Ece Temelkuran (Milliyet): Genelkurmay´ın açıklamasıyla mitinglerin daha da coşmuş olması bu mitingleri otomatik olarak militarist yapmaz. (27 nisan muhturası sonrası)
twitterda güya birini ajan bellemiş diye henüz tek satır ece temelkuran okumamış insanların onu yerden alıp yere çarpmasını anlamıyorum. neden bu linç etme kültürü üzerinize fazla çöreklendi acaba, kadın yazıyor, tek başına mücadele ediyor, haysiyetli bir biçimde yazdıklarının arkasında duruyor diye mi suçlu oldu gözünüzde? hanginiz inandığınız şeyler uğruna işinizden atılmayı göze aldınız onun gibi, kendi cesaretsizliklerinizin arkasına saklanmayın artık, maskülen bir toplumda çoğunuzun söyleyemediği şeyleri dile getirdi bu kadın, solculuk naraları atan birçoklarının yapamadığını yapıp, tutuklu çoçuklar için mahkeme salonlarında mücadele verdi ya siz naptınız evlerinde oturup ekran karşısında gevrek gevrek gülenler? sözüm ona şimdi bu kadının solculuğunu eleştirir oldunuz, yapmayınız, "ayıptır, günahtır, zulümdür."
meral okay için yazdığı bir yazıdan sonra, okumaktan hiç vazgeçmediğim, asla da vazgeçmeyeceğim cesur yazar..
--spoiler--
Meral için...
Yazmam böyle şeyleri. Özel meseleler bunlar. Ama sanırım bu kez kayda geçmeli. Niye? Anlatacağım.
Sabah sekizdi galiba, belki daha erken. Uyuyorum. Telefon çalıyor, telefonda bir kadın hüngür hüngür ağlıyor:
"Yazını okuyorum şimdi onun mezarı başında. Bugün Yaman'ın ölüm yıldönümü."
Susuyorum.
Ağlarken şaşkınlığıma gülüyor:
"Meral Okay ben."
Yıl 2002'ydi. Irak'a savaş açacaklardı, Meclis'te harıl harıl fezleke çalışması. Mehmet Ali Alabora ile birlikte Savaş Karşıtları sözcüsü yaptılar ikimizi. Kafası kesik tavuk gibi koşturuyoruz, bir Ege Üniversitesi'ndeyiz, bir ODTÜ'de, hatta bir gece Ankara'da Roman mahallerinde davulcu zurnacı örgütlemekte. Geceleri sokaklarda binlerce insan beraber zıpladığımızı hatırlıyorum şimdi:
"Öldürmiycez ölmiycez! Kimsenin askeri olmıycaz!" Arjantin'den dönmüşüm. Kafam bir gönül meselesine bozuk, fena bozuk. O sebeple zaar, Arjantin eylemleri ile Irak işgali arasında, o hengamede yani, bir aşk yazısı yazmışım demek. Hatırlamıyorum şimdi hangi yazı. Bilmem numaramı nasıl buldu, telefonda Meral Okay o yazıya ağlıyor sarsılarak. Ben böyle tanıştım Meral'le. Aşk, o zaman, Yaman'a bir zamanlar yazdığı mektubunda söylediği gibi, "Her şeyin üzerinden atlayabiliyordu". Aşk yüksek atlayabildiği için belki, savaş Türkiye'yi geçip uzun atlayabiliyordu...
Aynı yıl. Sezen konserler veriyor. Ermenice, Yunanca ve Kürtçe şarkılar söylüyor, çocuklarla beraber sahnede. Yer yerinden oynuyor. Paşalar çıldırmış, vatandaş (!) ayakta. izmir'de konser verilmiş, istanbul'da verilecek. Fakat Sezen tedirgin. Bir yazı yazıyorum o zaman. Yazıyı sevmiş, Meral'den almış numaramı, Sezen arıyor bu sefer. Konsere davet ediyor. O günlerde de ne varsa, tansiyonum inip çıkıyor. Konser muhteşem. Meral kulise götürürken beni "Meral ben iyi değilim, tansiyonum yükseliyor galiba" dememle küüt! Kulisten içeri yuvarlanıyorum. Gözümü açtığımda sağ kolumda Sezen tansiyonumu ölçüyor, sol yanımda Cemil ipekçi nabzımı alıyor. Ayakucumda Mehmet Ali Birand, Zeynep Oral ve Güler Sabancı! Bir ölümlü bu ebatta bir absürdlüklükle sınanmamalı.
Ertesi sabah yine çok erken bir saatte -erken aramak bu ekibin huyu, böylece anlıyorum bunu- telefonda tanıdık bir ses:
"Bak ben sordum, keçiboynuzu yiyecekmişsin tansiyon için. Göndereyim mi keçiboynuzu!"
Duraklayınca ben:
"Sezen ben, Sezen!"
Çok güldüydük o telefonda ve sonra Meral'le. "Bana bunu yapmayın" dedim, "Gözümü açıyorum Sezen tansiyon alıyor, gözümü kapıyorum bir sabah sen arayıp ağlıyorsun! Sarsmayın beni arkadaş!"
Meral'in bütün gövdesini sarsan bir gülüşü vardı, dipten gelen. Yüzünün tamamıyla gülerdi...
O günler iyi günlermiş. Şimdi bakınca... Sonra Türkiye'ye ağır ağır bir şey olmaya başladı. Sinsi bir tür nefret başını çıkardı bütün duyguların arasından. Alaycılık bütün üslupların arasında belirginleşmeye başladı. "Başka şeyler söylemek lazım" diyenleri askerler değil, hayaletler kovalamaya başladı. Bizans entelejansiyası bir kalyon gibi gıcırdayarak yön değiştiriyordu. Meral, Yaman'ı anlattığı mektubunda söylemiş: "Herkes kendi bacağından asılan koyunlar tarifinde"! Sanki o gün yağan yağmurlar -bugünden bakınca bir kez daha- bu çamurları getirdi. Bu dönemi sonra anlayacağız. Şimdi anlamaya çalışanların başına iş geliyor, malum.
Yıl 2005. Beyoğlu'nda bir kahvede kırık Türkçeli bir adam yaklaştı. Gömlekli, kumaş pantolonlu ve gayetten özgüvenli. Beyefendinin sadece bir yıl sonra beni "Beynelminel" adlı filminde gazeteci rolüne çıkaracağını kim bilebilirdi? Sırrı, o filmde beni "artiz" yapıp, Meral'i de konsomatris rolüne çıkararak bir dönemi anlattı. Şimdi bakıyorum Meral'in yarım yamalak yazılmış biyografisine. Aceleyle hazırlandığı öyle belli ki. "12 Eylül döneminde yaşadıklarını Beynelminel filmine yansıttı" diyor biyografiler, kesip kesip yapıştırmış bütün siteler. TiP'in işyeri temsilciliğini yapmış, sonuna kadar her röportajında muhalif olduğunu hissettirmiş bir kadının, aşkını ve isyanını memleketiyle birlikte yaşadığı on yıllar öyle bir cümle ile... Neyse.
Sonra davalar başladı. Sonra Türkiye biraz daha değişti. Taşları bağladılar azizim, taşları sıkı sıkı bağladılar. O yüzden Meral ciğerinin derdine düşmüşken, o güzelim kadını, tehditler yüzünden ev taşımak zorunda bıraktılar. Muhteşem Yüzyıl'da Kanuni, Hürrem'i öptü diye ve bilmem hangi kutsallar zedelendi diye, kanser tedavisi sırasında Meral'i polis korumasına mahkum ettiler. Sübhaneke, dinimiz, amin. Taşları bağladılar azizim, geri kalan herkesi susturdular. Sadece ezberlettikleri şarkıları söyleyebilenleri ekranlara oturttular. Öpüşmeden aşık olanlar, kavga etmeden yenenler, cin olmadan adam çarpanlar ülkenin yeni kurallarını koydular.
"Bana bak! Söz ver bana. Konuşacaksın. Susmayacaksın"
dedi Meral. Şubat ayında, o delirmiş gibi kar yağan günlerden birinde, yine bir sabah telefonunda:
"Derhal buraya geliyorsun!"
"Kayda Geçsin" çıkmış, malum saldırılar başlamış. işsiz kaldığımda da aramış, ama Meral o günlerde kesinlikle daha yakın temas gerektiğine karar vermiş.
Eve girdim, elinde televizyon kumandası, ekranda iki soytarı "Türkiye'de demokrasi ne güzel! Ah ne güzel!" makamından analiz manaliz bir şey yapıyorlar. Meral küfrediyor:
"Kardeşim sen kendini daha beter mi hasta edeceksin!" dedim.
"Yok yok" dedi, "Bana iyi geliyor. Küfrediyorum bol bol."
"Anlat bakayım, ne oluyor?" dedi. Anlattım. "Delirtecekler beni Meral" dedim, o zaman işte "Bak ben kibarlıktan kanser oldum. Sus sus sus... Sonra böyle oldum. Bana bak! Söz ver bana..." Sonra 12 Eylül'ü anlattı. Biraz Yaman'ı. Ölüm tehditlerini anlattı. Cüppeli cüppesiz tehditleri... "Bir şey oldu bu memlekete. Kimse kimseyi sevmez oldu" dedi.
Sonra Meral gitti...
insanın en çok asaletini hırpalıyor memleketim. Ne ümidini, ne inadını ama en çok yasının asaletini... Eti parça parça koparan alıcı kuşlar gibi. Yaşarken onu kanser edenler, daha son nefesini verir vermez yağlı yağlı sırıtmaya başladılar internet sitelerinden. Bir araba irin. Ayıptı eskiden böyle şeyler. Ama Meral'in dediği gibi, "Bir şey oldu memlekete."
Onu ilk tanıdığım günlerde yüzbin insan yürüyorduk Ankara'da. "Savaşa hayır!" diyorduk. Gazetelerde harıl harıl savaşa karşı yazıyordu yazarlar. Yazmayanı çok ayıplıyorduk. Şimdi bakıyorum, ayıplayacak pek insan bırakmadılar. Şimdi bakıyorum da Meral'in kanseri, ayıplanacaklar karşısında kibarlık gösterip susmaktan olan kanseri yani, bu memleketle ilgiliydi. Meral'i uğurladığımız gün Suriye ile savaşın çıkmasından yakın bir ihtimal olarak bahsedildiği bir gün. Kimse yürümüyor sokaklarda. Yürüyenler ekseriyetle voltada. Sonra "Aşk niye yok?" diye sorarsanız diye Meral söylemişti mektubunda:
"Bir de aşık olunacak mecra kalmadı. Artık ortak alanları paylaşmıyoruz. Bizim agoramız yok artık. Herkes kendi bacağından asılmak isteyen koyun tarifinde.
Bu hem maddi hem manevi bir şeydir. Gelir, böyle adamı aşkta da emniyet arayan birine dönüştürüverir. Herkes kendi kişisel başarı öyküsünün peşinde. Belki de biz herkes için daha adil, daha vicdanlı daha temiz bir dünyanın düşünü paylaştığımız için başkalarıyla da bir arada durmanın ne kadar zenginleştirici bir şey olduğunu biliyorduk.
Şimdi bu duyguların esamesi okunmuyor. Yoksullaşmamız sadece ekonomik anlamda olmadı. Duygusal anlamda, dayanışma anlamında birbirimizin yaralarına bakma konusunda da yoksullaştık. Şimdi empati denen modern kavram var ya, biz onun ağababasını tanıyan ve buna içerilmiş bir dünyadan geldik buralara."
Yazmam böyle şeyleri, özel meseleler bunlar. Ama bu kanserin bu memleketle ilgisi var. Bu aşkın olduğu kadar...
Son kitabını okumadan önce düşünce bakımından tam olarak bilmiyordum . duydum , gördüm ve aldım . gerçekten güzel akıcı ve sıkmayan bir üslubu var . konuya tarafsız yaklaşımını taktir ettim bu kadar da tarafsız olunmaz . çok başarılı . . .
--spoiler--
Neler yapmadık şu vatan için; Kimimiz öldük; Kimimiz nutuk söyledik. Orhan Veli
Gazetesinden kovulmasıyla birlikte uluslararası muhalifliğe soyunan biricik 12 Eylül mağdurumuz, en muhalifimiz Ece Temelkuran, Guardiana verdiği yazıda memleketin hali pürmelalini, içler acısı durumunu ingiliz ve dünya kamuoyuna anlatmak derdiyle meşbu halde memleketin tasvirini yapıyor; ve bu ahval ve şerait içinde Hrant Dinkin öldürülmesi, iki gazeteci Nedim Şener ve Ahmet Şıkın hapse gönderilmesi ve son olarak da Ece Temelkuranımızın işine son verilmesi gibi milli felaketleri aktarıyor memleketin düştüğü duruma bak! Kendi ifadesiyle: One killed, two imprisoned, myself unemployed. Türkçesiyle: Biri öldürüldü, ikisi hapiste, ve ben işsizim. Fransızcasıyla: neyse Bu cümleyi dünyanın bütün dillerinde söylemek isterdim. Hrant Dinkin hayatını alan karanlık güçler bununla yetinmemiş, yıllarca Milliyette sonra Habertürkte çalışan usta muhalif yazar Ece Temelkuranın da işine son vermişler, trajediye bakın. (Aylak okur! şu anda sağ elimle böğrümü döverken bir yandan da hıncımdan klavyeler eskitiyorum, o derece kötü oldum, falan oldum. arz ederim.)
Ne diyorduk Ha, Milliyet O Milliyet ki, bağlı bulunduğu yayın grubuyla beraber Hrant Dinki ölüme götüren süreçte gerek manşetleri, gerekse kalemşörleriyle aktif rol oynamış bir gazete (ki Ahmet Kaya, Etyen Mahçupyan gibi sayısız linç girişiminin de birinci dereceden sorumlusu aynı grup, ilk aklıma gelenler olarak). Ama ne gam Ece Temelkuran hep muhalifti, hep solcuydu bi kere. 12 Eylülü buna yaptılar, hainler, alçaklar!!
işte ben Ece Temelkuranda buna hayranım, zaten bunun için başarılı. En düşük maliyetle en büyük rantı toplamak. Ortaya çıkan resme bakar mısınız: Hrant Dinkle Ece Temelkuran yanyana aynı duruşu sergiliyor, aynı karanlık odakların karşısında yer alıyorlar, onyıllardır bu toprakları kurutan oligarşik yapı ve anlayışla savaşıyor ve sonunda Ecenin payına The Guardiana değerlendirme yazan uluslararası muhalif olmak rolü düşerken Hrant Dink hala Ermeni ve mezarda yatıyor, onun payına düşen bu. Diğer iki gazeteci hapiste. Ama Ece Türkiyenin halini anlatırken kendini araya çok iyi sıkıştırıveriyor, kendisini de aradan çıkarma hesapçılığını yapıyor ve doğrusu çok güzel kotarıyor bu muhaliflik işini. Ya da daha doğrusu ülkedeki kritik cinayetlerden olan ve arkasında kocaman bir şebekenin varlığının aşikar olduğu bir cinayeti basit bir devletin gazetecilere uyguladığı baskıya indirgeyerek bir cinayetin asıl sebebini ve arkasındaki şebekeyi çok güzel perdeliyor. Sanki Hrant Dink gazeteciliği sebebiyle öldürülmüş gibi Sanki birileri Hrant Dinki öldürürken, geçmişte Cumhuriyet mitinglerini tertip ederken yaptıkları gibi ülkede belli bir rüzgarı oluşturma hesapları yapmıyorlarmış gibi Sahi, Ece Temelkuran Cumhuriyet mitinglerinin neresinde duruyordu? Hani şu yıllar yılı anti 12 Eylül yazıları, Enver Paşa salvoları ve darbelere karşı intikam yemini kabilinden köşe yazılarını okuduğumuz Ece Temelkuran, hani ondan sonra 12 Eylülle hesaplaşma yolunu açan ve bugün Enver Paşayı yargıya taşıyan anayasa değişikliği gündeme geldiğinde de birden 12 Eylül anayasasını canhıraş savunmaya geçen Ece Temelkuran Ece Temelkuran Cumhuriyet mitinglerinin neresinde duruyordu?
Hrant Dinkin ölümünün yanına kendi işine son verilme olayını, kendi PRını iliştirmesi Hrant Dinkin kemikleri üzerinde tepinmek mi, yoksa cesedinden kendine mastürbasyonluk sabun imal etmek mi; yoksa son derece başarıyla kotarılmış bir PR çalışması mı, birilerine atılmış bir gol mü; ya da hem öldürüp hem sabununu çıkarmak mı isteyen istediği gibi isimlendirsin artık. Bana bu duygu yoğunluğu fazla geldi, şiir yazdım, onu da Ece Temelkurana ithaf ediyorum:
Ece The Muhalif
Kimi kurşuna dizildi yol ortasında,
Kimi hasta,
Kimi yatıyor hapiste,
Kiminin lince maruz kaldı dirisi
Kiminin mezarında ters dönüyor ölüsü
Ama ufak iş bunlar, asıl en kötüsü
Ece temelkuran işten çıkartıldı iyi mi
Ece Temelkuran oy oy, muhalif Ece Temelkuran
dün taksim'de, ayaküstü kitap okuyucuları ve geçerken uğradımcılardan oluşan on-on beş kişilik bir grup tarafından beklenen gazeteci-yazar.
fark ettim ki imza günü düzenlemek cesaret istiyormuş.
bornova anadolu lisesi mezunudur. muhalifliğindeki sırıtan subjektifliği, bana göre, haklı konulardaki inandırıcılığını eksiltiyor. (bkz: bornova anadolu lisesi)
--spoiler--
ece temelkuran: "faşizm kendini yavaşça kabul ettirir. faşizmde insanın kötü yönü uyarılırken, sosyalizm insanın iyi olduğunu varsayar."
--spoiler--
bugün kral çıplakta çok az konuşma fırsatı bulan yazar. kendisiyle çok daha detaylı ve de anlamlı bir program yapılabilinirdi. ve fakat ece temelkuranın da dediği gibi bu zor zamanlarda eceyi yalnız görmemek sevindirici.
açık ve net bir pkk yandaşı olduğu için zekasının ya da her ne halt bir tantanasının benim için önem arzetmediği ve sevmediğim insandır.
yok bilmem nereden kovulmuş şuymuş buymuş o da bişeyimde değil, önemli olan günümüzde demokrasi'nin adını koyarak kurdukları sahte perdenin ardına saklanarak peydahlanmalarına neden olunmuş pkk'yı ve türkiye'nin bölünmesini açıkca rahat rahat savunan yazarlardan birisi olmasıdır.