Önceleri başarısız fanzin denemeleriyle başladığı edebiyat yaşamı,uzun bir süre karısının başarıları ardında gölgelendi.1832'de Saturday Courrier'da basılan beş öyküyle ve 1833'te Baltimore Saturday Visiter tarafından düzenlenen yarışmada "MS. Found in a Bottle" (Şişede Bulunan Elyazması) adlı öyküsüyle birinciliği kazanmasıyla devam etti.(Uçan Hollandalı olarak bilinen efsane gemiye göndermelerle dolu bir hikayedir.) 1843'te, Godey's Lady's Book'ta yayımlanan "The Visionary" adlı öyküsüyle adı ülke genelinde duyulmaya başlandı.
dünya edebiyatının en içten yazarlarından birisidir bana göre. keskin zekanın kavranışı ile insanı en çok etkileyen olaylar üzerinde durmuştur. bunlardan birincisi ölüm, ikincisi aşk. zekanın işleyiş yöntemini yazılarıyla sergilemek istemiş. dünyada en fazla saygı duyduğum yazar olmuştur. tanışmak, konuşmak isterdim.
Doğaüstü, korkutucu öğeler içeren öyküler yazmış; yanı sıra edebiyat eleştirileri ve şiirler kaleme almıştır. Şiirleriyle Fransız sembolist şairleri tarafından öncü kabul edilmiştir. "Anabel Lee" adlı şiiri sanatçıyla adeta özdeşleşmiştir. "Morg Sokağı Cinayeti" adlı yapıtı ise öykü türündedir.
en büyük korkusunun uykusundan uyanıp gözlerini açtığında şeytani bir surat tarafından izlenilmekte olduğunu farketmek olduğu söylenen dahi. bu korku bir süre yorganı başına çekmeden uyuyamamasına sebep olmuş.
daima hikayelerinde ki karakterlerin dişleri saçları yada yüzlerinin herhangi bir yerindeki ufak bir buruşukluğun üzerine bir kaç satırda bir gider de gider.
gerçek şudur ki edgar'ın yaşamı ve aile hayatını incelediğimizde kendisinin son derece takıntılı biri olduğunu görüyoruz.
yarattığı bir çok hikayedeki kahramanlarda edgar'dan bir iz bulabiliriz bu karakterlerin hepsi intihar etmeye ve öldürmeye meyilli kara kedilere düşman,aynanın karşısındaki görüntüyü irdeleyen ve bundan pek de bir hoşnut olmayan negatif tiplerdir.
annabel lee şiiri ile tanıştığım ardından okuduğum kısa hikayeleri ile muazzam bilgi birikimine sahip olduğunun farkına vardığım amerikan edebiyatı'nın en iyi yazarlarından. derin bilgi birikiminden örnek vermeden olmaz mesela:
başlangıçta mısırlılar yerli tanrılara taparlardı: busiris'te osiris, emphis'Te ptab, teb'te amon-re(veya ra) ve on'da atum-re(veya ra). atum-re bir güneş tanrısıydı ve orta krallık'ın başlangıcında(i.ö. 2445) birçok yerel tanrıyla özdeşleşti. böylece ülke tektanrıcı bir sisteme doğru gitti. bununla birlikte tek tanrıya tapınmanın devlet dini olarak kabulü, ancak amenophis iv'ün i.ö. 1375'te tahta çıkmasıyla oldu: bu tanrı, güneş kursu re-herakthe idi. amenophis iv'ün iktidarının beşinci yılında tanrının adı akheııtaeıı(''güneş kursuna yararlı'') olarak değiştirildi ve karnak'taki amon-ra tapınağının kapatılarak bu tanrının adının ortadan kaldırılması emredildi. mısır'ın tektanrıcı dönemi sadece otuz yıl kadar sürdü. tutanka-mon'un(''amon'un yaşayan imgesi'', i.ö. 1357-1347) ölümünden sonra, horebheb'ın (i.ö. 1344-1315) iktidarı sırasında ülke yeniden amon-ra'ya ve onun yerel benzerlerine tapınmaya geri döndüç akhenaten'in güneş tanrısı tapınakları sistemli bir şekilde bir kenara itilerek yeryüzünden silindi.
Edgar allan poe'nun döneminde bu bilgilerin çoğu bilinmiyordu. bu bilgilerin büyük bir bölümü ancak 1970'lerde öğrenildi poe'nun ölümünden yaklaşık 120 yıl sonra.
Beyninde yaşadığı akut tıkanıklık yüzünden öldü. Ölümünden birkaç gün sonra Baltimore sokağında bir başkasının ayakkabılarını giymiş ve baygın bir şekilde yatarken bulundu. çok gizemli bir adammış.
the cask of amantillado isimli kısa hikayesiyle intikamı bütün soğukluğuyla resmeden, annabel lee adlı şiiriyle aşkı denizlerde dillendiren bir yazar. Kullandığı ingilizce ağır olduğundan hikayelerinin iyi bir şekilde anlaşılması için iki defa okunması tavsiye edilir.
sen benim için her şeydin, aşkım,
ruhum yanardı özleminle-
sen denizde yeşil bir adaydın,aşkım,
bir mabet ve bir çeşme,
peri meyveleri ve çiçeklerle bezeli;
ve tüm çiçekler benimdi.
ah, uzun sürmeyecek kadar güzel rüya;
ah yıldızlı umut
kararmak için doğmuşsa!
gelecekten bir ses haykırsa da
''ileri'' diye- geçmişin ( o loş, derin kanyonun!) üstünde
ruhum tereddütle uzanıyor,
dilsiz, hareketsiz, donakalmış halde!
çünkü heyhat! heyhat! tükendi.
benim için yaşamın ışığı.
''bitti - bitti - bitti,''
(böyle diyor yaslı denizin sesi
kıyıdaki kumlara,)
yıldırımı yiyen ağaç gonca vermez bir daha,
vurulan kartal süzülmez gökyüzünde asla!
şimdi bütün saatlerim translarla geçiyor;
bütün gece düşlerimde
kara gözlerin bakıyor,
ve adımların parlıyor,
semavi danslarla,
italyan deresinin yanında.
yazıklar olsun! o lanetli zamana
seni büyük dalganın üstüne koydukları,
aşktan çekip aldıkları ünvanlı yaşa ve suça,
ve uğursuz bir yastığa-
benden aldılar seni, benden ve sisli diyarımızdan,
gümüşi söğüt ağlıyor orada!
hakkında çekilecek The Raven filmini (edgar poe = john cusack) sabırsızlıkla beklediğim, her ne kadar gotik edebiyatçısı denilse de bunu kabul etmeyip polisiye-gerilim edebiyatının üstadı tanımını makul gördüğüm, günümüz edebiyatında hala canlılığını koruyan, yaşadıkları ve yaşantısıyla manevi babam olarak da gördüğüm kişiliktir.
"senelerce senelerce evvel, bir deniz ülkesinde..." diye başlayan, anabel lee isimli aşk şiirinin yazarı. kendisi 80'li yıllardaki ortaokul hatıra defterlerindeki popülaritesinin farkında bile değildir.
seneler, seneler evveldi;
bir deniz ülkesinde
yaşayan bir kız vardı, bileceksiniz
ismi annabel lee;
hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten
sevmekten başka beni.
o çocuk ben çocuk, memleketimiz
o deniz ülkesiydi,
sevdalı değil karasevdalıydık
ben ve annabel lee;
göklerde uçan melekler bile
kıskanırdı bizi.
bir gün işte bu yüzden göze geldi,
o deniz ülkesinde,
üşüdü rüzgarından bir bulutun
güzelim annabel lee;
götürdüler el üstünde
koyup gittiler beni,
mezarı ordadır şimdi,
o deniz ülkesinde.
biz daha bahtiyardık meleklerden
onlar kıskandı bizi,
evet! bu yüzden (şahidimdir herkes
ve o deniz ülkesi)
bir gece bulutun rüzgarından
üşüdü gitti annabel lee.
sevdadan yana, kim olursa olsun,
yaşça başca ileri
geçemezlerdi bizi;
ne yedi kat gökdeki melekler,
ne deniz dibi cinleri,
hiçbiri ayıramaz beni senden
güzelim annabel lee.
ay gelip ışır hayalin eşirir
güzelim annabel lee;
bu yıldızlar gözlerin gibi parlar
güzelim annabel lee;
orda gecelerim, uzanır beklerim
sevgilim, sevgilim, hayatım, gelinim
o azgın sahildeki,
yattığın yerde seni .
derin yazan bir yazardır. iki farklı duyguyu yaşarım yazdıklarını okurken, birisi enteresan bir şekilde herşeyi anlayan ve derinden hisseden birinin anlayışı ancak anladıklarını kendince anlatışı, diğeri anladıklarını anlatırken kendini ve anladıklarını aşmayı deneyen bir insanın dizelere sığdırılmış yaşam adımları, bazen hızlı bazen durağan bazen karanlık bazense biraz umut vadeden.
ortasında bir gecenin, düşünürken yorgun, bitkin
o acayip kitapları, gün geçtikçe unutulan,
neredeyse uyuklarken, bir tıkırtı geldi birden,
çekingen biriydi sanki usulca kapıyı çalan;
"bir ziyaretçidir" dedim, "oda kapısını çalan,
başka kim gelir bu zaman?"
ah, hatırlıyorum şimdi, bir aralık gecesiydi,
örüyordu döşemeye hayalini kül ve duman,
işısın istedim şafak çaresini arayarak
bana kalan o acının kaybolup gitmiş lenore'dan,
meleklerin çağırdığı eşsiz, sevgili lenore'dan,
adı artık anılmayan.
ipekli, kararsız, hazin hışırtısı mor perdenin
korkulara saldı beni, daha önce duyulmayan;
yatışsın diye yüreğim ayağa kalkarak dedim:
"bir ziyaretçidir mutlak usulca kapıyı çalan,
gecikmiş bir ziyaretçi usulca kapıyı çalan;
başka kim olur bu zaman?"
kan geldi yüzüme birden daha fazla çekinmeden
"özür diliyorum" dedim, "kimseniz, bay ya da bayan
dalmış, rüyadaydım sanki, öyle yavaş vurdunuz ki,
öyle yavaş çaldınız ki kalıverdim anlamadan."
yalnız karanlığı gördüm uzanıp da anlamadan
kapıyı açtığım zaman.
gözlerimi karanlığa dikip başladım bakmaya,
şaşkınlık ve korku yüklü rüyalar geçti aklımdan;
sessizlik durgundu ama, kıpırtı yoktu havada,
fısıltıyla bir kelime, "lenore" geldi uzaklardan,
sonra yankıdı fısıltım, geri döndü uzaklardan;
yalnız bu sözdü duyulan.
duydum vuruşu yeniden, daha hızlı eskisinden,
içimde yanan ruhumla odama döndüğüm zaman.
irkilip dedim: "muhakkak pancurda bir şey olacak;
gidip bakmalı bir kere, nedir hızlı hızlı vuran;
yatışsın da şu yüreğim anlayayım nedir vuran;
başkası değil rüzgârdan..."
çırpınarak girdi birden o eski kutsal günlerden
bugüne kalmış bir kuzgun pancuru açtığım zaman.
bana aldırmadı bile, pek ince bir hareketle
süzüldü kapıya doğru hızla uçarak yanımdan,
kondu pallas'ın büstüne hızla geçerek yanımdan,
kaldı orda oynamadan.
gururlu, sert havasına kara kuşun alışınca
hiçbir belirti kalmadı o hazin şaşkınlığımdan;
"gerçi yolunmuş sorgucun" dedim, "ama korkmuyorsun
gelmekten, kocamış kuzgun, gecelerin kıyısından;
söyle, nasıl çağırırlar seni ölüm kıyısından?"
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."
sözümü anlamasına bu kuşun şaşırdım ama
hiçbir şey çıkaramadım bana verdiği cevaptan,
ilgisiz bir cevap sanki; şunu kabul etmeli ki
kapısında böyle bir kuş kolay kolay görmez insan,
böyle heykelin üstünde kolay kolay görmez insan;
adı "hiçbir zaman" olan.
durgun büstte otururken içini dökmüştü birden
o kelimeleri değil, abanoz kanatlı hayvan.
sözü bu kadarla kaldı, yerinden kıpırdamadı,
sustu, sonra ben konuştum: "dostlarım kaçtı yanımdan
umutlarım gibi yarın sen de kaçarsın yanımdan."
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."
birdenbire irkilip de o bozulan sessizlikte
"anlaşılıyor ki" dedim, "bu sözler aklında kalan;
insaf bilmez felâketin kovaladığı sahibin
sana bunları bırakmış, tekrarlıyorsun durmadan.
umutlarına yakılmış bir ağıt gibi durmadan:
hiç -ama hiç- hiçbir zaman."
çekip gitti beni o gün yaslı kılan garip hüzün;
bir koltuk çektim kapıya, karşımdaydı artık hayvan,
sonra gömüldüm mindere, sonra daldım hayallere,
sonra kuzgun'u düşündüm, geçmiş yüzyıllardan kalan
ne demek istediğini böyle kulağımda kalan.
çatlak çatlak: "hiçbir zaman."
oturup düşündüm öyle, söylemeden, tek söz bile
ateşli gözleri şimdi göğsümün içini yakan
durup o kuzgun'a baktım, mindere gömüldü başım,
kadife kaplı mindere, üzerine ışık vuran,
elleri lenore'un artık mor mindere, ışık vuran,
değmeyecek hiçbir zaman!
sanki ağırlaştı hava, çınlayan adımlarıyla
melek geçti, ellerinde görünmeyen bir buhurdan.
"aptal," dedim, "dön hayata; tanrın sana acımış da
meleklerini yollamış kurtul diye o anıdan;
iç bu iksiri de unut, kurtul artık o anıdan."
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."
"geldin bir kere nasılsa, cehennemlerden mi yoksa?
ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!
bu çorak ülkede teksin, yine de çıkıyor sesin,
korkuların hortladığı evimde, n'olur anlatsan
acılarımın ilâcı oralarda mı, anlatsan..."
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."
"şu yukarda dönen gökle tanrı'yı seversen söyle;
ey kutsal yaratık" dedim, "uğursuz kuş ya da şeytan!
azalt biraz kederimi, söyle ruhum cennette mi
buluşacak o lenore'la, adı meleklerce konan,
o sevgili, eşsiz kızla, adı meleklerce konan?"
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."
kalkıp haykırdım: "getirsin ayrılışı bu sözlerin!
rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!
hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!
dağıtma yalnızlığımı! bırak beni, git kapımdan!
yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!"
dedi kuzgun: "hiçbir zaman."
oda kapımın üstünde, pallas'ın solgun büstünde
oturmakta, oturmakta kuzgun hiç kıpırdamadan;
hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin
bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan,
o gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan
kalkmayacak - hiçbir zaman!
Edit: Bunun eksi oy alması garip geldi bana. sebep ne yani? Ağır lan çok ağır adam, uzun süre okuyunca sarhoş ediyor, allak bullak oluyorsun. Zamanla alışıyorsun.