edip cansever dökümcü niko ve arkadaşları

entry6 galeri0
    1.
  1. edip cansever'in 6. bölümden oluşan efsanevi şiiridir.Şiirdeki karekterlerin her biri öyle bir tasvir edilmiştir ki , okurken yanınızdaymış gibi hissedersiniz.

    1-

    siz bana dökümcü niko, diyorsunuz, izzetin yaylı arabasının yanında
    çok güzel bir duruşum var
    günün evlerini geçiyorum şimdi kendime iyilikler söyleyerek
    tane tane sokaklar bırakıyorum arkamda
    birinde bir kedilik olan, birinde bir sokak lambası sallanan
    sokaklar bırakıyorum ben
    ben deyince bir daha ben demek istiyorum, mutlu oluyorum böylece
    sanırım argos'a çıktıklarından bu yana fenikelilerin
    yapayalnız bıraktılar beni. doğrusu bir yaz günüydü, kıyılarımız pek güzeldi
    artıkgözlerin bin türlü sudan, bin türlü zamandan öyle bir koyulaştılar
    ve alnım bembeyazdı ve boynum çok uzundu
    bu çakıllar akardı o zaman, bu şehirler toz bulutuydu
    ben işte çok yaşadıysam, ben böyle hep yaşadıysam
    bu ölümsüz bir yalnızlıktan, bu ölümsüz bir yalnızlıktan
    diyorum. siz bana dökümcü niko, diyorsunuz
    insanları tanımlıyorum ben, ölçüm o insanların iyiliklerinden
    şehirleri tanımlıyorum ben, ölçüm o şehirlerin büyülerinden
    söze uymayan bir şeyim, tanrıya uymayan bir şeyim de ondan
    oydum ki derim:
    izzetin atları var ya, koşumları ne güzel
    sanki onlar io'yla fenikeli kaptanın sevişmesinden
    bir güzel koşumlardı, gittikçe çoğlaırlardı
    sonra bir düşünürdüm ki, hangisi benim bu cümlelerin
    hep aynı cümlelerin: izzetin atları var ya, koşumları ne güzel
    sözgelimi sabahları olmayacak balıkları satan madam hayguhinin
    kendini görmek için yerin ve göğün kar tutmasını bekleyen madam hayguhinin
    ıslak bakışlarını durmadan yer değiştirirkenki
    ve kanından rengine akan bir tramvay gibi sanki
    bir anlatımı olabilir mi dersiniz
    izzetin atları var ya, koşumları ne güzel
    olabilir mi?

    ben sarı kanlı bir ağaca benziyorum burada
    sonra ben ve bütün iyilikler kırmızı bir boyayla duvara
    sürülmüş bir çarpı işareti gibi duruyoruz
    ve bu çarpıyı gezdiriyoruz sırtımızda ayrıca.

    sahyon'u tanımak ister misiniz? süryani, ayakkabı tamircisi
    oltacı eyüb'ü, madrabaz, hayguhi'yi, iranlı celal'i
    arabacı izzet'le nuri'yi de
    sonra k. kilisesinin papazıyla, iskele memuru yahya gelir ki
    belvü otelinin garsonu kleanti, hizmetçi firdevs
    öğretmen rıza ile fener bekçisi salih gelir ki
    şimdilik tam on iki, bir de ben
    ben, yani dökümcü niko
    bir akşam üstü saatinden kaçırılmış bahçeler gibi
    hepimiz
    bir ağaç altında olsun, içi boş bir bostan kuyusunun yanıbaşında olsun.

    ve solgun yaz büfelerinin ve karpuz sergilerinin
    yanıbaşında olsun.
    ve sessiz meyhanelerin ve batık gemilerin
    içimizdeki yerlerinin yanıbaşında
    ve uzun gecelerde ve çocuklar görürlerken kendilerini
    ve sokaklar bir aydınlık gibi düşerken sokaklıklarına
    ve siyah halelerle başımızdaki vardık ki, biz bunu anlatacağız
    duvar duvar çizilmiş çarpı işaretleri gibi
    biz bunu anlatacağız
    sevginin bu ölümcül biçimlerini ve belki.
    3 ...
  2. 2.
  3. 2-

    sordular. sorular benim insanlarımdır. siz bana dökümcü niko, diyorsunuz
    kendimi açıklıyorum, ölçümse kendimin derinliklerinden
    sanırım bir pazar sabahıydı, iki kız çocuğu son baharı tartaklıyordu
    kepenkleri indirilmiş bir dükkanın önünde
    ve yollardan yaban hurmalarının sarktığı
    -sonbahar, belki de bir hüznün özgül ağırlığı
    yapılmamış lautrec resimleri ve
    bir mektuptu belki de
    birinin bilmeden ona bir şeyler sardığı
    sonbahar-
    ansızın k. kilisesinin papazı tertemiz giysileriyle
    yanındaki iki kişiden sıyrılarak
    geldi ve durdu - bunu bir iki kez söylemek gerek-
    ben onu her türlü kuşkularından tanıyordum. dedim ki
    günaydın. sanırım iyi bir gün olacak. pazar mı
    ve dedim, evinizden yeni çıkmışa benziyorsunuz
    sustu, beni pek yanıtlamadı
    ve yüzündeki bir kayanın sımsıcak kırmızısını
    daha bir çoğaltarak
    ilk yarısını anlatmadığı bir olayın
    gerisini anlatmaya başladı ara vermeden
    peki, dedim, o olay sadece sizin olacak
    aziz yohanna var ya, tanırsınız elbette bu azizi
    tuhaftır, ben de yarıdan sonrasını biliyorum bu hikayenin
    demek oluyor ki ne siz beni tanımış oluyorsunuz
    ne de ben sizi
    o benden daha önce davrandı, gidip bir evin duvarındaki çeşmeden su içti
    döndüğünde çok uzaklardan üstümüze doğru
    bir ayçiçeği anlaşılmaz bir şekilde çözülüyordu
    -ben sarışın mı dedim, evet mi dedim-
    ve k. kilisesinin papazı dedi
    yürümem gerekecek, dün gece eve hiç uğramadım
    bazı taşlarla uğraştım, bir ara bir kuş ölüsü buldum
    gecenin biraz eski renginde
    -bir giriş noktası mı dediniz, evet mi dediniz-
    doğrusunu isterseniz görebildiğim her şey
    bir yuvarlağın tersyüz edilmiş şekli gibi
    hiçbir şey anlatmıyordu. siz iyi söylediniz
    o olay sadece benim olacak.
    4 ...
  4. 3.
  5. 3-

    humour, diyordu iranlı celal ve gayrı ciddi olmak
    bir korunma biçimidir yahut yaşamak
    saat on dört sularında idi, içkimizi
    içiyorduk idi ki, bir pul ingiliz kraliçesini gösteriyordu
    bir bardak uzaydan bir kesiti
    pencereler bir bilinmezliği sürüyordu içimize
    ve doğa
    konuştuğumuz bir şey gibi duruyordu, tam öyle duruyordu
    sıkıntıya boğulmuş kelimeler halinde
    bir tabağın içinde kavun getirdi kleanti
    bugün bir eşya gibi duruyor nedense. ya da bir eşya onu
    yansıtıyor olmalı ki
    rakımızdan bir parça içti ve
    gitti gitti gitti gitti gitti
    ben upuzun bir mesinayı sanki çok karıştırarak
    durdurdum kleanti'yi
    durdurdum dünyanın bizlere bakarak
    sanırım bir toplantının en tuhaf şekilleriydik
    ve bu toplantıydı ki durmadan olmak
    durmadan olmak
    durmadan olmak gibi bir şeydi ki, değildi
    tekdüze bir ölümün gelişinden soy olmak
    ve gerilmek ve kalmak
    o bile değildi de
    gayrı ciddi olmak, diyordu iranlı celal ve humour
    bir korunma biçimidir yahut yaşamak
    yaralı bir keler balığı tutarında

    ve mezat yerlerinde dolaşan adamlar gibi neden sanki böyle
    olduğumuzu anlamayarak
    yaldızlı bir boy aynasının eski bir gramofonla yanyana durması
    gibi
    bir çamaşır makinasıyla
    yanyana durması gibi
    rakımızı içiyoruz ve bütün bunları kutlamıyoruz ki
    tersine, iranlı celal ağlamaklı oluyor biraz
    yenilmek susmak yenilmek susmak
    saat derseniz artık kaçı gösteriyor kimbilir
    ölülerimizi saymazsak kaçı gösteriyor
    saat derseniz
    kaçı gösteriyor ve sormak
    ona söylüyorum, kleanti'ye, elimde olmayarak
    biz dünyanın nasıl bir anlamını taşıyoruz kleanti
    bilmem! tabakla kavuna bakıyor. nuri'yle sol eli görünüyor az
    uzaktan

    sonra sağ eli görünüyor, onu bir gölgeden kurtararak
    bize doğru geliyor, elinde bir yılan balığı, aydınlık
    yaratılmış ve uzun bir aydınlık
    hiçbir şey söylemeden oturuyor. havaya kaldırıyor yılan
    balığını kleanti
    hiç bilmediği bir ülkeye doğru kaldırıyor
    ülkeler ki, diyor, kullanılmamış eşyalarla doldurulmuş
    odalar gibidir
    ülkeler ki bizim kendimizi orada varsaydığımız yerlerdir
    bir trenle gidilir
    bir yılan balığıyla gidilir. nuri diyor ki
    bana nasıl geliyorsunuz bilseniz
    ben sizlere gitmek istiyordum, gittim
    ben sizlere inmek istiyordum, indim

    ama siz var ya, bir bakıma siz
    boşluklara asılı bir istasyon gibisiniz

    biz neyiz, biz neyiz
    dedik ve sustuk
    susmasak bizim olacaktı durmadan kirlendiğimiz.
    3 ...
  6. 4.
  7. 4-

    siz bana dökümcü niko, diyorsunuz, sizin beni gördüğünüzün dışında
    pek denenmemiş bir duruşum var
    günün 'her şey'lerini geçiyorum şimdi, kendime iyilikler söylerek
    tane tane başlıklar bırakarak arkamda
    birinde bir umulmazlık olan, birinde bir kargaşalık sallanan
    başkalıklar bırakıyorum
    ve yürürlükten kalkmış bir sözü tekrarlıyorum: sevin ki herşey iyi olur diyorum ,
    olmuyor bilmiyorum.
    3 ...
  8. 5.
  9. 5-

    anlatırım. 444'e benzer bir bahçenin ortasındaydım
    böyle çok ağaçlı bir bahçenin ortasındaydım
    diyerek: köpeklerin siyah günüdür, denizlerin durgun günüdür
    onunsa yakın olduğu günüdür, onunsa büyük olduğu, o güneş
    ve zıpkın kuşlarının bir taş gibi avlarının üstüne
    düştüğü günüdür ki, ben salih
    elleri çok görünür, yüzleri çok görünür, salihlere bölünür
    ve dünyanın ıssızlığından koparak
    ilkelsi bir ıssızlığa yavaşça
    doğar ve ölür
    dünyanın en doğal örtüsüdür, o salih
    ölümün saydam ve kıpırtısız sallantısını sürdürür
    bir kemik biraz etlenir, bir deri biraz kirlenir
    renkler ki sorumsuzsa kımıltı kesinleşir
    neden salih olur -bir kuştur
    bir balığın şaşkın ve çaresiz duruşudur. dünyanın
    o tükenmez ıssızlığından getirip
    yeni bir ıssızlığa yavaşça
    kendini koyuyorsa olmuştur-
    denizler göğe dönüktür, gök desem şehirlerin üstüne
    o kadar dönüktür ki, içinde insanlar olan
    bir sorunun en akıl almaz örtüsüdür
    ben salihe dönüğüm, yani doğmak ve ölmek ve doğmak ediminden bir salih
    ve kuşkum ve korkum ve bilinmezliğim...
    başkaca bir şey yoktur
    varsa da anlayamam, bende hiçbir şey barınamaz
    salihin kendi bile
    bende hiç barınamaz
    neden derseniz, ben biraz 'ertesi gün' gibiyim, eksiğim, unutkanım, öyleyim
    bilmem ne kadar 'her gün' geçirdim, bilmem de
    bütün günler birbirine benzer, 10'lara, 100'lere, 1000'lere benzer
    ve biraz 100000'lere
    fazlası fazladır artık, 'çıt yok' bile değildir
    'bir ölü hiç duyamaz,' o bile değildir de
    kim sessizliği bir av gibi öğütürse bu odur
    o, yani fener bekçisi salihse
    kendimi pek tanımam, varsa da ben tanımam
    doğrusu fener bekçisi salih olduğuma göre
    ben işte fener bekçisi salihim, derim
    bu bakımdan kendimim: fenerim, salihim, 2+1 lere, 1-2 lere benzerim
    birden gök girer gözlerimden ve çıkar
    bir şimşek kokusu dalar içime ve uzaklaşır
    bir imdat sesi duyarım kimi zaman da , tamam mı
    bu kimin sesi olmalı, bir ses mi yoksa bir yansıma mı
    bilmem.

    bilemem, öyle bir salihim ki ben, onda hiçbir şey barınamaz
    salihin kendi bile
    diyelim bir ekmek alırım çarşıdan, yesem de unuturum onu, yemesem de
    bir çocuk 'sabah oldu' der, sökemem bir türlü bu sözün anlamını
    sözgelimi bir japon elması -neden olmasın-
    yığılır da içime taslağı gibi salihin
    bir hiçlik gibi yakar, yakar da canımı
    ben fener bekçisi salih olduğuma göre
    -bir bardak su, açık duran bir kapının pervazı da olabilir bu-
    duyamam.
    sonra ben kendimi bir şey yapıyor saymak bakımından tehlikeliyim
    neden derseniz, biraz öyleyim
    mesela hiç yoktan canım sıkılır bir gün -ne yapsam-
    ne mi yapsam, alırım bir kağıt elime, üstüne bir şeyler çizerim
    çizerim, çizerim, çizerim, bunu kimseler önleyemez
    ne dersin salih? evet! onu ben bir ağaca gizlice iğnelerim
    çocuklar, sonra bir takım adamlar bu işaretlere bakar bakar bakarlar
    ben fenerin tepesinden onları seyrederim
    -sorarım, söyleyin bana, kaçınabilir miyim-
    bilmem ne kadar 'her saat geçer böylece
    onlar, o durgun bakıcılar
    şaşkınlığın engin ve küçümser gülüşüyle
    bir başka yaratıklar olmaya başladılar mı öyle
    yani bir gizliliğin, bir bilinmezliğin
    ölçüsüz ve tanımlanmamış yaratıkları
    gibi olmaya başladılar mı
    benim varlığım salihin varlığıdır artık
    ya onların geride bıraktıkları
    satın alacakları bir eşya -bir sürü ıvır zıvır-
    park gibi, müze gibi bir yer uğrayacakları
    olamaz mı gereksiz bir gevezelik de -neden olmasın-
    diyelim -ne gülünç şey- biriyle yatacakları
    sanki bir imza atacakları bir kağıdın üstüne
    kötümser, dalgın, kapıcıyı çağırıp..
    -yaşamın o buruk, o sevimsiz notları-
    hani bir gazete okuyacakları belki ya da bir dergi
    ya da telefonda birini..
    duralım
    ya ansızın bir şeylere benzetirlerse bu işaretleri
    onlar, o durgun bakıcılar
    demeye kalmaz, benzetirler de
    sorarım, söyleyin bana, bir şeyler yapacak olan salihse
    ne yapsın.
    ne yapsını var mı, bir bez parçasının üstüne
    olmadı bir duvarın, bir oğlak derisinin üstüne
    yeniden çizecektir her türlü işaretlerini salih
    doğrusu fener bekçisi salih olduğuna göre
    elinden ne gelirse onu yapacaktır
    yani bir gizliliğin, bir bilinmezliğin
    salihi olduğuna göre.

    bendeki tek şey bir yunus balığıdır, görseniz
    88'e benzer bir yunus balığıdır, görseniz
    çok acı bir şekilde yunus olmaktan
    ve kendinden korkmadan suya indiği
    yalnızlığın insanları barındıran içine
    dalıverdiği bir yunus
    ve tekrar çıktığında sayısız öpen bizi
    salihi
    ve yunusla salihin sayısız kesiştiği
    bir yunus
    ben onu kuşatırım, o bütün açlığıyla tüketir içimdekileri
    yunus!
    bize söylüyorum, diyorum ki, bir yakarış mı bizimkisi
    değil mi
    ya da bir ölüm sessizliği mi, ne
    hangisi
    ve ne yapsak bu iri, bu güçlü, bu cehennem yüklü gövdeyi
    böyle tek olmaktan korkunç güçlenen
    ve kendi saldırısıyla yok ettiği kendini
    bir parçalanış, bir yitiş
    olabilir mi -zaman geçti mendirekteki korkunç leke duruyor
    acılar dinlendi, yeniden başlamalıyız-
    aşağıdan bağırırlar, salih nerdesin
    salih o zaman bilmez nerde olduğunu
    salihin işleri çoktur, tırnakları derseniz uzayıp gitmiştir
    ölü tırnakları gibi
    bir uzun beklemekten tırnakları uzayıp gitmiştir
    ve yunus salihse, salihin bir yunus olduğu düşünülürse
    her çelişkide yunusun bir şekli durur
    doğurur, yaratır, gene doğurur
    sayısız yapar bunu
    ve salih boşalınca yunustan
    onda hiçbir şey barınamaz
    salihin kendi bile
    onda hiç barınamaz.

    ve salih yeniden başlar. bilmem ne kadar 'her saat' geçer akşama kadar
    kağıtlar ve tahtalar gibi düşerekten üst üste
    ben feneri yakarım, o zaman ben feneri yaktıktan sonra
    kontrbas öğretmeni rıza'yı görürüm
    bir gece intihar etti, o beni görmez
    ben onu görürüm
    denizin kumlarla kesiştiği bir yerde
    intihar etti
    ve ölüm gökyüzünün geceyle çiftleştiği
    ve kimselerin iğrenmediği bir aydınlığa
    sürükledi rıza'yı
    ve yunus ki ölümün fırlattığı bir kinle
    o sabah hiç görünmedi
    rıza da görünmedi -bende hiçbir şey barınamaz-
    kontrbas kara bir 66'ya benziyormuş, öyle
    ve rıza 666 gibi bükülmüş, öyle
    bir kan kokusu var mıymış, yok muymuş, öyle
    ve öyle
    insan yaşarken ölüler bırakmalı ardında. ben salih
    x'lere, sonsuzlara benzeyen bir salih biçiminde.

    anlatırım. 444'benzer bir bahçenin ortasındayım
    böyle çok ağaçlı bir bahçenin ortasındayım
    diyerek: köpeklerin siyah günüdür, denizlerin durgun günüdür
    onunsa yakın olduğu günüdür, onunsa büyük olduğu, o güneş
    ve zıpkın kuşlarının bir taş gibi avlarının üstüne
    düştüğü günüdür ki, ben salih
    adımın bir kusuru vardır yalnız, bana kalırsa
    ya sanus olmalıydı, diyorum, ya lihyu
    bir anlamı olurdu
    bir anlamı olurdu
    3 ...
  10. 6.
  11. 6-

    sanki bir öyküm varmış, herkes bir öykü bilir de ondan
    benim öyküm yok
    çayımı içtim, ekmeğimi unuttum, dik bir yokuşu usulca indim
    kıyıya vardım, denize dokundum, bir süre boşluğa baktım baktım baktım
    sabahın ilk saatleri, dedim, kendi kendime
    ince bir aydınlık daha yoğun bir aydınlık tarafından kovalanıyor
    dedim ve çiçekler kendi renkleri tarafından
    kovalanıyor
    ve taşlar bir katılıktan başka bir katılığa o kadar çok geçiyorlar ki
    kumlar, kumların üstünde ufacık kurtlar
    bir görünmezlikten bir görünürlüğe adım adım
    durmadan geçiyorlar ki, ben bunları görüyorum
    görüyorum da bir yana, kendimi itiyorum kendimi sıkıştırıyorum ortalığa
    ve büyük bir şekilde bağırıyorum: senin korkun insanın korkusudur eyüp
    eyübün korkusudur
    -evet anlıyorum-

    anlıyorum da bir yana,sorduğum en derin şeydir eyüp
    sorduğum en derin şeydir ve korkum nedir
    dışımdan bana doğru büyüyen bir takım adamlar gezinir
    başı boş bir atın ayak sesleri gezinir içimde
    anlamı bir gibidir,anlamı bir gibidir
    beni kimse bulamaz
    beni kimse bulamaz, ben kendimi ayrı tutarım, eyübü
    çünkü
    ben onu ayrı tutarım
    nasıl derseniz, yeşil bir misinam vardır yeşil bir misinam vardır yeşil bir misinam vardır
    dediğim kadar da uzundur
    ben onun bir düğümünü çözerken o bir deniz dibinden doğmuş gibidir
    ben kendimi çözerken?..

    çıktım. sabahın ilk saatleri. gizlene gizlene kıyıya vardım
    denizi geçtim, kayalar bir iki üç halinde arkamda kaldılar
    belki de olmadılar,sonrada hiç olmadılar
    bir yelkovan sürüsü, bir sis bulutu
    yavaşça geçtilerse de yanımdan
    ben sordum:doğanın akıl almaz bir görünümü olabilir mi bu korku
    o benim korkum
    olabilir mi
    bilemem,kendimle konuşuyorum şimdi ve yüksek sesle
    bunu böyle yapmasam o anda kıyamet kopacak gibime geliyor
    yani yok olmam ve çıldırmam gerekecek
    bana öyle geliyor
    ve yatay bir düzlük içinde yüksele yüksele
    denize uzuyorum
    ben denize uzadıkça da kocaman bir eyüp oluyor deniz
    kim bilir, bu da bir saklanma biçimi -belki-
    ya da ben kendimi ayrı tutmaktan o kadar çoğalıyorum ki
    saklanıyorum böylece
    sulardan ve beyaz martı göğüslerinin izlerinden
    başkaca bir şey kalmayınca ortalıkta
    diyorum: geldim
    ayrıca bunu gövdemdeki bir yol alıştan da anlayabilirim
    bir iki daha çekiyorum kürekleri, seslenerek
    dur şimdi eyüp! duruyorum, dinlerim ben eyübü
    ayağa kalkıyorum
    önce bir kerteriz tuttur! tutturuyorum, bir düşle bir başka düşün kesiştiği bir yerden
    ve kürekleri bırakıyorum kendime sokularak
    seni hiç bulamazlar
    beni hiç bulamazlar,eyübü
    bir yunus sürüsü geçiyor, bir karabatak havalanıyor
    ve ipler halka halka denize akmaya başlayınca
    eyüp!
    -evet anlıyorum-

    bir korku ne de olsa bir korkudur, diyorum
    eşyalar ve şekilsiz insanlar halinde
    insanlar ve şekilsiz eşyalar halinde
    ben bunu biliyorum
    bilince de diyorum, karım beni arıyordur şimdi de
    üç çocuğumla beni arıyordur
    ve benim korkum eyübün korkusu olduğuna göre
    eyüp!
    -evet anlıyorum-
    ve birden hatırlıyorum kendime görünerek
    yüzleri nasıldı, biliyor muyum
    hayır ,size yemin ederim ki bilmem
    daha doğrusu bilemem, çünkü ben evlenmedim
    eyüp hiç evlenmedi
    yani
    böyleyken korkuyorum , çarşıdan geçemiyorum
    eyüp! eyüp! eyüp!
    dönüp arkama bakamıyorum, oltalarımı eskitemiyorum
    ve sorarsam ben soruyorum:eyüp ne haber?
    ne olsun, yok işte, bulunamıyorum.

    onlar beni bulamaya dursunlar, ben bazı kağıtlar buluyorum
    eve dönüyorum ya, bir de bakıyorum taşın üstünde
    birtakım renkli kağıtlar
    bazen de bir zarfın içinde, üstünde pullar ve mühürler olan
    kocaman bir eyüp yazan en üst köşede
    korkuyla bakıyorum
    bakmamla yırtmam bir oluyor. sonra bir güzel çukur kazıyorum
    dolduruyorum çukurun içine onları
    bulamasınlar diye eyübü
    ne olur bulmasınlar
    ama hiç bulmasınlar, olur mu
    sağ elimde bir sakatlık var,onu da
    sapsarı dişlerimi, göz beyazlarımı
    bulsalar ne yapacaklar
    bulsalar?..
    bunu korkuyla söylüyorum ve yüksek sesle, bir kalabalığa dalıyorum
    ikiye,üçe, sonra tekrar ikilere,üçlere
    dağılan bir meydanın ortasında ben
    ve olanca eyüplüğümle işte
    ve kimseye sezdirmeden çevremi kolluyorum.

    yarısı kopmuş bir hayvan kabartması görüyorum bir binanı üstünde
    anlaşılması güç bir acının boşluğunda etkinliğini deniyor
    denedikçe de
    ben anlatmaya yetiştiremiyorum anlatılmazımı
    yetişemiyorum
    demek oluyor ki, benim hızım başkalarının hızı değildir. öyleyse
    beni kimse bulamaz
    saat desem; meydan saati- zaten işlemiyor
    işlemeyince de
    her şey bir ıssızlığın içinde. bir de bu 'her şey'
    soruyormuş gibi bir ıssızlık diliyle
    öyle mi
    bir yanıt:evet öyle.

    iki tel parçası yalnız taş kabartmanın üstünde
    iki tel parçası ve
    zorlanmaz bir şekilde katılaşıyor boşluk
    gittikçe katılaşıyor
    ve bir köstebek gibi dolaştırıyor beni içinde
    alışıyorum buna da, kimse kimseye bir şey sormuyor
    neden mi, bilmem ki, sormuyor işte
    mesela bir çocuğun dondurmasını düşürüyorum yere, gidip bir yenisini alıyor
    sonra bir daha düşünüyorum, düşüren ben değilim de sanki
    ve düşen dondurma değil de
    her şey hiç kımıldamadan öyle duruyor
    yalnız durmak da değil, soruyor bir beton heybetiyle
    öyle mi
    bir yanıt: evet öyle

    bulsalar?.. şunu anlıyorum ki kimse kimseyi bulamaz
    bulmak istese bile
    bulamaz
    ama ben oltacı eyüp olduğuma göre, bulunmasam da
    eyübüm gene
    eyüplere bölünmüş bir eyübüm ben
    gece
    fenerimi yaksam mı, karanlığımı
    bekleyip dursam mı öylece.
    5 ...
© 2025 uludağ sözlük