Batı’yı yakalamayan Osmanlı’nın gerileme dönemi III.Ahmet ile başlar. Daha sonra gelen III. Selim ve II. Mahmut bu düşüşü yavaşlatmak için önlemler alma ihtiyacı hissetmişler. Sultan Abdülmecit döneminde ise Avrupa devletlerinin iç işlere karışma arzusu, halk isyanları ve iç sorunlar onu Tanzimat Fermanı çıkarmaya mecbur etmiş. Daha önceleri Londra ve Paris’te büyükelçilik görevini üstelenen Sadrazam Mustafa Reşit Paşa, 3 Kasım 1839 yılında “Gülhane-i Hatt-ı Hümayunu” adıyla Tanzimat Fermanı’nı ilan ettirmiş. Bu fermanda, padişahın yetkisinin üstüne kanun erki eklenmiş ve Osmanlı hemen Batı gelişmelerini hayatına uydurmaya çalışmıştır.
Bu dönemde topyekün bir yenilenmeye kalkışıldığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Bu yenilenmenin öncüsü konumunda gösterilen kişiler ise yine sanatkârlardır. Bu sanatkârlar ise bizi Tanzimat Edebiyatının ilk dönemine götürecekler.
Yeni fikir akımları ile Namık Kemal, Ziya Paşa, Sadullah Paşa, Beşir Fuat, Ahmet Mithat ve Samipaşazade Sezai gibi sanatkârlar, modernleşmenin öncüleri olmuşlardır. Bu aydınlar, Batı gelişmelerine paralel olarak eserlerine hürriyet, adalet, eşitlik, akıl, irade gibi daha önce Osmanlı edebiyatında kullanılmayan temalarla eserler kaleme almışlardır. Ortak amaçları halkı bilgilendirmek, halkın eğitim düzeyini yükseltmek olduğu için herkesin anlayacağı eserler kaleme alarak fıkra, gazete yazısı, tiyatro gibi yeni türleri Osmanlı edebiyatına kazandırmışlardır. Ayrıca bu aydınların birçoğu Avrupa ile şahsen ya da yakinen bilgili oldukları için eserlerini ince ince işlemişlerdir bahsedilen konularla. Bu dönem aydınlarının yazın türü arasında roman, hikaye gibi daha önce Osmanlı toplumu tarafından bilinmeyen türler de vardı ki Batı’dan alınan bu türler önceleri dilimize çevrildi. Bu şekilde bir çeviri edebiyatına merhaba diyen Osmanlı halkı, daha sonra yerli ve orijinal eserleri okuyacaklardı.
Yenilenme sürecinin bir modernleşme ve akıl çağı olduğunu bilen, yenileşme hareketinin öncü ismi Şinasi’dir. Şinasi, dünyaya ve topluma bir Türk Rönesansçısı gibi bakmış ve tam anlamıyla halka eğilmiştir. Gerek Mustafa Reşid Paşa için yazdığı kasidelerle gerekse de Auguste Comte’a duyduğu hayranlıkla Tanzimat Edebiyatına hizmet etmiştir. Eserlerinde aklı, hukuku, medeniyeti öne çıkarmıştır.
Yenileşmenin bir diğer sanatçısı olan Akif Paşa, Adem Kasidesi’nden tanınır. Bu kasidesinde üstümüze birkaç beden büyük gelen Avrupa modernizmi karşısında afallamamızı anlatılır. 500 yıldır Avrupa’dan çok farklı bir politika izleyen Osmanlı’ya bir anda giydirilmeye çalışılan “akıl” gömleği karşısında Osmanlı aydınının durumu, düştükleri büyük trajik boşlukları çok iyi bir dille anlatmıştır Akif Paşa...
Namık Kemal ise huyu gereği biraz daha asice bakmıştır bu sürece. Eserlerinde işlediği vatan – millet sevgisi onun epik tarafını bize gösterirken tiyatro oyunlarına attığı imzalar da onun yenilikçi tarafını sergilemektedir bize. Namık Kemal bize yaratılmaya çalışılan yeni Osmanlı insanının “ortak tavır ve direnç etrafında” birleşeceğini ayrıca maneviyatın sisinden aklın aydınlığına ereceğini savunur. Bu bakımdan akıl ve irade adamıdır. Yalnız Namık Kemal’in ideal vatandaş tipinde maneviyat tamamen yok olmuş değildir; o Avrupa insanının bencil yapısını beğenmez. Namık Kemal’in istediği insan tipi vatan bilinciyle çalışan ve bu çalışmayı dürüst bir şekilde akıl çizgisinde yürüten ama gerektiğinde vatanı için gözünü kırpmadan ölecek olan yani bir tarih bilinci taşıyan insandır.
Namık Kemal’i anmışken Ziya Paşa’yı anmamak olmaz. Ziya Paşa Osmanlı alim çizgisinde eleştirel üslubunu asla değiştirmeyen ve değişik türde verdiği eserlerle yenileşme sürecine destek veren değerli bir aydındır.
Yazı makinesi olarak tanınan Ahmet Mithat Efendi, bu yakıştırmayı kat be kat hak edecek kadar çok öykü kaleme almıştır. Hemen hemen her konuda öyküsü olan Ahmet Mithat Efendi’nin amacı halkı bilgilendirmek olduğu için romanlarında ansiklopedik bilgilere yer veren bir aydındır. Öyle ki bazı romanlarının sadece yeni öğrendiği bilgileri halka aktarmak amacıyla yazdığını sanabilirsiniz. Üstelik Ahmet Mithat Efendi, öykü, roman ve halka ulaşacağı daha birçok türde eser kaleme alarak edebiyatımızın en çok eser veren yazarları arasındadır.
Görüldüğü gibi bu dönem yani Tanzimat Dönemi, Doğu’dan uzaklaşma ve Batı’ya yaklaşma devridir ki zaten geri planında da Osmanlıyı diri tutma düşüncesi vardır.
Divan edebiyatının bir diğer isminin Saray edebiyatı olmasının bir nedeni var. Bu edebiyat, devlet büyüklerinin gözüne girmek için yapılan edebiyattır. Bu bakımdan da hiciv yazarlarının ve saray çevresindeki hicivlerin bir bedeli var.
Öncelikle birçok heccav, hicivlerini divanlarına koymazlar, mecmualarına koyarlar çünkü divanlar velinimetlere – ki bu velinimet ya padişahtır ya şehzade ya da devlet büyüğüdür – sunulur. Mecmualarda, hezl, fıkra gibi ürünlerle bir arada durur hicivler.
Divan edebiyatında, şairler biricik olduklarını ispatlamak ve başka şairlerle karıştırılmamak için mahlas / rumuz kullanmışlardır. Her şiirlerinin son beyitlerinde mahlaslarını kullanan şairler, böylece eserin kime ait olduklarını bildirirler okuyucuya. Yalnız birçok hicivde şair mahlası görülmez. Yani bir nevi toplumdaki bozuklukları ileten, içini döken şair, bir yandan da herhalde can ve mal kaybını önlemek için yazdığı hicvi sahiplenmiyor.
Türk halkı, evvelden beri mizahî bir yapıya sahiptir. Günümüz sokak edebiyatına da baktığımızda mizahın güçlü bir silah olarak kullanıldığını, geçmişe baktığımızda da bu sivri dilliğinin çoğu zaman baştan kelle aldığını bile görüyoruz. Aziz Nesin’lerin, Sabahattin Ali’lerin, Rıfat Ilgaz’ların, Orhan Kemal’lerin, Bedii Faik’lerin, Haldun Taner’lerin, Muzaffer izgü’lerin, Çetin Altan’ların gelip geçtiği mizahımızın geçmişi, hicviye ile taşlama ile örülmüştür. Gerek Halk edebiyatında gerek Divan edebiyatında bir zincirdir eleştiri… Bu bakımdan bizde günümüzdeki mizahın geçmişine giderek nazımda eleştiriyi işleyeceğiz.
Nazım, şimdinin şiiri olarak görülebilir. Arapçadır. Şimdi düzyazı ise eskilerin tabirinde nesir idi. Biz, eleştiriyi şiir dilinde işleyeceğiz yani…
Hicviye, Divan edebiyatındaki yerginin adıdır. Taşlama ise Halk edebiyatındaki yerginin adıdır. Batı edebiyatında ise bu şiir türüne satirik şiir denirdi.
“Türklerin islam dinini benimsedikten sonra Arap- Fars kültürünün etkisi altında yarattıkları, öz ve biçim olarak ortak temler, belirli ilkeler çevresinde gelişen edebiyata verilen ad” divan edebiyatıdır. Divan adı verilen defterlerde bu şiirler tutulduğu için bu isim verilmiştir.
Tanımda önemli iki nokta var:
Türklerin islam dinin benimsedikten sonra: Din değişiminden kaynaklı bir öğretici görevi üstlenen Doğu’nun din yanında bize verdiği diğer şey de edebiyatları olmuştur. Unutulmamalıdır ki edebiyat, din sayesinde yayılır din dışı gelişir. Türkler, Ötüken’de de Göktanrı için şiirler yazar, ayinler yapardı. Doğu edebiyatında da Allah için övgüler yazılıyordu. Bu benzerlik bizi Doğu’ya çekmeye başladı.
Arap- Fars kültürünün etkisi altında yarattıkları: Bu şu demek; Türkler aynen almadı Doğu edebiyatını, kendi edebiyatlarında yoğurdu. Bu da bize yukarıda tartıştığımız konuya götürür. Eğer Türkçe ya da Türk edebiyatı olmasaydı Arap – Fars edebiyatı bize etki etmez, direk dikte ederdi. Lakin Doğu sadece bize etki ettiğine göre bizim zaten bir dilimiz ve edebiyatımız vardı. Bu edebiyat ve dili de küçümsememek lazım; nitekim bu dil ve edebiyat bizi Fars şairlerine kafa tutacak haddeye getirdi...
Divan edebiyatı ne zamandır hayatımızda var?
Divan edebiyatının ne zaman başladığı kesin olarak bilinemezken bazı güçlü tahminler genel yargıyı oluşturuyor.
Divan edebiyatı elde olan yazılı ürünlere bakılarak 13. asırdan başlatılmaktadır. Yalnız bu başlangıç önce dinî nitelikte olmuş daha sonra Hoca Dehhani ile din dışı hal almıştır. Yani 13. asırda divan edebiyatı, din dışı ( la dinî ) ve dinî – tasavvufî olmak üzere iki ye ayrıldı.
Bu aşamada da bizi yeni bir tartışma bekliyor:
13. asırda elde edilen bu metinlerde bir sanat vardı. Yani Türkler, yabancı oldukları bir edebiyatı alıp kendi dillerine yontarak eser veriyordu. Bu da hemen hemen imkansızdı çünkü dilin mutlaka bir işlenme süreci olmalıydı. işte buradan yola çıkan birçok araştırmacı Anadolu’daki islam etkisindeki edebiyatı daha gerilere götürmektedir. Elimizde buna kanıt yazılı eser olmasa da elde edilen yazılı eserlerin kaynakları anca bu şekilde mantık sınırına oturtulmaktadır.
Biz yukarıda Batı Türklerini yani Anadolu’ya akın eden Oğuz boylarını işliyoruz. Daha yukarıda ise yurdundan ayrılmak istemeyen Türk boyları da var. Bu boylar Karahanlı ve ardından Çağatay Hanlığını kurarak edebiyatlarını geliştirmiştir. Yalnız 13. asra denk gelen Karahanlılar da Doğu etkisinde eser vermişlerdir. Hatta ilk mesnevi olan ve Yusuf Has Hacip tarafından yazılan Kutadgu Bilig adlı eser de Karahanlı devletinden çıkmıştır.
Yani Türkler Batı da Doğu da islamiyet etkisine girmişler, bu etkiyle edebiyatlarını değiştirmişler, yaşamlarına yeni standartlar getirmişlerdir.
Fikrimce, Doğu edebiyatı, Türk edebiyatına uyan bir edebiyat değildi. Muhayyel ve halktan uzak olan bu edebiyat eğer çok etkili olsaydı Halk edebiyatı gibi bir edebiyat çıkmazdı.
Doğu’nun edebiyatı, Tanzimat edebiyatında yerini Batı edebiyatına bıraksa da üzerimizdeki şark etkisi henüz geçmedi. Hiçbir millet yoktur ki kendi milletini unutarak başka milletlere öykündüğünde ayakta kalsın… Bu bakımdan Türklerdeki Doğu sevdası son bulmuş ve öz edebiyatlarına dönmüşlerdir.
Birçok kaynakta şu yazar : “Türkler, islam dinini benimsedikten sonra Arap – Fars kültürünün etkisi altına girdiler.”
Ayrıca biz şuan Batı Türklerini konuşuyoruz ama Doğu’da kalan Türkler de bir Çağatay Hanlığı kuracak ve onlar da Doğu edebiyatından etkilenerek gazeller yazacak, murabbalar döktürecek.
O zaman ortak bir soru çıkıyor karşımıza: Türkleri doğuda da batıda da kendine çeken Divan edebiyatının çekim sırrı ne?
Cevap basit: Din.
islamiyet ve Doğu Edebiyatı…
Dinler sadece insanların maneviyatını doyurmazlar. Bazı dinler vardır ki insanların nasıl yaşayacaklarını nasıl giyineceklerini ve nasıl yemek yiyeceklerini yani toplumsal olarak ne yapmaları gerektiğini düzenler. islamiyet de bu dinlerden birisidir. Kuran sadece insanlara ibadet etmeyi ya da Allah’a tapmayı öğütlemez; mirastan kadın haklarına evliliğe hukuka kısaca her şeye değinir. Türklerin islamiyet ile tanışıp bu dini benimseyip onun gereklerini yerine getirmemesi düşünülemezdi.
“Tarihsel gelişim sürecinde Türklerin islamlığı benimsemeleri, büyük ölçüde hayvancılıktan tarıma, göçebelikten de yerleşik bir düzene geçme sonucu olmuş, göçebe kültür yerleşik kültüre yenik düşmüştür. Çünkü islam yalnız gönüllere egemen olan bir din değil, toplumsal yaşamı da düzenleyen, yönetimi etkileyen, tarımsal ekonominin hukuksal sistemini oluşturan bir dindir.” der Atilla Özkırımlı. islamiyet’in Türklerin hayat biçimini değiştirdikten sonra onlar tarafından benimsediğini öne sürerek islam dinini kabul eden Türklerin islam dinine en yakın medeniyete örnek alacağını da ima eder Özkırımlı.
“Bizim hocamız Farslılardır.”
Türkler, Arapları örnek almamıştır. Bugün sözlükleri açtığınızda ya da Osmanlı sözlüklerine göz gezdirdiğinizde birçok alıntı kelimenin Farsça olduğunu görürsünüz. Bu bakımdan ilber Ortaylı der ki “Bizim hocamız Farslılardır.”
Dinî terimler de bize Farslılardan kalmıştır. Namaz, oruç, Huda bunlar hep Farsça terimlerdir. Bu bakımdan da aslında Türkiye’de bir kafa karışıklığına yol açmıştır.
Dini terimler gibi edebiyat da bize Farslardan geçmiştir. Bize dini öğreten iran bir zahmet edebiyatlarını da öğretmiş ve ortaya 600 yıllık bir gelenek çıkmıştır. Örneğin gazel… Gazel aslında Arap asıllı bir türken biz onu ancak Fars edebiyatına geçince tanımışız. Oysaki gazel, kaside arasındaki bir tür hatta şiir parçası ve Araplar kaside ile gazeli ayırmıyor. Bunu ayıran Farslar ve bizim edebiyatımızda da ayrılmış.
Türk edebiyatı, Türk dilinin sanatlı söyleyişlerinden oluşmuştur. Tanrı Dağlarından Adriyatik kıyılarına kadar uzanır.
Türk dili. Bugün dahi başka herhangi bir dil bilmeden Çin’e kadar sizi götürecek tek dildir Türkçe.
Bu bakımdan bu kadar güzel ve etkili dilin oluşturduğu edebiyatımız da oldukça dikkat çekici olacaktır. Sonuçta edebiyat, dilin gücü kadar güçlüdür. Oysa yaşam tarzı da en az dil kadar etkili edebiyat gelişimi için.
Türk edebiyatının bilinen en eski eserleri Orhun Anıtlarıdır. Türkçe nutuk ifadesiyle adete kusursuzca işlenen bu kaya yazıları, Türkçeyi daha da geri zamanlara götürmüş ve kökeni hakkında bitmek bilmeyen bir tartışmaya neden olmuştur. Biz ise bu dönemin ve tartışmanın ileri zamanları ile ilgileneceğiz.
Türkler, özellikle Oğuz boyu Anadolu’ya geldikleri zaman yanlarında dillerini getirdiler mi getirmediler mi? Asıl meselemiz bu olacak bugün…
Türklerin Anadolu’ya gelişi..
Türkler Anadolu’ya akınlar yaparken elbette dillerini de getirdiler ama Türklerin göçebe bir hayat tarzı yaşadıklarını unutmadan bu dil yadigarlarını değerlendirmeliyiz. “Türkler, buraya geldiklerinde herhangi bir yazı dili getirmeselerdi” konusu üzerine kafa yorarak başlayalım:
Türkler, buraya geldiklerinde herhangi bir yazı dili getirmeselerdi Doğu edebiyatı ürünlerini aynen alırdı der kimi araştırmacılar. Ayrıca göçebe hayat tarzı bakımında yanlarında sanat eseri getirmeleri de beklenemez Türklerin. Bu bakımdan Türkler sadece dilleriyle gelmişlerdir Anadolu’ya ve burayı yurt edinmişlerdir. Türklerde otağ kültürü olduğunu biliyoruz, ev yapmadıklarını da biliyoruz. O halde Anadolu’ya gelen küçük bir kafilenin buraya yerleşmesi onları doğal bir asimilasyona maruz bırakacak zaten.
Bazı edebiyat eserlerinde gerçeklik, kurmaca gerçeklik şeklindedir. Eseri ortaya koyan sanatçı gerçek hayattan esinlendiği olaylar ya da fikirler ile kendi kafasındakileri harmanlar. Bunun sonucunda eserler hem gerçek hayattan, hem de sanatçının duygu, düşünce ve hayallerinden izler taşır.
Edebiyatın edebiyatçılar tarafından ortak bir kanıya varılmış bir tanımı bulunmamaktadır. Edebiyat tanımlanması Platon'un Devlet eserinden günümüze kadar sürmektedir.[4] Platon, edebiyatın genel anlamı ile hayatı yansıması olarak tanımlamış ve bu betim günümüze kadar yaşarlığını korumuştur. Fransız roman yazarı Stendhal "Bir roman yol boyunca gezdirilen ayna demektir.", Georgi Plehanov ise "Edebiyat ve sanat, hayatın aynasıdır" demiştir. Bu tanımlamaları M. Parkhomenko ve A. Myasnikov "Sanat çoğu kez aynaya benzetilir. Bu benzetmenin yanlışlığı, on dokuzuncu yüzyıl klasiklerinin bile gözünden kaçmamıştır. Ayna, karşısında duran nesneleri donuk biçimde yansıtmaktan öte bir şey yapmaz, oysa sanat gerçeğin özüne doğru çok inebilmek için gerçeği seçer, çözümler ve yeniden biçimlendirir." şeklinde eleştirmişlerdir.
Boris Suchkov ise iki fikrin sentezi "Sanat ve edebiyat yapıtlarının çizdiği dünya, gerçekliğin körü körüne bir kopyası değildir, ama, dünyanın rengini ve kokusunu kendinde muhafaza eder, şu basit nedenle ki, sanat her zaman için doğanın ve insan hayatının en özlü yanlarını ele almıştır. Her hakiki sanat yapıtının bir bildirisi olması gerekir; bu bir sanat yapıtının varolabilmesinin temel koşulu ve hayatî öğesidir. Sanat, gerçekliğin büyük disiplinine ancak boyun eğebilir, ona yardım edemez..." tanımını oluşturmuştur.
ingiliz edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton "Sağlam ve değişmez değerleri olan ve birtakım ortak özellikleri paylaşan eserler anlamında bir edebiyat tanımı olamaz" demişti...
Edebiyatın edebiyatçılar tarafından ortak bir kanıya varılmış bir tanımı bulunmamaktadır. Edebiyat tanımlanması Platon'un Devlet eserinden günümüze kadar sürmektedir.[4] Platon, edebiyatın genel anlamı ile hayatı yansıması olarak tanımlamış ve bu betim günümüze kadar yaşarlığını korumuştur. Fransız roman yazarı Stendhal "Bir roman yol boyunca gezdirilen ayna demektir.", Georgi Plehanov ise "Edebiyat ve sanat, hayatın aynasıdır" demiştir. Bu tanımlamaları M. Parkhomenko ve A. Myasnikov "Sanat çoğu kez aynaya benzetilir. Bu benzetmenin yanlışlığı, on dokuzuncu yüzyıl klasiklerinin bile gözünden kaçmamıştır. Ayna, karşısında duran nesneleri donuk biçimde yansıtmaktan öte bir şey yapmaz, oysa sanat gerçeğin özüne doğru çok inebilmek için gerçeği seçer, çözümler ve yeniden biçimlendirir." şeklinde eleştirmişlerdir.
Boris Suchkov ise iki fikrin sentezi "Sanat ve edebiyat yapıtlarının çizdiği dünya, gerçekliğin körü körüne bir kopyası değildir, ama, dünyanın rengini ve kokusunu kendinde muhafaza eder, şu basit nedenle ki, sanat her zaman için doğanın ve insan hayatının en özlü yanlarını ele almıştır. Her hakiki sanat yapıtının bir bildirisi olması gerekir; bu bir sanat yapıtının varolabilmesinin temel koşulu ve hayatî öğesidir. Sanat, gerçekliğin büyük disiplinine ancak boyun eğebilir, ona yardım edemez..." tanımını oluşturmuştur.
ingiliz edebiyat eleştirmeni Terry Eagleton "Sağlam ve değişmez değerleri olan ve birtakım ortak özellikleri paylaşan eserler anlamında bir edebiyat tanımı olamaz" demişti...
insanı ayakta tutan, yaşamasına bir anlam kazandıran son derece gerekli bir şeydir. içinde 'edep' kelimesinin geçmesi de son derece manidardır. edepsiz söze başlanmaz anlamı çıkabilir buradan. roman gibi şiir gibi değerli ürünlerin insanın kişiliğini oluşturduğuna inanıyorum ve bu yüzden bir insan yetiştirirken ona edebiyatı en başta aşılamak gerektiğini düşünüyorum.
edebiyat, kalbinizin ve ruhunuzun akıttığı yazılarla karşı tarafın ruhunu okşama sanatıdır. edebiyat o kadar yüce bir şeydir ki, insanların tüylerini diken, kalplerini yumuşatan, kaşlarını çatan, yüzüne gülümseler katabilen bir büyüye sahiptir.
edebiyat, insanalra farklı görüş açıları kazandırır. hakkıyla bu edebiyat sanatını icra edebilen büyücülerin bir cümlesini okumanız, hayatınızı değiştirecektir. o cümle okundukuktan sonra olaylara farklı bakarsınız, hayatınız eskisi gibi olmaz. edebiyat bir bakış açısının kendisi olmasının yanı sıra, diğer bakış açılarının kapılarını açan bir anahtardır. edebiyatı öğrenmek için edebiyat gereklidir, edebiyatı anlatmak için edebiyat gereklidir.
buradan anlayacağımız üzere, edebiyat insanın doğasında vardır. nice taş kalpliyi, nice umursamazı değiştirecek güce sahiptir. bunun yegane nedeni ise, edebiyatın, insanın içinde bulunması. edebiyat insanın kalbinden, ruhundan, egosundan, kendinden, üzüntüsünden, sevincinden fışkıran bir sanattır, hayat da bir edebiyattır.
insanlar yemek içmek gibi edebiyata ihtiyaç duyar. ruhun asıl gıdası müzik değil, edebiyattır. çünkü edebiyat o müziği kendi içinde yaşayabilecek gücü verir sana. dediğim gibi, ruhu okşar. tüm sanatların da kaynağıdır aynı zamanda.
yazma, konuşma kabiliyetine sahip insanlar, hayatta hep bir adım öndedir. çünkü hayatın temel olgularından biri iletişimdir ve edebiyatı farklı ve olağanüstü kullanma yetisine sahip insanlar istediklerini elde etme gücünü kendi içlerinde saklı tutarlar.
edebiyat, hayatta vardır. konuşmak, okumak insanları etkileyen nadir kavramlardır. her insanın içinde vardır, çeşitli olaylar da onun dışarı çıkmasını etkiler. haydi şerefe, ebedi edebiyata, edebi ebediyete...