekliliğinden söz edilir. Doğrudur. Ama bu gereklilik eleştiricinin yetişmesi söz konusu olunca, bir zorunluk halini alır. Ortam, yeterince uygun düşmese de, iç dürtüsünün zoruyla, sanatçı, şiirini, hikâyesini, romanını yine yazacaktır. Ortamın elverişsizliği, olsa olsa, büyük çapta sanatçının meydana çıkmasını engelliyebilir. Çünkü sanatçının yaratmasında başlıca kaynak, kendi ruhudur. Eleştirmenin yaratması ise, "esefe dayanır. Ortada eser olmadıkça, eleştirmenin yapacağı iş yoktur. Kaynakların bu değişik durumu eleştirmenin varlığının hangi koşullara bağlı olduğunu daha iyi aydınlatır. ". .Eleştirici, fikir ve sanat akımlarının kaynaştığı, büyük sürümü olan gazete ve dergilerin bunlar üzerindeki düşüncelere kucak açtığı, eleştiriciliğin meslek olduğu yerlerde yetişir." (S. K. Yetkin, Düş’ün Payı "Eleştirmeci Yokluğu" s. 73).
Şair, esinine uyarak şiirini yazar. Hikâyeci ve romancı, kendi anlayışının ürünü olan eserler ortaya koyar. Bunlar değerlidir, değersizdir, şudur, budur. Onlardaki özelliği bulup çıkaracak ve eseri, değerlendirecek kişi eleştirmendir. Bu iş apaçıktır ki, kişinin doğuştan getirdiği yeteneklerle başarılır nesne değildir. Uzun ve sabırlı bir çalışma döneminin sonunda kazanılır erdemdir. Eleştirmen güçlüğü bundan doğar.
Eleştirmenlik tehlikeli bir meslektir. Eleştirmenler gözüpek kimseler olmalıdır. Dayak yemek bile vardır işin içinde. ilkin Ahmet Mithat Efendi açtı bu yolu. Lâstik Sait Bey’in sırtında kırmıştı bastonunu. Bir edebiyat tarihçimizle bir şairimizin lokantadaki kavgalarını da hatırlarsınız her halde. Rahmetli Ataç, Orhan Veli kuşağından bir şairin kendisini nasıl dövdüğünü her önüne gelene anlatırdı.
Ahmet Haşim, eleştirmenin toplum içindeki durumunu, hor görülüşünü Bize Göre’deki "Münekkid" başlıklı fıkrasında açıklarken der ki: "Bir mühendisi, bir şairi, bir doktoru, hattâ ismini ömrünüzde işitmediğiniz herhangi bir mesleğe mensup birini, hiç anlamadığınız bir işten dolayı beğenir gibi olunuz. Derhal bütün faziletler sizindir. Hayırhahsınız (iyi dileklisiniz), zekisiniz, sevimlisiniz, terbiyelisiniz; ilminize, irfanınıza hiç diyecek yok! Ağzınızdan düşürüverdiğiniz küçük ve mürai bir medhe mukabil sırtınıza geçirilen mutantan (görkemli) altın hil’atı (süslü giysiyi) bir an içinde kaybetmemek ve yağmur altında bir çıplak gülünçlüğüne düşmemek istiyorsanız, sakın sözünüze en ufak bir kayd-ı ihtiyatinin (kuskunun) gölgesini düşürmeyiniz. îşte rahat yaşamanın düsturu!"
Ataç da sanatçıların bu tutumuna takılmıştı. "Sanat adamının ’Ben eleştirmeci istemiyorum’ demesine inanmayın; onun istemediği, kızdığı, verdiği eseri beğenmiyen adamdır. Beğenenin eleştirmesini pekâlâ ister." (Günlerin Getirdiği, s. 101).
Haşim de, Ataç da acı gerçeklere parmaklarım basmışlardır. Edebiyat ve sanat hayatımızda yaygın ve geçer olan davranış budur. Eserini beğendiğiniz sürece dünyanın en ulu, en yüce, en anlayışlı insanı sizsiniz. Fakat, yanılıp da aynı kişinin bir başka eserine şöyle bir dokunuverirseniz... O zaman, siz seyreyleyin gümbürtüyü! Dünyanın bütün yıldırımları üzerinize boşalır. Ne bilgisizliğiniz, en anlayışsızlığınız, ne de saygısızlığınız kalır. Dünkü yüce kişi şimdi, dünyanın en berbat adamıdır. Alırsınız ağzınızın payını, çekilirsiniz bir köşeye. Bizde sanatçının bir görevi de, eseri beğenilmedi mi eleştirmenin karşısına çıkmak,. onu anlayışsızlık ve bilgisizlikle suçlamaktır.
Bu koşullar altında ve böyle bir ortamda, haddiniz varsa eleştirmenliğe heves edin ve eleştirmen olun!
Bu durum, eleştirmeni teşvik etmek şöyle dursun, ürkütecek ve başka alanlara saptıracak bir acılıktadır. Ağzına geleni söylemek, yan gelip rahatına bakmak varken, ne diye şunun bunun abur cuburiyle uğraşmağa zamanı öldürmeli, ve üstelik, bir de kötü kişi olmalı!
Eleştirmen yokluğundan dert yananlar, sorun’un bu yanı üzerinde niçin kafa yormaz da tek yönlü düşünürler ? Bir de madalyanın bu yanını inceleseler, ilgi uyandıracak sonuçlara ulaşırlar belki.
Bir garip durum daha var: Küçümsenen, önemsenmiyen eleştirmenden, bu kez, kendilerini tanıtmalarını, eserlerini değerlendirmelerini beklerler. Bu, bir çelişme değil midir? Büyük umutlar bağladıkları eserlerinin eleştirmende olumlu etki bırakmadığını gördükleri zaman hınçla eleştirmenin ü-zerine atılmak çıkar yol değildir. Öyle yapacağınıza, "bir eleştirmen gözüyle okuyun o yazıları. Sizin şiirinizdeki, romanınızdaki yeniliği, üstünlüğü, şunu bunu, büyük büyük erdemleri görememiş, anlıyamamış, bu anlayışsızlığı üzerinde durun, niçin anlıyamıyor, gözlerini kapatan perde nedir? Onu araştırmağa çalışın. inceleyin, yazıp ortaya koyun, böylece eleştirme nedir, onu öğretirsiniz" (Ataç, Sözden Söze, s. 37).
Sanatçı gibi eleştirmen de hoşgörürlük bekler karşısındakinden. Görüşleri tüm doğru olmayabilir, yanılabilir, hattâ saplantıları da bulunabilir. Bunları olağan saymak, büyütmemek, ve hele, karşısındakini suçlamamak gerekir. Karşılıklı iyi niyet ve güvendir ki sanatçı-eleştirmen bağlantısını sağlar. Nedir ki, kimi sanatçılarda hoşgörünün izini bulamazsınız. Olumsuz bir tepki ile karşılanır eleştirmenin söyledikleri. Yüzyüze gelip tanımadığı bir yazarın eserinden söz açtığı zaman, beğenmemişse, yazarı, bunun altından, eleştirmenin aklından geçmiyen anlamlar çıkarmağa kalkışır. Siz ne diyorsunuz, övgülü satırlarla armağan ettiği kitabına şöyle hafiften bir dokunuveriniz, adınız hemen "veriştirici"ye çıkar! Çok görmüş ve sınamışızdır böylelerini. Her şeyden önce kendilerine güvenleri yoktur bu kişilerin. Güvenleri olsa, yaptıklarının doğruluğuna inansalar, aldanmış iseniz güler geçer, gerçeği yansıtmışsanız düşüncelerinize saygı gösterirlerdi.
Aydın kişi, yerinde durmaz; her geçen gün, onu biraz daha olgunlaştım; düşüncelerinde ve beğenilerinde değişiklik olur. Dün sevdiklerini bugün beğenmeyebilir. Herkes için doğal sayılan bu hâl, eleştirmene çok görülür. Bu soy davranış ona yasaktır. Görüşlerinde, beğenilerinde, tutumunda hiçbir değişiklik olmamalı onun. Dün ne ise bugün de yine öyle kalmalıdır. Oysa düşünce ve sanat alanında kişiyi öldüren şey donmak, kalıplaşmaktır.
Böyle düşünenler, eleştirmenin görevini bilmiyen kişilerdir. Ne demişti Ataç: "Yaratıcı sanat adamı için bir güzellik vardır, ona inanır, ondan başkasını çirkin bulur; sanattan sadece hoşlanan adamın da alışık olduğu bir güzellik vardır, ondan başkasını anlamağa, beğenmeğe çalışmaz, çirkin bulur geçer. Eleştirmeci ise öyle bir yanlı olamaz, bir yanlı olursa belki bir sanat adamıdır. Boileau gibi, Lessing gibi bir uyarıcı, din kurmuş bir peygamberdir: Ama bir eleştirmeci değildir. Eleştirmecinin asıl borcu her güzellikten!, hiç olmazsa birkaç türlü güzellikten anlamaktır. Bugün birtakım sebeplerle bu eseri beğenir, yarın büsbütün başka sebeplerle şu eserden hoşlanır." (Günlerin Getirdiği, s. 102).
Eleştirmenlik, belirtilen nedenlerden ötürü, bir meslek haline gelmemiştir bizde; kolay kolay da gelemez. Sırtına bunca sorumluluk yükleyip de karşılığında özgürlüğünü bile hak olarak tanımazsanız, nasıl beklersiniz eleştirmeni? Kim heveslenir böyle mesleğe? Her sanat eri, çalışmalarının ürününü görmek ister, yazılarının yarma kalmasını ister, kendinden sonraki kuşaklarca okunmasını ister. Eleştirmen de bu özlemi taşır içinde. Ama ona bu olanakları kim sağlıyacak? Siz, eleştiri yazılarının bir kitapta toplandığını hiç gördünüz mü? Kaç tane? Dergilerinin sayfalarım açık tuttukları halde o yazıların bir kitapta toplanmasına yan çizen nicelerini tanırız biz.
Bir de eleştirmen yokluğundan yakınırız, hiç hakkımız yok buna.